Ekolojik geri-zekâlılık

Recordmag‘da şehirden doğaya kaçan iki kadının (Burcu Ertunç ve Sinem Demir) ekoloji hakkında yaptığı keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz

* * *

“…Çevreye özen göstermek bir hareket ya da bir ideoloji değildir. O, bizim evrimimizdeki bir sonraki adımımızdır. Çünkü insanoğlu, içinde tüm yeryüzünü koruma ve kollama hücresini taşıyan bir hayvandır.”

Daniel Goleman

Bugünler, tam da Sinop Gerze’den güzel haberler alıp, umutlanacağımız günler olmalı. Ancak yaşamı tehdit eden yeni(!) tehlikeler umutlanmamız için bize pek zaman bırakmıyor gibi…

“…Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 26 Eylül’de yaptığı duyuruda, Babadere mevkiinde toplam gücü 1634 MW olan bir termik santral yapımı için ÇED sürecinin başladığı açıklandı…. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi termik santral kurulması istenen alanın Çanakkale’nin en önemli tarımsal üretim bölgeleri arasında olduğunu ve belli alanlarında da organik tarım yapıldığını belirterek projeye karşı çıktı.” (Bianet.org’un 5.10.2013 tarihli haberinden)

Bazıları benim gibi doğayı ve adil bir yaşamı tehdit eden bu haberleri okuyup okuyup parlamaktan daha fazlasını yapabiliyor, Sinem Demir gibi. Onunla bu yaz, Bohçamda Anadolu yolculuğunu yaparken, bizi evinde misafir ettiği zaman tanışmıştım.

Sinem Demir, otuzlu yaşlarının başında bir klinik psikolog, iki senedir Rize’de yaşıyor tek başına. Hem mesleğini yapıyor hem de evinin arka bahçesini saran çaydan arda kalan küçücük yerde ihtiyacı olan sebzeyi, otları, bitkileri yetiştirmeye çalışıyor. Sinem, termik santral ve HES gibi Karadeniz’deki yaşamı tehdit eden birçok ekolojikgerizekâlılık ürünü proje (bkz.: politikekoloji) için uzun yıllardır direnişlere destek vermiş; gerektiğinde kendini kepçenin önüne atmış, Ankara’ya yürümüş, mitinglere katılmış, ev ev dolaşmış, evi direniş olmuş bir genç kadın. Yereldeki direnişin problematiğini çözmüş kendince. Şimdilerde ise biraz daha bahçesine odaklanmak istiyor; tohumlarını ekiyor, sobasını kurmuş penceresinden Rize Kalesi’ni izliyor ve hem de tabiat ana için şarkılar yazıyor, söylüyor… Yorulduğu ya da yıldığı için değil artık yeni bir direniş, yeni bir eylem planına ihtiyaç duyduğu için.

Sinem ile recordmag için sohbet ettik.

Burcu: Ekolojik zeka diye bir kavram var; insanın içinde, doğa ile bağ kurmasını sağlayan ekolojik hücreler olduğunu varsayıyor ve bizim o hücrelerle ne kadar uyumlu yaşadığımız ve onlarla kurduğumuz ilişkideki becerilerimiz bir şekilde ekolojik zekâmızın ne kadar gelişkin olduğunu anlatıyor sanırım. İnsanî eylemlerin doğanın değişkenlerini derinden etkilediği bir çağda yani antroposende olduğumuza göre her birimizin kişisel edimlerinin ekosistem üzerindeki etkisini anlaması öyle böyle değil, hayati derecede önemli. Anladığım, kişinin, doğayla uyumlu ve sürdürülebilir yaşam alanlarına erişebilmesi için bizzat kendi ekolojik zekasını keşfetmesi gerekiyor.“Nerede bu ekolojik IQ’su kuvvetli insanlar?” sorusu geliyor aklıma. Ne dersin?

Sinem: Bu ifadeyi ilk kez duyuyorum ama anlıyorum. Tabii, inanılmaz bir göç ettirme politikası uygulanıyor. Köyleri, doğal bütün alanları boşaltma ve insanları büyük kentlere çekme politikası gittikçe güçleniyor. Paranın hüküm sürdüğü, para dışındaki değerlerin gereksiz ve aptalca olduğu fikrinin pompalandığı bir dönemdeyiz neticede. Ekolojik zekâsı olabilecek, bulunduğu yerde bir şey geliştirebilecek, değişim yaratabilecek insanlar kentlere göçe mecbur hale bırakılmış olmalılar.

Burcu: Kent merkezlerinde de doğa ile ilişki kurmak ya da kendi içindeki o hücrelerin varlığının farkına varmak herkes için pek mümkün değil galiba…

Sinem: Ekolojik zekâ dediğin şeyi burada hala bahçecilik yapan insanlarla iletişime geçtiğimde hissedebiliyorum ben. Onlarla çok daha rahat iletişim kurabiliyorum. İnsanlar seyahat ettikçe, yaşantılarını değiştirmeye niyet ettikçe bu etkileşim ve güzel diyaloglar artacak. Bu alışverişe ihtiyaç var. Kente göç ede ede yalnız kalmış bir kırsal alan var, kentte de insan yığını içinde bir izolasyon var. Herkes yalnız aslında… Okusun okumasın, kentlerde yaşamış belli duyarlılıkları gelişmiş insanlar emekli olmayı beklemeden risk alarak bu bölgelere gelmeli. Ben de bu riski aldım, 7-8 ay fakirlik bile değil belki açlık sınırında yaşadım, İstanbul’daki kurulu düzenim burada yoktu maddi olarak ama bir şekilde başardım çünkü daha fazla dayanamıyordum.

Topraktan bıkanlarla ona aç olanlar arasında bir iletişim gelişirse yeni bir enerji ortaya çıkacak.

Burcu: Toprağıyla ilişkisini asgari düzeyde de olsa sürdürenler de bazen o kadar uzaklaşmış, o kadar yabancılaşmış oluyorlar ki kendi elleriyle satabiliyorlar atadan, deden yadigâr topraklarını. Duyarsızlık bir yana, sanki kentte yaşıyormuşçasına tüketimin kölesi olabildiklerini görüyorum kendi yolculuklarımda.

Sinem: Evet, çoğu yerde tarımla uğraşan insanlar bile doğanın tam olarak farkında olmayabiliyorlar. Doğa, güzel olmaktan çoktan çıkmış, yer yer işkenceye ya da kişinin ulaşamadığı o hayatın önüne çekilen bir engele dönüşmüş. Ancak şöyle bir şey var ki sevdikleri şeyin, bağlı oldukları doğanın güzel olan kısımlarını dışarıdan gelen biri değerlendirdiğinde yeniden fark edebiliyorlar. Dışarıdan kentten biri gelip onların basit gördüklerine ‘bu harika bir şey’ dediğinde o diyalogda güzel, hoş bir alışveriş başlıyor. Ben, büyük şehirden ayrılırken bir şeyleri kaybetmiş olarak kırsala döndüm; bende hiç bilgi yoktu ve şu an onların bilgilerinden yararlanıyorum, onların ihtiyacı olan ise sahip olduklarının ne kadar değerli olduğunun kulaklarına fısıldanması. Kendimce bunu yapmaya çalışıyorum.

Burcu: Mesela…

Sinem: Mesela bu sene kış bahçeciliğine de başladım. Yeni şeylere başlamak hem içimden geliyor hem de bunu bir sorumluluk olarak görüyorum açıkçası. Bunları yapmaya başladığımdan beri çocuk yaşlardan beri bahçelerde çalıştırılıp, bu işlerden bıkmış olan komşum ‘Sen geldiğinden beri bende de bir heves oldu’ diyor. Topraktan bıkanlarla ona aç olanlar arasında bir iletişim gelişirse yeni bir enerji ortaya çıkacak. Buradaki iki yıllık deneyimimde bunları gözlemliyorum.

Burcu: Kırsal yaşam alanlarının boşalması, oradaki üretken yaşam biçiminin değişmesi, şirketleşen devletin ekolojik zekâ pırıltısı taşımayan projelerini hayata geçirmesine sebep oluyor.

Sinem: Tabii, ama insanlar sadece politik ve ekonomik sebeplerle göç etmiyorlar. Anadolu çok geniş bir coğrafya, bir yandan da doğası gereği bazı açılardan dar geliyor insanlara. Yani, dış dünyayı kendi dünyasından daha zengin ve iyi görmesi, kendi içinde aşırı gözlemci, eleştirel ve yargılayıcı olması, sürekli dedikodu yapması, yaşamı birebir paylaştığı toplulukta baskı uygulaması insanlarda duygusal zafiyetlere sebep oluyor. Göç edenler, bir şekilde büyük şehre gidip görünmez olmak ya da her akşam televizyonda görüp de sahip olamadıkları, ihtiyaçları olmayan ama özendikleri yaşama kavuşmak istiyor…

Sadece doğa içinde olup ondan üretmek hayattaki bir başarısızlık olarak algılanıyor buradaki insanlar tarafından.

Burcu: Sen neler yaşıyorsun, nasıl karşılandın Rize’nin merkezinde?

Sinem: Benim davranışlarım yargılanma anlamında izlenmiyor, çünkü dışarıdan gelmiş ve okumuş bir insanım. Bahçecilikle vs. ile ilgili yaptığım her türlü olumlu şey ise aslında olduğundan daha olumlu bir şeymiş gibi algılanıyor. Ama benim yerimde buralı birisi olsa ve başka bir iş yapmayı reddedip sadece tarımla uğraşıp, benim yaptıklarımı yapsa onun davranışlarını didikleyip yargılayabiliyorlar. Sadece doğa içinde olup ondan üretmek hayattaki bir başarısızlık olarak algılanıyor buradaki insanlar tarafından. Bir de kendinden olanı daha çok hırpalama kültürü var, ailemizden olanı bir yabancıyla karşılaştırma ve kendinden olanı kötüleme gibi… Köy ve kent arasındaki ilişki arttıkça, yaşam alanları üretme temelinde paylaşıldıkça Anadolu’daki insanların bir diğerini sürekli gözetleme, kontrol etme alışkanlıkları da kırılacak.

Gerçekçi olmak ve hakikaten harekete geçmek gerekiyor

Burcu: Sivil toplum örgütlerinin görevi ağır, kamuoyu yaratmaya çalışıyorlar, bir yandan direnişlere destek verip bir yandan da yasal süreçleri takip ediyorlar sence ekolojik zekâmız o cephede nasıl?

Sinem: Kent ve kırdaki bölünme bu hareketlerde de var ne yazık ki. Bir de sanki insanların çoğunda şöyle bir tutum var: ‘Ben ekolojik meselelerden bahsediyorsam, bununla ilgili duyarlılığımı sergiliyorsam sorumluluğumu yerine getiriyorum ve hayatımın diğer alanlarında ne yaptığıma çok da dikkat etmesem olur’. Öyle değil işte; çevre hareketlerinin içinde olanlarla birlikte hepimizin sürekli olarak kendimizi test etmemiz, sınamamız ve yaptıklarımızı yeniden düşünmemiz gerekiyor. Konuşurken itip kaktığın kötülediğin şeyleri kullanmayacaksın mesela, mutlaka elektrik tasarrufu yapacaksın… Yani bence gerçekçi olmak ve hakikaten harekete geçmek gerekiyor. İnsanların bir şeylerden feragat etmeyi de yeniden öğrenmesi lazım. Ben telefonla yaptığım konuşmaları fazla uzatmamaya çalışıyorum, çünkü o kocaman şarjlı telefonlardan kullanmıyorum, şarjı kısıtlı. Bilgisayarımı sürekli açık tutmuyorum, işyerinden ayrılırken prizleri boşaltıyorum filan. Elektrik tasarrufunun devlet politikası olarak korunmasını geçtim, bu eylem herkes tarafından o kadar küçümseniyor, etkisi o kadar göz ardı ediliyor ki…

Burcu: Yani diyorsun ki oflayıp, puflamak değil bir an önce kendimiz ne yapabiliriz ona bakmalı ve mümkün mertebe toprakla ve topraktaki insanla yakınlaşmalıyız.

Sinem: Şehirden kaçmaktan çok toprağa kavuşmak olmalı amaç, köyde de aşırı ve yanlış bir şekilde tüketerek yaşıyorsan diğerinden hiç farkı yok. İnsanlar metropollere öyle bir yapıştılar ki… Doğal alanları, parkları sevmek “Ay ne güzelmiş burası, keşke kimse buraya dokunmasa” filan demek yetmiyor artık, yerelde bunu duyan insan da bununla yetinmiyor. Köyde kendini her şeyden mahrum hisseden az sayıda kalmış insan da “madem doğayı seviyorsun niye gidiyorsun, niye buralara gelmiyorsun” diye sorguluyor. Birilerinin ciddi adımlar atması lazım, kırsalda, yerelde, özellikle çevre ihtilaflarının olduğu bölgelerde insanların yalnız bırakılmaması lazım. Şirketleşen devlete karşı ancak bu samimiyet gerçekleşirse sesimiz çıkabilir. Öyle sadece eylemlerle, yürüye yürüye ilerlemiyor bu süreçler. Her eylemin ucu mutlaka toprağa dayanmalı. Topraktan kopuk olan her kent mücadelesi eninde sonunda çoraklaşır.

Toprakla olan bağımızın bir sürekliliği, bir devamlılığı olacak! Ucundan kıyısından, lay lay lom ile olmaz. Bazen bu konularla ilgili konuşmaktansa gidip maydonozumla ilgilenmeyi tercih ediyorum ama bu da garipseniyor işte.

*

Sohbet için çok teşekkürler Sinem, varlığın ve o bölgedeki tüm çabaların için de…

Not: Sinem Demir’in Karadeniz Bölgesi’ndeki çevre sorunlarıyla ilgili video çalışmaları için tıklayın.

 

Bu röportaj ilk olarak recordmag.net/ de yayınlanmıştır

 

Röportaj: Burcu Ertunç

(Recordmag)

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar