AKP iktidarının Türkiye’yi içine sürüklediği gerilim ortamında zaten pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik dengeler de bir bir alt üst olmaya başladı. Günlerdir yükselen dolar kuru 1.80 liradan 1.95 liranın üzerine kadar yükseldi. İstanbul borsası çok kısa bir sürede %20’den fazla değer kaybederken devlet iç borçlanma senetleri yani devlet tahvili ve hazine bonosundan ciddi bir yabancı sermaye çıkışı söz konusu oldu. Bu ani ve şiddetli yabancı sermaye çıkışından kaynaklanan Türk lirasındaki hızlı değer kaybına müdahale Merkez Bankası’ndan geldi. Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle Merkez Bankası, doların değerini düşürmek ve Türk lirasının değerini yeniden artırmak için elindeki rezervlerin yaklaşık %6’sına denk gelen 6 milyar 350 milyon doları bir ay gibi kısa bir sürede satarak tüketmiş bulunuyordu. Ne var ki, bu miktarda bir müdahale bile Türk lirası karşısında doların değerini bir kuruş dahi düşüremedi. Çünkü Türk lirasının değer kaybı, ani ve hızlı yabancı sermaye çıkışından kaynaklanıyor. Bu çıkış tersine döndürülemedikçe Merkez Bankası’nın döviz satışları Türk lirasının değer kaybını belki sadece yavaşlatabilir.
Türkiye Mayıs 2013 itibariyle 53.6 milyar dolara ulaşarak Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın neredeyse %7’sine ulaşan ve hızla artan döviz açığını (cari açık) kapatmak için yabancı sermayeye muhtaç hale getirilmiş durumda. Muhtaç olduğu yabancı sermayeyi bu çıkıştan alıkoymak için Türkiye’nin acil olarak bugün sunabileceği/satabileceği yegâne araç ise maalesef yüksek faiz. Aslında bugün Türkiye’yi faizden başka satacak bir şeyi olmayan bir ülke haline düşüren AKP iktidarının yıllardır sürdürdüğü ekonomi politikası. Her ne kadar bugünlerde başbakan Erdoğan’ın Gezi Eylemleri’ne dair komplo teorisinin meşhur baş aktörü ne olduğu pek de belli olmayan bir “faiz lobisi” olsa da aslında başbakan ve başında olduğu AKP hükümeti yıllardır dışarıya borçlanma ve ithalatı artırma modeliyle şişirdikleri ekonomiyi yabancı sermayeye uygun döviz kurundan yüksek faiz satarak idare ediyorlar.
Evet, AKP iktidara geldiğinden beri dış borca ve ithalata dayalı bir büyüme modelini uyguladı. Bu ithalata dayalı büyüme modeli sonucu Türkiye’nin 2002 yılında 129 milyar dolar olan dış borcu 2012 sonunda 336 milyar doları aştı. Hazine Müsteşarlığı resmi verilerine göre toplam dış borç stoku 2013 Mart ayında 350 milyar dolara ulaşmış durumda. Yani AKP iktidara geldiğinden beri Türkiye’nin dış borcu 3’e katlandı. Dış borç ve ithalata dayalı bu büyüme modelini sürdürülebilir kılacak yurtiçi tasarruflar ise çok düşük seviyelerde. Dolayısıyla AKP hükümeti finansal sistemi “kısa vadeli” yabancı sermaye girişlerini cezbedecek hale getirdi. Bu noktada kısa bir not düşerek “uzun vadeli” ve kalıcı “doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının” (Türkiye’de fabrika kurmak gibi) bu kısa vadeli finansal kâr amaçlı yabancı sermaye girişi yanında önemsiz derecede az kaldığını vurgulayalım.
Eğer 2002 yılından bu yana döviz kuru hareketlerine bakacak olursak AKP’nin en azından bu son aya kadar döviz kurunu baskı altına alarak yabancı sermayeye bu güvenceyi vermeyi başardığını söyleyebiliriz. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında (bugünkü parayla 6 sıfırı attığımızda) dolar kuru yaklaşık 1.5-1.6 lira aralığına ulaşmıştı. AKP iktidarı geçmiş hükümetler döneminde döviz kurunda yaşanan aşırı dalgalanma ve değer kayıplarını kuru baskı altına alarak dengeledi. Zira geçmiş hükümetler döneminde de oldukça yüksek faiz vardı, buna karşın Türk lirası da hızla değer kaybediyordu ve yabancı sermayedarlar yüksek faizden elde ettikleri kazancı Türk lirasının değer kaybından dolayı aynen geri veriyorlardı. AKP hükümeti ise son on sene içinde birtakım kısa süreli sapmalar olsa da doları kabaca 1.35 ila 1.85 lira arasında tutmayı başardı, yani yüksek enflasyona ve faize rağmen Türk lirası ciddi bir değer kaybına uğramadı.
Peki aynı dönemde devlet tahvili faizi ne kadardı dersiniz? TÜİK verilerine göre 2002-2012 yılları arasında devlet tahvilinin toplam bileşik faizi %720 civarında gerçekleşti! Yani örneğin AKP’inin iktidara geldiği 2002 yılında 1,000 dolarını 1.5 liralık kurdan bozdurup 1,500 liralık devlet tahvili alan bir Amerikalı sermayedar 2012 yılı sonuna kadarı 10,800 lira faiz geliri elde ederek parasını 12,300 liraya çıkardı. 2012 sonunda 1.78 civarındaki döviz kurundan tekrar dolar alan sermayedar Amerika’ya 6,900 dolarla döndü! Yani parasını neredeyse 7’ye katladı ve elde ettiği sermaye geliri için hiç vergi ödemedi. Üstelik 2002-2012 yılları arasında Amerika’daki toplam enflasyon Amerikan Çalışma Bürosu istatistiklerine göre sadece %27 idi. Hâlbuki aynı dönemde (2002-2012) TÜİK verilerine göre Türkiye’de toplam enflasyon %300 civarındaydı. Yani yerli tahvil alıcısının faiz gelirinin yaklaşık yarısı enflasyon karşısında erirken Amerika’daki görece bir hayli düşük enflasyon yabancı yatırımcının reel kazancını oldukça yükseğe taşıdı. Amerika’daki bu %27’lik enflasyonu da hesaba kattığımızda 2002 yılında 1,000 dolarlık Türkiye devlet tahvili alan Amerikalı yatırımcının 2012’ya gelindiğinde Amerika’daki alım gücü yaklaşık 5,400 dolara çıkmıştı.
Durumu daha iyi anlamak için aynı yabancı sermayedar parasını Amerika’da değerlendirseydi ne olurdu buna da bakmakta fayda var. Aynı sermayedar 2002 yılında 1,000 dolar karşılığında 10 yıllık Amerikan hazine bonosu alsaydı yıllık en fazla %5 faizden on yılda bileşik olarak maksimum %62’lik bir faiz geliri elde edecekti. Üstelik elde edeceği faiz geliri üzerinden her yıl %30’lara varan gelir vergisi ödemek zorunda kalacaktı. Vergi de düşüldükten sonra 10 yıllık bileşik kazancı %40’lara düşecek yani 2002’deki 1,000 doları 2012’de 1,400 dolar olacaktı. Bu dönemde Amerika’da gerçekleşen %27’lik enflasyonu da hesaba katarsak aynı sermayedarın on yıllık reel kazancının %10 civarında olacağını yani 2002 yılındaki 1,000 dolarının Amerika içindeki alım gücünün 2012’de 1,100 dolar civarına çıkacağını söyleyebiliriz.
Görüldüğü gibi Türkiye’de 2002 yılında 1,000 dolar karşılığı devlet tahvili alan Amerikalı bir sermayedar 2012 yılında parasını enflasyondan önce 6,900, Amerika’daki enflasyon da hesaba katılınca 5,400 dolara çıkarabiliyorken, aynı parayı Amerikan hazine bonosuna yatırdığında 10 yıl sonra 1,400 dolar sahibi oluyor ve enflasyondan sonra da alım gücü ancak 1,100 dolara çıkabiliyor.
Yukarıdaki bu basit karşılaştırma bile Türkiye’nin AKP hükümeti tarafından yabancı sermaye için nasıl bir faiz cennetine dönüştürüldüğünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekte. Dolayısıyla illa bir faiz lobisi aranıyor ve Türkiye’de yabancı sermayenin taşeronluğunu kimin üstlendiği soruluyorsa bunun aslında AKP hükümetinin ta kendisi olduğu ortada.
Yükselen Dış Borç, Azalan Tasarruflar ve Yatırımlar
Bu sorunun cevabı da yine AKP hükümetinin ekonomi politikasında gizli. Üretime, teknolojiye ve yaratıcılığa değil yurtdışında halihazırda üretilmiş olanı ithal edip pazarlamaya dayalı bir ekonomi modelini “ekonomik büyüme” olarak lanse eden AKP, Türkiye’yi Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın %35’ine varan dış borç ve %7’sini aşan cari açıkla baş başa bıraktı. Bu yüksek dış borç ve cari açık sorununu çözecek yapısal hiçbir yatırım ve plan ortaya koymadı. Onun yerine dış açığı kısa vadeli yabancı sermaye ile kapatma-örtbas etme yolunu seçti. Hâlbuki dünyada 80’li yıllarda Türkiye ile aynı noktada başlayıp bugün hem ekonomik hem insani gelişmişlik anlamında çok öteye giden birçok ülke mevcut.
Dünyada cari açık vermeyen hatta cari fazla veren ülkeler bunu iki şekilde başarır. Birincisi petrol, doğal gaz ve değerli madenler gibi zengin doğal kaynaklara sahip olup bunları satarak, ikincisi ise eğitime ve ileri teknolojiye yatırım yapıp katma değeri yüksek ürünler üretip satarak. Türkiye’nin zengin petrol ve doğalgaz kaynakları olmadığına göre dış borç ve cari açık sorununu kökünden çözmek için başvurabileceği yegâne yol tıpkı birçok Uzakdoğu ülkesinin 80’li yıllarda yaptığı gibi eğitim ve ileri teknoloji yatırımları olabilirdi. Gel gör ki, AKP hükümeti döneminde Türkiye’deki tasarrufların da o tasarruflarla yapılabilecek yatırımların da Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranı artacağına azaldı.
AKP iktidara geldiğinde %19 civarında olan yurt içi tasarrufların GSYH’ye oranı 2012’de %13’e kadar düştü. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse tasarrufların GSYH’ye oranı bu dönemde Çin’de %54’e, Hindistan’da %34’e ve Güney Kore’de %31’e çıktı. AKP hükümeti ise Türkiye’de bu dönemde yapısal yatırımlar için tasarruf etmek yerine yurt dışından gelen kısa vadeli hazır sıcak parayla günü kurtarmaya çalıştı. Yani satacak petrolü veya ileri teknoloji ürünü olmadığı için faiz satarak cari açığını kapattı.
AKP döneminde gerçekleştirilen düşük orandaki yatırımlar ise altyapı, inşaat ve turizmden ibaret kaldı. Bir dönem hızlı nüfus artışı ve büyük kentlere göç ile hızla büyüyen inşaat sektörü, bugün krizin eşiğinde. İstanbul başta olmak üzere büyük kentler kimsenin satın almadığı onbinlerce boş daire ve kimsenin gitmediği onlarca alışveriş merkezi ile doldu. Konut ve alışveriş merkezleri boş kalınca bu defa gereksiz ve anlamsız altyapı projelerine yönelindi. Örneğin İstanbul’da hâlihazırdaki havalimanlarına ek pistler yapılarak 45 milyonluk yolcu kapasitesi iki katına çıkarılabilecekken gerçek ihtiyaç hesaplaması yapılmadan 150 milyon gibi uçuk bir kapasiteye sahip yeni havaalanı projesi ihale edildi (karşılaştırma için dünyanın en yoğun havaalanı olan Amerika’daki Atlanta havaalanının kapasitesi 95 milyon.) Kanal İstanbul gibi çok büyük çaplı ancak anlamı ve amacı belirsiz projeler ortaya atıldı. Tüm bunlar ekonomiyi canlandırmak için kaldırım taşlarının sökülüp yeniden yerine dizildiği dönemleri hatırlatıyor ve AKP iktidarı altındaki ekonominin krizinin iyice yaklaştığını bizlere haber veriyor.
Keza AKP döneminin imalat sanayii verileri de yine Türkiye’nin bu düşük tasarruf ve yatırım ortamında neden başlıca dış satım kaleminin faizler haline geldiğini gözler önüne seriyor. AKP iktidara geldiğinde imalat sanayiinin GSYH içindeki payı %18 iken on yılın sonunda imalat sanayiinin milli gelir içindeki payı %15.6’ya indi. Türkiye dünya imalat sanayi üretimi sıralamasında 1990’da 13., 2000 yılında ise 15. sıradayken AKP döneminde 2010 yılında dünyanın en büyük 15 imalat sanayi ülkesi sıralamasının dışında kaldı.
Böylesi bir ekonomik anlayış karşısında Türkiye’nin AKP’nin öngördüğü gibi 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi söz konusu bile değil. Hatta Türkiye’nin şu anki sırasını bile koruyup koruyamayacağı meçhul.
AKP iktidarında ciddi anlamda büyüyen bir tek sektör oldu, o da finans ve bankacılık sektörü. Yabancı sermayeye sattığı başlıca şey borsası ve faizi olan bir ekonomide buna şaşırmamak gerekiyor elbette.
Böylesi bir ortamda başbakan Erdoğan’ın “faiz lobisi” diye bir grup icat edip bunu ülkenin baş düşmanı olarak ilan etmesi bizlere George Orwell’in 1984 romanının karanlık dünyasında insanlara “savaşı barış, köleliği özgürlük ve cehaleti erdem” diye gösteren iktidarları hatırlatıyor. Zira Erdoğan hükümeti iktidara geldiği günden beri yabancı sermaye girişini teşvik etmek için vergisiz, sorgusuz, sualsiz düşük kurdan yüksek faiz vermek üzerine kurduğu düzeni bugün bizlere “faiz lobisi karşıtlığı” olarak göstermeye çalışıyor.
Murat Güney – www.davetsizmisafir.org
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…