Kategoriler: Dış Köşe

Memleketin bağırsak sorunu ve ishal olma ihtimali…- Murat Sevinç

Murat Sevinç’in yazısı www.diken.com.tr sitesinden alındı

Çocuklardan birine “Elini prize sokma evladım, çarpılırsın” dediğinizde, sokmuyor. Eylem ile sonucu arasındaki bağı kurabilecek temel eğitimi almış. Bir diğeri, parmağını sokup çarpılıyor ve bir daha yapmıyor. Deneyimle buluyor doğru yolu.

Üçüncü tip ise aynı şeyi defalarca yapıyor. Ne kadar uyarırsanız uyarın. İntikam almak ister gibi. Hem kendi canı yanıyor hem de sizi korkutup sinirinizi bozuyor. Atsan atılmaz, satsan satılmaz.

İşte bu üçüncüsü, çok tanıdık!

12 Eylül darbesi olduğunda çocuktum. Atmosferi hatırlayabilecek yaştaydım. Devletin, Kürtleri, solcuları ve olaylara karışmış Ülkücüleri öldürüp işkence yaptığı yıllar. Tabii Kürt diye bir ‘şey’ yoktu, resmi söylemde ‘dağ Türkleri’ idi onlar. Lise yıllarındayken çatışmalar başladı. Üniversite dönemi de bu atmosferde geçti.

Devleti yöneten parlak takım elbiseli sevimsiz herifler her gün TV’ye çıkıp ‘ölenlerin kanlarının yerde kalmayacağını,’ ‘mücadelenin tek bir terörist kalana dek devam edeceğini’ ve tabii ki ‘kararlılığımızı hiç kimsenin test etmemesi gerektiğini’ söylüyordu.

Üzerinden 30 yıldan fazla geçti. 40 binin üzerinde insan öldü. Dünya değişti. Batı demokrasilerinde yönetim biçimleri dönüştü. Daktilodan bilgisayara geçildi. Yakışıklılık denildiğinde Alain Delon’u örnek veren nesil yaşlandı.

Gel zaman git zaman, bir ara devlet, ‘analar ağlamasın’ sloganıyla ‘barış süreci’ başlattı. Ortalık biraz sakinledi. ‘Uygarlığın’ hiç olmazsa ‘U’su belirebilirdi. Şu oldu bu oldu derken, bir iki yıl içinde malum gerekçelerle ‘şehitler ölmez’e varıldı yeniden. Sanırım aynı kapıya çıktığını düşünen çok insan var Türkiye’de; şehitler ‘zaten’ ölmediği için anaların ‘zaten’ ağlamayacağını varsayan! Analar ağlamasın denildiğinde çılgınca alkışlayan kitleler, şehitler ölmez sloganına daha da güçlü alkış tuttu.

Şimdi yine eski sözler, klişe sloganlar, aynı şahlanan milliyetçilik. Zaten söz konusu milliyetçi çığırtkanlık olduğunda, özlenen birlik ve beraberlik (ayran ile rakının kardeşliği) hızla ‘tesis’ edilebiliyor. İki gün önce çok sayıda belediyeye kayyum atandı. Bugüne dek hiç kimsenin aklına gelmeyen bir ‘çözüm’ yolu buldular anladığım kadarıyla! Uzatmaya gerek yok.

Kürt sorununun çözülmemesi için gereken ne varsa, layıkıyla yapılıyor. Bugün lise çağında olan çocuklar, 30 yıl sonra, ‘biz gençken de böyleydi’ diyebilsinler diye herhalde. Kuşakları acı ve mutsuzlukta ‘eşitlemek,’ her bir neslin aynı bataklıkta yaşamasını sağlamak için!

Hep aynı yolu deneyerek farklı sonuç alma beklentisi, yalnızca Kürt sorununda değil, her konuda söz konusu. Şu anayasa dışı, hukuk dışı OHAL KHK’leri örneğin. Ya da on binlerce insanın bir anda suçlu ilan edilmesi. Yargılanmadan, soruşturulmadan, ne oldukları anlaşılmadan, bir gecede işlerinden ekmeklerinden edilmeleri. Aranan insanların yakınlarının rehin alınması.

Mala mülke el koymalar. Türkiye bazı uygulamalarında 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın gerisine düşmüş durumda.

Oysa memleketin bu hale gelmesinde, iki üç yıl devam eden ve yüzlerce insanın canını yakan o berbat yargılama süreçlerinin büyük payı var değil mi? O dönemde aklı başında, dürüst insanlar davalardaki hukuk dışılıklara dikkat çekiyordu. Davaların içeriğinden söz etmiyorum. Gündeme gelen bazı iddialar doğru (ki yargılananlar tarafından kabul edilen isnatlar vardı), bazı iddialar ise külliyen yalan olabilir. Benim açımdan bunun hiç bir önemi yok. Savcı ve hâkim değilim.

Önemli olan ve olması gereken, çok daha basit bazı temel ilkeleri savunma iradesini sergilemek. Nedir bunlar? Suçun şahsiliği gibi, kanunsuz suç ve ceza olamayacağı gibi, mahkeme kararı ile sabit olana dek herkesin suçsuz kabul edilmesi gerekliliği gibi, kanuna aykırı delillerin kabul edilemezliği gibi, yargılamada silahların eşitliği gibi ilkeler. Bu denli basit, birinci sınıf çocuklarına öğretilen temel kurallardan söz ediyorum. İnanın, şu sadelikte bir ‘tavır’ dahi Türkiye’nin bu hale gelmesini engelleyebilirdi.

Söz konusu ‘basitliği’ biraz daha açayım ki varmak istediğim yere gidebileyim.

Malumunuz, bazı meslekler önemli oluşlarının ötesinde saygı görürler toplumda. Özellikle din adamlığı, hekimlik ve hukukçuluk. Hiç kuşkusuz başta hekimlik (olağanüstü zor olanı) olmak üzere, önemli işler bunlar. Fakat gereğinden fazla saygı duyulmasının bir nedeni de, kullandıkları dil. Üçünün de ne dediği anlaşılmaz! Türkçe konuşmazlar çünkü.

İkisi Arapça, Farsça, eski Türkçe; biri Latince kavram seti kullanır. İnsan, bilmediğine/anlamadığına daha fazla saygı duyar gayriihtiyarî. Kişisel olarak ne zaman bir hekime yolum düşse, sanki ömrümde ilk kez konuşabilen bir insan görmüş şaşkınlığıyla bakıyorum yüzüne. Anlamakta zorlanıyorum çünkü.

Oysa bu meslek mensuplarının çalışma alanları, uzmanlık bilgisi dışında, bir de ortalama insanın ‘yaşam bilgisine’ hitap eden/dayanan niteliğe sahip.

Konumuz olan hukukçulara/avukatlara bakalım. Bütün o süslü püslü sözcüklerin tanımladığı ‘durumlar’ günlük yaşamın ta kendisi aslında ve hukuk normları dışındaki toplumsal unsurlarla da yakın ilişkili. Örneğin hırsızlık fiilinin suç olarak tanımlanmış olması gibi. Aynı fiil, hem dini kurallara hem toplumsal/ahlaki normlara aykırı. Yani TCK’de yazıyor olmasa da, herkes hızsızlık yapmanın ‘kötü’ bir şey olduğunu düşünür. Ya da birini aldatmanın, birini darp etmenin, birini öldürmenin vs.

Hukuk adı verilen olgunun yaptığı, çoğu zaman toplumsal kabullerle de örtüşen davranışları, durumları, kanıları, çağlar boyunca oluşmuş bazı ortak ilkeler ışığında (ve baskın sınıfın mayasıyla) ‘norm’ haline getirip aralarında hiyerarşi yaratmak. Kuşkusuz çok basitleştiriyorum ancak üç aşağı beş yukarı bunlar söylenebilir.

Demek ki, örneğin ‘henüz yargılanmamış bir insanın suçlu kabul edilemeyeceği,’ herhangi bir hukuk metninde yer alsa da almasa da, hukuk formasyonu olmayan bir insanın rahatlıkla ‘tahmin edebileceği’ bir ilke. Ya da kime sorsanız, “Bir insan suç işlediyse çoluk çocuğunun ne suçu var kardeşim?” diyebilir.

Bunun için ‘suç ve cezanın şahsiliği’ ilkesinden haberdar olması hiç şart değil. Sayısız örnek vermek mümkün.

Türkiye’de yıllardır iğfal edilen hukuk ilkeleri, işte bu denli basit kabullerden oluşuyor. Dolayısıyla, bir insanın gözaltına alındığı an suçlu ilan edilip lince maruz kalması gibi bir örnek bize iki şey gösteriyor: İlki, temel hukuk kurallarından birinin ihlal edildiğini. İkincisi, böyle bir yazılı hukuk kuralı olmasaydı dahi, toplum ortalamasının çok sıradan bir ahlaki ilkeden mahrum olduğunu.

Ezcümle, özellikle böylesi konulara dair ‘hukuka aykırılıkların’ artması, toplumun da geldiği vahim noktanın göstergesi. Tersinden söyleyeyim: Çoğunluğu dürüst insanlardan oluşan bir toplumun devleti, ne kolay kolay sahte delillerle yargılama yapabilir ne de bir gün muhterem dediğini ertesi gün vatan haini ilan edebilir.

Çünkü o dürüst yurttaş ortalaması, soru soracaktır. Çok basit, çok temel, çok bildik soruları.

Bir devlette insanların adaletsizliğe uğramaması için en temel, çok basit bazı ‘evrensel’ ilkelere, asgari saygı göstermek yeterli.

Üç beş yıl önceki mahkemeler esnasında temel yargılama ilkelerine uyulmadı. Aklı başında, dürüst insanlar bunu dillendirdi. Davalara verilen siyasi destek sayesinde beş para etmez savcılar kahraman ilan edildi. Her şey birbirine karıştırıldı. Muhalif sesler aynı torbaya doldurulmaya çalışıldı. İtiraz edenler darbecilikle itham edildi. Sonunda tüm davalar çöktü.

Bugün yapılanlara da yine aklı başında insanlar karşı çıkıyor. Yine her şey birbirine karıştırılıyor. Yine yanlış yöntemler uygulanıyor. Yine ve bu kez inanılmaz kalabalık bir yurttaş kitlesi ya işinden ediliyor ya endişeli halde bekliyor. Yine muhalif sesler aynı çuvala tıkıştırılıyor. Yine hukukun temel ilkeleri ihlal ediliyor.

Her şeyi savunmaya hazır soytarılar bir yana Türkiye’de hiçbir hukukçunun arkasında duramayacağı OHAL KHK’leri çıkarılıyor. Önceden, ‘uyaranlara’ darbeci diyen budala bir kitle vardı; şimdi bir diğer kitle bu kez FETÖ sempatizanlığıyla itham ediyor, uyaranları.

Sonuç? Aynı yöntemle farklı sonuç alınamayacağına göre, kuşkusuz bu kez çok daha kısa sürede çökecek günümüz uygulamaları. Sürpriz yok bu işlerde. Yanlış yöntemle doğru sonuç alınmaz. Karmaşık değil anlayacağınız. Ardından bir kez daha ‘kandırıldık,’ bir kez daha ‘Allah affetsin’ ve belli ki bir kez daha ‘alkış, alkış…’

Geldik yazının başlığına. Önceki yargılama furyası “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” zırvasıyla pazarlanmıştı. Üç beş yıl sonra anlaşıldı ki bağırsaklar temizlenmediği gibi, şiddetli bir peklik söz konusu. Memleket ayakyoluna çıkacak halde değil. 15 Temmuz sonrası bu kez sabah akşam ölçüsüzce müshil verilmeye başlandı.

Ancak malum, bunun da fazlası çok fena. Böyle giderse altını tutamaz hale gelecek koskoca Türkiye. Şimdiden emareleri var. Ahmet Altan ve Mehmet Altan’ın ‘subliminal yolla darbe mesajı verdikleri’ gerekçesiyle gözaltına alınmaları gibi. La havle!

İnsanlar sorgusuz sualsiz ekmeğinden edildiğinde sevinenler, kendi paçasını kurtarmak için meslektaşını ihbar edenler, solcular ve Kürtler atıldığı sürece olup bitende hiç sorun görmeyenler, işkence fotoğraflarına tezahürat yapan klavye ahlaksızları, yazarlar cezaevine girdiğinde zevk çığlıkları atanlar.

Tüm bunlar, Türkiye’de en temel hukuk ilkelerinin nasıl böylesine rahat ihlal edilebildiğinin gerekçeleri.

Bir yazar gözaltına alındığında, bir akademisyen sorgusuz sualsiz işinden atıldığında ‘iyi olmuş namussuza,’ ‘sülalesini de alsınlar,’ ‘assınlar ulan,’ ‘şerefsiz vatan haini ulan’ tepkilerini verenler, devletin tüm ‘muhtemel’ hukuk dışılıklarının güvencesi konumunda. Arkasında böyle bir yurttaş kitlesi olan hiçbir ceberut idarenin sırtı yere gelmez. Doğru dürüst gazete dahi okunmayan bir memlekette, yazarı, çizeri, akademisyeni katrana bulamak!

Döne döne aynı berbat şeyleri yaşıyoruz. Çocuklukta, gençlikte, orta yaşta. Dünya hızla değişiyor, elimizde akıllı telefonlar, önümüzde bilgisayarlar. Bugün 12 Eylül. Darbenin üzerinden 36 yıl geçti. Tam 36 yıl sonra, faşist cuntanın yaratığı olan mevzuatın en vahim uygulamalarıyla karşı karşıyayız. Darbe anayasasının temel ilkeleri dahi askıya alınmış durumda.

Yaşananlar ne denli vahim olursa olsun ‘iyi bayramlar’ dilemek adettendir. Doğru olan da budur belki. En kötü günde dahi ihmal edilmemeli insani yakınlaşma fırsatları. Hâl böyleyken, dürüst insanların, başkasının mağduriyetine sevinmek dışında hasleti bulunan namuslu insanların, adaletli ve ilkeli insanların bayramı kutlu/mübarek olsun. Diğerlerinin, olmasın.

Bir de tabii, son KHK ile işinden olan değerli meslektaşlarımıza selam etmek isterim. ‘İmzacı’ oldukları için, fırsat bu fırsat denilerek ihraç edilen meslektaşlarımıza.

Bizim SBF’den atılan Nail’e, Onurcan’a, Celil’e, Aysun’a, Ozan’a, Kamuran’a, Ezgi’ye; İLEF’ten Gülseren’e, İlkay’a, Vahdet’e, Can Irmak’a (açığa alındı); DTCF’den Esra’ya…

Yazı önerisi: Meslektaşım Kerem Altıparmak OHAL KHK’si üzerine nefis bir yazı kaleme aldı. Hararetle önerim. Bu yazıları fahri kara kuvvetleri komutanı TBB Başkanı da okuyordur umarım. Temel hukuk ve insan hakları bilgisi herkese lazım.

Murat Sevinç – Diken

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar