Kategoriler: Dış Köşe

7 Haziran ekolojinin seçimi olabilir – Arif Ali Cangı

Türkiye 7 Haziran’da seçime gidiyor. Seçimleri bir de herkesi ilgilendiren boyutuyla ele almaya ne dersiniz? Buradaki “herkes”ten maksat, bugün yaşayan insanlar ve diğer canlılar, gelecek kuşaklar, cansız varlıklar kısaca ekosistem.

Seçime giderken gazete sayfasına sığdırabildiğimiz ölçüde seçimin ekolojik boyutunu ele almak için 13 yıllık AKP iktidarının ekoloji karnesini çıkarmayı hedefledik.

1970’li yıllardan itibaren tüm dünyada çevre hakkının korunmasına ilişkin hukuk metinleri yaratılmaya başlandı. Türkiye devleti de bu sözleşmelerin pek çoğunu onayladı, uygulamada ortaya çıkan pek çok soruna rağmen, imzalanan uluslararası sözleşmeler ve iç hukuk metinleri açısından çevre hakkının korunmasına yönelik azımsanamayacak bir mevzuat oluştu. Öyle ki; Anayasasının 17. ve 56. maddeleri 12 Eylül Anayasasını yapanların düşünemedikleri bir koruma kalkanı oluşturdu. Bu koruma kalkanı, 2000’li yılların başından itibaren yapılan yasa değişiklikleri ile aşınmaya başladı, 2002  yılında başlayan AKP iktidarları döneminde yoğunlaştı, artık koruma değil, işletme esas alınıyor.

Hukuk uygulanan politikaların ürünüdür, dolayısıyla on üç yıllık AKP hükümetleri döneminde çevreye dair yasalarda yapılan değişiklikler aynı zamanda 7 Haziran’da oylanacak politikaları da gözler önüne serecek.

HEDEF: MADENCİLERİN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ KALDIRMAK

Bergama Köylü Hareketinin etkisini azaltmak, benzeri dirençleri önlemek için madencilik mevzuatında değişikliklere gidildi. Türkiye’de, çevre korunması alanında hukukun ne hale getirildiğine somut örneklerin en başında Bergama Hareketi gelir. Ovacık Altın Madeni işletmesi Türkiye çevre hareketinin dönüm noktasını oluşturdu. ‘90’lı yılların başında Bergama-Ovacık’ta başlayan siyanür liçi yöntemiyle altın madenciliği, Kozak Yaylası’nın Kazdağlarının, İzmir’in su havzası olan Efemçukuru’nun, Uşak Kışladağ’ın, Artvin’in, Erzincan-İliç’in, Gümüşhane-Mastra’nın, Ordu-Fatsa ve Ünye’nin en önemli ekoloji gündemi olmaya devam ediyor.

Bergama-Ovacık altın madeni sürecinde oluşan toplumsal tepki ve mahkeme kararları üzerine, altından çok büyük kazanç elde etmek isteyen çok uluslu altıncı şirketler de boş durmadı. Çevreyi koruyan yasal düzenlemeleri beğenmediler ve AKP iktidarlarından istediklerini aldılar.

“5177 sayılı, Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” 2004’te yürürlüğe girdi. Yasa değişikliklerinin tek hedefi; madenciliğin (madencilerin) önündeki engelleri kaldırmaktı. Yasa değişikliğine dayanılarak Bakanlar Kurulu tarafından çıkartılan “Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği” ile madencilere yasayı da aşan kolaylıklar sağlandı. Yeni tür bir hukuk yaratıldı, yaratılan hukuk, çevreyi koruma(ma) hukuku, talanın hukuku niteliğindeydi. Yasanın iptali için Anayasa Mahkemesinde, yönetmeliklerin iptali için de Danıştayda davalar açıldı. Anayasa Mahkemesi, davanın açılmasından dört buçuk yıl sonra, 5177 sayılı Yasa ile değiştirilen  Maden Yasası’nın 7/1. maddesini ve “maden, petrol ve jeotermal kaynakları arama faaliyetlerini ÇED kapsamı dışına çıkartan” Çevre Yasası’nın 10. maddesinin üçüncü fıkrasını Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti. Danıştay da Anayasa’ya aykırılığına karar verilen yasaya dayanılarak çıkartılan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliğinin yürütmesini durdurdu.
Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarından sonra Maden Yasası’nda 10 Haziran 2010’da önemli değişiklikler yapıldı. Yasa değişikliğiyle madencilik faaliyetlerine ilişkin işletmeci şirket temsilcilerinin de katılabileceği yeni idari kurullar oluşturuldu. Özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları, muhafaza ormanları, belli bir orandaki kapalı doğal olarak yetişmiş sedir ve ardıç ormanları, Kıyı Kanunu’na göre korunması gerekli alanlar ve birinci derece askeri yasak bölgelerde ruhsat başvurularının hak sağlaması halinde ruhsat verileceği, Orman İdaresinin izni ile orman sayılan alanlarda yapılacak maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu geçici tesislerin yapılabileceği düzenlendi. Maden üretim faaliyetleri ile bu faaliyetlere dayalı ruhsat sahasındaki tesisler için işyeri açma ve çalışma ruhsatlarını verme yetkisi il özel idarelerinde ve valilerde toplanarak, belediyeler saf dışı edildi. İmar planı ve yapı ruhsatı olmadan madencilik faaliyetlerine ve tesislerine izin verilmesi yasal düzenleme haline getirildi.

ÇILGIN PROJELER İÇİN ÇED MUAFİYETLERİ

AKP 13 yıllık iktidarda kalma döneminde “Ne pahasına olursa olsun büyüme” anlayışına dayanan neoliberal ekonomik politikaların en iyi uygulayıcısı olduğunu gösterdi. Bunun uzantısı olan inşaat sektörüne dayanan “çılgın projeler” çevre koruma yasalarında önemli değişikliklere yol açtı.
Çevre koruma hukukunda kullanılan en önemli kavram, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED)’dir. ÇED, çevreye olumsuz etkileri olan yatırımların, çevresel etkilerinin en aza indirilmesi için alınması gereken önlemleri ifade eder.

Türkiye ÇED ile 1993 yılında ÇED Yönetmeliğinin yürürlüğe girmesiyle tanıştı. Yönetmelik, defalarca değişikliğe uğradı. Değişiklikler korumaya yönelik değil, istisnaları artırmaya yönelik oldu. AKP iktidarları döneminde uygulanan ekonomik politikaların sonucu yapılan değişiklikler ve uygulamalarla koruma hukuku iyice aşındırıldı.

ÇED Yönetmeliğinin altıncısı 3 Ekim 2013’te, yedincisi de 25 Kasım 2014’te yürürlüğe girdi. Değişikliklerin asıl amacı, meslek odalarının ve ekoloji hareketlerinin ısrarlı çabaları sayesinde yargı tarafından verilen kararları aşmaktı. ÇED’i aşma konusunda kararlı olan siyasi iktidar, yönetmelik değişikliği ile amacına ulaşamadığı noktada da yasa değişikliği yoluna gitti. Anayasa Mahkemesi tarafından yasa değişikliğinin kısmen iptal edilmesinin sonunda ÇED Yönetmeliğinin yayımlandığı “7.2.1993’ten önce üretime ve/veya işletmeye başlayan Projeler” ile “23.6.1997’ten önce kamu yatırım programına alınmış olup; 29.5.2013 itibariyle üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler” ÇED kapsamı dışında tutuldu. Böylelikle, çevresel olumsuz etkileri yoğun olan “çılgın projeler” in ÇED kapsamı dışına çıkartılması hedeflendi. Daha önce maden, petrol, doğal gaz, kaya gazı veya jeotermal arama faaliyetlerine tanınan ve yargı tarafından iptal edilen ÇED muafiyeti, “ÇED gerekli değildir”e dönüştürüldü, afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi ÇED süreci dışında tutuldu, ÇED olumlu kararı alan projelerin inşaat dönemine ilişkin izleme ve kontroller, raporlama çalışmaları bakanlıkça yetkilendirilmiş kurum ve kuruluşlara verilerek, denetim özelleştirildi. Yedinci ÇED Yönetmeliği değişikliği ile kısacası, ÇED muafiyeti genişletildi, bir kısım projelerde de Bakanlık takdirine bırakıldı. Yeni yönetmelikle, toplu konutlar, AVM’ler, golf sahaları  için ÇED işletilip işletilmeyeceğine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı karar verecek. İnşaatla, AVM’lerle “çılgınca” kalkınmayı önüne koyan siyasi iktidarın bakanlığı sizce “ÇED gereklidir” kararı verir mi?

KANUNLA OLMADI KHK İLE

2011’e gelindiğinde bir yandan yaşam alanlarına saldırı alabildiğince yoğunlaşmış, diğer yandan ülkenin her yerinde ekoloji hareketleri etkili olmaya başlamıştı ve Türkiye genel seçimlere hazırlanıyordu. Seçimlerden önce Meclis gündemine getirilen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı, tepkiler ve bir takım dengeler sayesinde yasalaşmamıştı. Seçimi kazanacağından emin olan AKP, Meclis çoğunluğuna dayanarak seçimden önce 06.04.2011 tarihli yetki kanunu çıkarttı, seçimden sonra da bu yetki kanununa dayanarak KHK’ler yayımladı, bunlarla bakanlıklar kapatıldı, yeni bakanlıklar kuruldu.
Seçimden önce yasalaşamayan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısı KHK’lerle yasa haline getirildi. 17.08.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile  Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair KHK” ile büyük ölçüde amaç hasıl oldu. Bakanlar Kurulunun yetkilendirdiği alanlarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığının her türlü ölçekte imar planı yapması ya da yaptırmasının, bu alanlarda her türlü ruhsat ve yapı kullanma izni vermesinin önü açıldı. KHK ile Özel Çevre Koruma Kurumu kapatıldı, bunun yerine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü (TVKGM) kuruldu. Milli parklar, tabiat koruma alanları, tabiat anıtları, tabiat varlıkları, doğal sitler, sulak alanlar ve özel çevre koruma bölgelerinin tespit, tescil ve ilanı bu genel müdürlüğe bırakıldı. TVKGM’ye, koruma altına alınması gereken alanları kullanıma, yapılaşmaya ve işletmeye açma, imar planlarını yapma, tabiat varlıkları, doğal, tarihi, arkeolojik ve kentsel sitler ile koruma statüsü bulunan diğer alanların hangi idare tarafından yönetileceğine karar verme gibi denetimsiz çok geniş yetkiler tanındı.
Daha önce Kültür ve Turizm Bakanlığının sorumluluğunda olan ve kısmen özerk olan Kültür Varlıklarını Koruma Kurullarının yetki ve denetiminde olan tabiat varlıkları ve doğal sitler altı ay içerisinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığına devredildi. Gündemi bakanlık tarafından hazırlanan Koruma Yüksek Kurulu, doğal varlıkları koruma yerine, yapılaşmaya, işletmeye açmayı görev bildi. Artık doğal varlıkların korunması değil, talana, yağmaya açılması söz konusuydu.

NEYİN SEÇİMİ?

AKP’nin en iyi uygulayıcısı olduğu neoliberal ekonomik politikalarla insan emeği sömürüsünün yanı sıra doğal varlıklar da sömürünün hedefi  haline geldi. Sürekli ve hızlı büyümeyi hedefleyen endüstrileşmenin geldiği aşamada, yenilenemeyen doğal kaynak rezervleri hızla tükenmekte, oluşan atıklar çevrenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde kirlilik oluşturuyor. Doğal varlıkların  hızla tüketilmesi, yaşam alanlarının kirletilmesi ve yaşanan küresel iklim değişikliği ile ekolojik yıkımın eşiğine gelmiş durumdayız.
Bu olumsuz gidişe dur demek gerek, onun için 7 Haziran’daki seçim önemli, ya adım adım yaşamı tüketen politikalar için ya da yaşamı koruyacak yeni arayışlar için tercih yapacağız.

Bu yazı evrensel.net/ den alınmıştır

 

Arif Ali Cangı

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar