Kategoriler: Dış Köşe

Ama ya ‘insan’ iseler? – Sibel Yerdeniz

Bir süredir bilmediğim bir dili öğrenmeye çalışıyorum. Bana her şeyiyle çok yabancı gelen bir dili. Ama aynı zamanda çok tanıdık da gelen.

İyi tarafı beni gündelik hayatın karmaşasından, yaşadığım ülkenin çarpıtılmış gerçeklik algısından, politik ve popüler kültüründen uzaklaştırması.

Kötü tarafı, ana dilimde okuyup-yazma eylemlerinden bir süreliğine uzak durma ihtiyacı.

Hayatın gerçekliğine ayak uydurmanın bin bir yolu var. Uyduramamanın da. Dehşete düştüğüm zamanlarda, umarsızca yazmaya oturmam bundan.

“Var oluşun anlamı ne?” Artık kendinize bu soruyu sormuyorsanız -ya da hiç sormadıysanız- benden çok ileridesiniz demektir. Benim bilmediğim birşeyi biliyorsunuz.

Edebiyat hocasının “Yaşamınızın en güzel ve en kötü deneyimini anlatınız” sorusuna, genç Traffaut “Yaşamın kendisi hüzünlü bir deneyimdir”  diye yanıt verir. “Benim hayatım bu. Ne neşeli, ne hüzünlü. Benim maceram yaşam. Çok uzun süre gökyüzüne bakmam, çünkü gözlerimi yere indirdiğimde dünya bana korkunç görünüyor…”

Uzun uzun gökyüzüne bakın. Uçsuz bucaksız ve sonsuz olana bakın…

Gözlerinizi yere indirdiğinizde ne görüyorsunuz?

Bugün, bu ülkede, hemen yanı başımızda -bütün o şatafatlı cumhuriyet, milliyet, ileri demokrasi, medeniyet, adalet ve kalkınma söylemlerinin arkasında- neler görüyorsunuz?

Manşetlere, üçüncü sayfa haberlerine, her gün ekranlardan evlerinize boca edilen onlarca habere bir gözatın. Nasıl bir coğrafyada yaşıyorsunuz? Memleketinizin ruh hali nasıl?

Dönüp bir de kendi içinize bakın. Nasılsınız?

Yalnızca geçtiğimiz hafta içinde önümüze düşen haberler karşısında neler hissettiniz?

Kafanızın içindeki çekmeceleri açıp, her bir haberi işaret edilen yerlerine koyup, hemen unuttunuz mu? Ya da hâlâ dehşet içinde misiniz?

“Tartıştığı nişanlısını –sevdiği kadını- kafasını kayalıklara vura vura öldürdü…” Namus cinayeti.

“Eğitim sırasında kalp krizi geçirdiği için yere düşen bir askeri, tekmeleyerek ölümüne neden olan komutanları ‘onar ay’ hapis cezası aldı…” Eğitim zayiatı…

“Tatile giderken annesinin evde yalnız bıraktığı iki aylık bebek, açlık ve susuzluk tan öldü…” Canavar anne!

Bir keresinde Yusuf, gözaltında maruzkaldığı ‘insanlık dışı’ işkencelerle ilgili şöyle söylemişti:

“İyi ki gözlerimizi bağlıyorlardı. İşkence sırasında en büyük korkum bir şekilde gözbağımın açılmasıydı. İşkencecilerin, bu dünyaya ait olmayan vahşi yaratıklar, birtakım ‘canavar’lar olduğunu hayal ediyordum. Bana dayanma gücü veren tek şey buydu. Ama ya ‘insan’ iseler? Bu ihtimal beni dehşete düşürüyordu. Düşünsene, eğer bize bunu yapanlar insansa, nasıl devam edebilirdik yaşamaya?”

Hepimiz dehşete düştük. Nefes alamadık. İçimiz kıyıldı. Ama hiçbirimizin gözbağı yok. Karşımızdaki insanı ‘canavar’ olarak hayal etmek bizi kurtarmayacak. O yüzden tekrar tekrar soruyorum kendime;

İki aylık bebeğini, dokuz gün boyunca yalnız bırakmayı göze alarak ölüme terk eden anneyi; on beş günlük bebeğini, depremde, devasa bir beton yığınının altında sıkıştıkları yerde, iki koca gün ve gece boyunca tükürüğü ile beslemeye çalışan anneden daha çaresiz kılan ne?

İçinde ürkütücü derecede yalnızlık barındıran bir ruh? Paramparça bir akıl? Ölümcül korkular? Ya da hepsi birarada… Ne biliyoruz hakkında?

Dış görünüşü ile ilgili hikâyemiz çok. Ya içi? Önyargılar ve varsayımlardan öte ne var elimizde?

Dünyaya vaktinden önce gözlerini açmış, birkaç aylık yaşamında çokça yalnız kalmış, açlık, susuzluk ve ilgisizlikten kuruyarak ölmüş bir bebeğin morg çekmecesindeki ‘sahipsiz’ yalnızlığının anlamı ne ise, annesinin yalnızlığının anlamı da odur.

Kelimelere sığmayan, devasa, canavar bir yalnızlık…

Aramızda bunca insan kalabalığı, bizi ayıran ve çarpıtan bunca şey; topluma şekil ve yön verenlerin rant, şiddet, tehdit ve saldırganlığa dayanan politikaları olmadan birbirimizin içini görebilseydik ne olurdu?

Bize diğer cinayetleri ‘sıradan, kabul edilebilir, alışıldık’ vakalar olarak kodlayan ama –muhtemelen şizofren- bir anneyi ‘canavar’ olarak işaret eden ‘erkek medya’ olmadan ve gözlerimizi kaçırmadan yaşadığımız toplum ile yüzleşebilseydik?

Daha mı çok dehşete düşerdik? Daha mı az şaşırırdık? Daha mı yabancı gelirdik birbirimize? Yoksa daha mı tanıdık?

Biz insanlar birbirimiz hakkında ‘gerçekte’ ne biliyoruz? En yakınımızdakileri ne kadar tanıyoruz?

Bütün o ‘ötekiler’ aslında bize ne kadar yabancı?

Daha önemlisi biz, kendimize bu kadar yabancı olmaya nasıl katlanıyoruz?

Medyanın görevi nedir? Yargıçlık mıdır? Öğretmenlik midir? Akıl hocalığı mıdır?

Halkların, iktidarlar ve medya aracılığı ile zihinsel olarak sakatlanmalarının bedeli nedir?

Toplumda artan şiddet eğilimleri ile ilgili ‘otorite’nin tespiti ve bulduğu çözüm şöyle:

“Bu asırda kötülüklerden ancak evlilikler yoluyla kurtulabileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü toplumda öylesine yanlış işler yapılıyor, öylesine tüylerimizi kabartan yanlışlıklar, kötülükler görüyoruz ki bunların ilaçlarından biri de insanların nikâh altında beraber olmasıdır.”

Eğer bugün içinde bulunduğumuz toplum sıklıkla ‘insanlıkdışı’nda bir yerlere savruluyorsa bu; hayatı, insanlar için yaşamaya değer kılanın ne olduğuyla değil, bize dayatmaya çalıştıkları sistemin/inançların kurallarıyla açıklamaya çalışan muktedirlerin eseridir.

Hayatın gücünün sığındığı yer ‘akıl’dı ama biz onun üzerinde ölüm uykusuna yattık.

Cehennem kapıları açıldığında ilk gördüğünüz şey, korkunun ve çaresizliğin zehirlediği akıl ise, sorumluları çok uzakta aramayın.

Eğer ‘kötülükler’ tüylerimizi ürpertiyorsa nedeni, bu denli sahteliği, samimiyetsizliği, iki yüzlülüğü ve çifte standartı içinde barındırma kabiliyetine sahip egemen sistemdir.

Her şeyi bir anda hasmı ve hedefi yapabilecek kör bir öfkeyle ezilen, çürüyen toplum artık kendini sağaltma yeteneğini de hızla yitiriyorsa bunun sonuçları elbette ağır olacak.

Ne bekliyorduk ki.

Asghar Farhadi’nin ilk izlediğim filmiydi ‘Bir ayrılık’. Sonradan birkaç kez daha izledim, diğer filmleriyle birlikte. Her seferinde, üstümde bıraktığı etkiyi ifade etmem güç.

Birkaç hafta önce ‘Geçmiş’ isimli son filmini izledim. Sinemadan çıktıktan sonra bir süre sokakta, kaldırımın kenarında oturdum. Lucie’nin, pencerenin ardında kalan, içimi ürperten yalnızlığını üstümden atmaya çalıştım.

Bana göre edebiyatta Dostoyevski ne ise, sinemada da Asghar Farhadi odur.

Hikâyelerinde ‘canavar’lar yok. Sadece ‘insanlar’ var.

İtaat, teslimiyet, adanmışlık, mesleki başarı, toplumsal ideallerden daha derin bir şey  var. Şiddet ve zulümden uzak bir şey. Bizi ürkütmeyen ve korkutmayan bir şey. Gözlerimizi kaçırmadan bakabileceğimiz bir şey.

Ama yine de ‘trajik’ bir şey…

Klasik trajedi, ‘kötü ile iyi’ arasındaydı ve biz iyinin kazanmasını istiyorduk. Modern trajedi, ‘iyi ile iyi’nin arasında geçiyor ve kazananı yok…”  diyor.

Bambaşka bir coğrafyadan, bambaşka bir kültürden seslenen bir adam; zamanı, mekânı, uzamı ve yeryüzünün tüm sınırlarını paramparça ederek ellerini uzatıyor ve –bir kuşun yuvasından yumurta alır gibi- yüreğimi avuçlarının arasına alıveriyor.

Dilini öğrenmezsem öleceğimi düşünüyorum. Beni, ‘anla ya da öl’ ikilemine hapsediyor.

Geçenlerde bir yazısına “İyi filmler dünyayı değiştirir” diye başlık atmıştı Ercan Kesal.

Bugün, bizim toplumumuz için hâlâ geçerli olan ‘klasik trajedi’ çağında; hayatı dönüştürecek, ‘kötülükler’ ve ‘canavarlar’dan uzakta, bizi gözlerimizi kaçırmadan bakabileceğimiz ‘insan’a bir parça daha yakınlaştıracak, üstümüzdeki ölü toprağını silkeleyecek en önemli şey ‘sanat’ değilse ne, bilmiyorum…

Çünkü benim de Yusuf’un sorusuna verilebilecek bir cevabım yok, hâlâ.

Şimdilerde, çok uzun süre gökyüzüne bakmamaya çalışıyorum. Kendime sıklıkla ‘başka bir hayat mümkün’ diye hatırlatıyorum.

İranlı şarkıcı Mohsen Namjoo, Asgar Farhadi’nin ‘Eli hakkında’ filminin görüntüleri eşliğinde söylüyor:

Söyle ey bahar yeli, nedir bu bahçenin hali?

http://www.youtube.com/watch?v=42JRfrNTqGY

Sibel Yerdeniz  www.t24.com.tr

 

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar