Keş, Çağrı ile birlikte poz veriyor
***
Geçen hafta Bayramiç’te Ipad’ime internet için data hattı almak istedim. İsteğim aylık 1 Mb alıp çıkmakken satıcı adam beni 1-4-5-10 MB’lik kampanyalı seçeneklere boğdu, ben de sıkıldım, kampanya varsa kesin bi bişey vardır diye huylandım, bin tane soru sordum. Adam “Nereden geliyorsunuz?” dedi-cevabı bilerek. Söyledim, “İstanbullular çok şüpheci oluyor ya…” dedi. “Biz hepimiz böyleyiz işte İstanbul’da, manyağa çeviriyorlar bizi” dedim, güldük geçtik ağlanacak halimize.
Kapı kilitlemeden oturmak, birilerinden “Ayıp olur şimdi” demeden iyilik istemek, ihtiyaç halinde komşunun buzdolabını, çamaşır makinasını kullanmak, evden çıkacak durumda olmayan arkadaşın için ‘hazır Bayramiç’teyken alışveriş yapmak’ küçük yer alışkanlıkları daha çok. Büyük şehirde neden olmuyor? Altyapı gelişmiş olduğu, herkes işini kendi görebildiği için belki; ama biz de teşvik etmiyoruz, odağımız sadece kendi hayatımız oluyor. Ben bu samimiyeti ve dayanışmayı şehre de taşımaya çalışıyorum ufak ufak.
Geçtiğimiz hafta Sevinç Abla’ya yabani ot toplamada yardım ettikten sonra zeytinleri budayıp, dalları keçilerine götürdük. Yukarıda da göreceğiniz ‘Keş’ çok kafa bir keçi (ki bence adı yine 3 harfli başka bir şey olmalıymış, karakteriyle mütenasip!). Kafa keçi ne demek? Anlatılmaz, tanışmak lazım… Bileğimdeki boncukları yolmaya çalışan, pelerinime kedi gibi sürtünüp kafasını gömen, Hüsamettin Abi’ye coşkuyla tos atan, Çağrı’yla aynı onun gibi gülerek vesikalık çektiren komik bir yaratık. Belki de bunlar olağan keçi davranışlarıdır, bilmiyoz, şehirliyiz ya!
Hüsamettin Abi ile Sevinç Abla’nın keçileri
Keçi demişken… Küçük yerlerde cami hoparlörlerinden genelde cenaze, düğün ya da deniz seferlerinin anonslarının yapılmasına denk geldim ama bu seferki farklıydı:
“x köyünden y kişisi, z adet keçisini/koyununu satmaktadır”. Böyle anlarda bir film karesindeymişim gibi hissediyorum.
Kırsalda doğanın sözü geçiyor. Tüm işler hava durumuna göre belirlenmek zorunda. Yağmurun geleceğini biliyorsan planlamanın ölçeği ‘Çamaşırları toplamalıyım’dan ‘Kiremitleri onarmalıyım’a varabiliyor. Dışarıda bekleyen odunları vaktiyle içeri alman, yaşlarsa kurutman gerekiyor. Yağışsız günlerde dışarıda yapılacak işlere öncelik verilirken, yağmurlu/karlı günlerde işler kapalı mekanlara kayıyor; bostan çiti çakmak yerine, evin tavan süpürgeliklerini çakmak, üzümsülerin nereye dikileceğini planlamak gibi.
Her sabah yağışölçer ile yağış miktarını ölçüyoruz. Benim bulunduğum 2 hafta içinde 0 ila 35 mm’yi gördük. Yılın hangi döneminde ne kadar yağış düştüğünü bilmek, kırsalda yaşayan herkes gibi Kızıltepe için de önemli. Beklenmedik uzun yürüyüşlere de hazırlıklı olmak gerekiyor. Eve giden toprak yol balçık olduğu için arabayı ana yola yakın park edip, oradan elimiz kolumuz, sırtımız pazar alışverişi ve öteberiyle yüklü bir halde yürümemiz gerekti mesela.
Kızıltepe’deki ilk günlerimde, yeşil yeşil arsalardan geçerken birden koca bir kumluk dikkatimi çekti. Dağda kumsal?? Hayal gücü geniş bir köylünün fantastik projesi mi acaba? Saf saf “Buraya kum mu dökmüşler?” diye sordum ve böylece sürülmüş toprakla sürülmemiş toprağın farkını net biçimde görmüş oldum. O çıplak, değerini kaybetmiş topraktan bir beklenti var mıdır hala bilmem ama üzerine havlu atılıp güneşlenilebilir, yağışlarda da akan toprak kanosu yapılabilir bence.
Burada zaman televizyon izleyerek geçmiyor. Vaktimizi ve beyin hücrelerimizi uçurtma uçurmaya, karda oynamaya ya da genel olarak bir şeyler üretmeye ve onarmaya saklıyoruz. Permakültürle ilgili filmler izleyip sera/bostan/kompost/malç yapımına kafa yoruyoruz. İstanbul’dakilerin sağlıklı gıdaya ulaşma hakkı var mı, kırsaldakiler şehirliler için gıda üretip onların işlerini kolaylaştırmalı mı yoksa şehirli sıkıştıkça kendi gıdasını üretmek için kamçılanır mı sorularından yola çıkıp ekofaşizmi tartışmaya başlıyoruz.
İki hafta sonunda, akan sıcak suyla yıkanma özlemimiz bizi Çan’da termal otele kadar götürdü. Köyde yaşayan arkadaşlarımın şehre gelince banyolara doyamamalarını şimdi anladım. Termal banyo kısmı güzel de havuzda 37 derece su iyi gelmedi bana, başım döndü vallahi. Üzerine yaptırdığım kil maskesi işin kreması oldu, bebek gibi yumuş çıktık tesisten.
Dolu dolu bir 2 haftaydı, huzurla ayrılıyorum. İki hafta yetmiyor şüphesiz bir yeri tanımak, hayatını nasıl kurmak istediğini netleştirmek için. Kendime ve toplulukla yaşama dair gözlemlerim var elbet ancak bunları paylaşmak için erken belki de. Düşünce denen şey geçici, değişken. Bir zaman daha geçsin bakalım. Ben yine şehre döneyim, sonra yine özleyeyim buraları, yine geleyim.
Ceylan Yurdakuler
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…