Kategoriler: Yeşeriyorum

“Kandırılmak” Hepimize İyi Gelecek

Özlem Yağız

Oldum olası bahar mevsimini severim ben. Çocukluğumdan beri bütün sene ilkbaharı özler, kısacık geçen bir iki aydan sonra mahzun olurum.  Bahar benim için bütün yapmak istediğim arzuları gerçekleştirmenin,  vazgeçmek istediğim alışkanlıkları terk etmenin mevsimidir.
Saçma da olsa bazı insanlar hayatına ilişkin yeni kararları hep yılbaşında alır ya, öyle bir şey işte. Ben de yeni meraklarıma, birkaç ay sonra bıkacağım kurslarıma, kilo verme ile ilgili bilumum eziyetlerime, uzun yıllar önce benim için nefret edilmiş eski bir dosta dönüşmüş sigarayı bırakma mücadeleme, o seneye ilişkin yerine getirip getiremeyeceğim meçhul türlü çeşit hesaplarıma hep baharda girişirim.
Buna rağmen bazı baharlar ölüdür. Hayatın da kendine göre bir hesabı, kitabı vardır. Ve benim için çoğu zaman hayat hesapta olmayan sürprizlerle doludur. Ölü geçen baharlarda her ne sebepten ötürü olursa olsun kendime ilişkin bir şeyler yapamadıysam kara kedi görmüş batıl itikat sahibi gibi o yılın hüzün yılı olacağı korkusuna kapılırım. Üstelik her geçen yıl bu bahara ilişkin yeni bir başlangıç yapıp yapamamak takıntısı daha da patolojik bir hal almaya başladı.
Eğer yıllar geçtikçe artan bu bir şeyleri yapamamak, yetiştirememek, kavuşamamak  duygusu benim hayata ilişkin mutluluk algımla ilgili ise kötü; bir iman zaafiyeti sayarım. Eğer yaşlanma korkum ile ilgili ise o da kötü ama son derece insani.  Belli bir yaşı geçip de bir iki satır yazı okumak, gündelik sıradan faaliyetlerini yürütmek için başkalarına muhtaç olma korkusuna kapılmayan insan var mıdır acaba?
Ama sebep yapamadıklarımdan, erişemediklerimden ötürü bir türlü mutlu olamamaksa yıllardır modernizmin kirlettiği insan modelini boşu boşuna dışarıda aramışım demektir. Öncelikle kendime ayna tutmayı hiç akıl edememişim.  Ne kadar sürü içerisinde sistemleşmeyi ret ettiğimizi söylesek de belli bir zamanın, belli bir mekânın çocuklarıyız. Son birkaç yüzyıldır tanrıyı öldürdüğünü ilan eden, ‘gözlerini gökyüzünden yeryüzüne çevir, gerçeklerle yüzleş artık, ötesi varsa bile senin bilmene imkân yok, bir tanrının eseri isek bile bunu bu dünyada öğrenme şansımız yok’ diyen ya da lisanı hal ile ‘hadi gel uzlaşalım tamam bir tanrı var da sana bir sözü yok’ diyen sesin melodisi ile dolu kulaklarımız. Evde, yolda, okulda, çarşıda, komşuda biricik derdimiz mutlu olup olamamak üzerine. Özgürlük, mutluluk ve eşitlik bu çağa ait Lat, Menat ve Uzza olmuş adeta.
Bizi çağıran ses uzun zamandır geçmişin peygamberler ve kahramanlar çıkaran toplumundan farklı seslerle konuşuyor. “Gerçeğin” soğuk kavramları aldığından beri hakikat kelimesinin yerini ahlak, iyi ve kötüye dair uzun sohbetler, adalet ve hikmet soruları değil zihinlerimizi kemiren. Şu kısacık ömürde ne kadar mutlu olduk sorusu. Eğer gerçekten emin olabileceğimiz tek şey gözümüzün gördüğü, duyularımızın hissettiği, içinde yaşlanmakta olduğumuz hayat ise bitiş çizgisine kadar tüm koşumuz mutluluk amaçlı olmalı. “Akıl” bunu gerektiriyor.
Kimdir mutlu insan: Tabi ki Ahmet Altan’ın tüm gençler için arzuladığı ışıklı odasında kendisine ait bir televizyonu ve bilgisayarı olan, güvenlikli, özgür ve müreffeh adam. Geriye kalan ihtiyacımız mutlak adaleti sağlayacak varlığı meçhul bir cehennem düşüncesi değil mutluluğu garanti altına alacak eğitim ve yasadır o zaman. Doğru yasaların, doğru bir şekilde uygulandığı, doğru eğitilmiş toplumlar mutluluğu teminat altında toplumlardır. İnsan insanın kurdu ise bu kurdu dizginleyecek olan soyut bir ahiret düşüncesi değil “doğru” yasaların somut yaptırımlarıdır.
Öte yandan tüm felsefesini ya da felsefesizliğini mutluluk ideali üzerine kuran bir dünyada mutluluğu yegâne hedef haline getiren insanlığın gücü elinde bulunduranlarının, önü alınmaz bir hızla kurtlaşmaması mümkün mü? Ya kurtlaşanların özgürlüğü kuzuların sonu, kurtların mutluluğu sofrasına gelen avının etinin lezzetine ait hazlar olmuşsa tüm bu acımasızlığıyla gerçekler dünyasını nasıl kabullenebiliriz.
Bize gerçek diye sunulanlar insanlığın bir kısmının hür, refah içerisinde ve dolayısı ile “mutlu” yaşadığı, kalan çok daha büyük bir güruhun  her yıl açlık, savaşlar, müreffeh azınlığın sofrasına sunulan altın madenlerinin, elmas madenlerinin, zenginlikleri ile kirlettikleri, savaşa boğdukları dünyanın mezeleri olmaksa, ihtişam dolu piramitlerin yapımında kullanılan Mısırlı köleler gibi siber çağın piramitlerinin taşları altında ezilmekse hiçbir zaman o sofranın müdavimi olamayacak ama belki bu sofranın mezesi olmaya da şimdilik uzak yığınların bu “gerçekle” yaşamasını hangi kudretli illüzyonist sağlayabilir?
Gerçek, California’daki adam için  geçici ama tadı hoş, içtikçe tatminsiz  bir susuzluk hissi veren kokteyl gibi. Sürekli fazlasını, farklı lezzetleri arzulatan ama elinden kaçırma ihtimali çıldırtıcı bir meyvenin zehirli özsuyu. Diğer taraftan aynı gerçek denilen lokma Afrika’da, Afganistan’da, Irak’ta,  Filistin’de, Diyarbakır bokhanelerinde, belki evimin sokak arasında, bodrum katındaki adam için ise demir bir leblebi. Yut yutabilirsen.
11 Eylül ile hız kazanan cehennem günleri batılı insan için o çıldırtıcı “mutluluk meyvesini” kaybetme korkusunu ifade ediyordu. Bir gün binlerle ifade edilen insan ister silah lobilerinin tezgâhı deyin ister çok ciddi bir El-Kaide örgütü, bir takım insanlar tarafından tehlikeli gördükleri diyarlardan çok uzak bir yerde, medeniyetlerinin korunaklı abideleri içerisinde vuruldular. Aynı hayat tarzını sürdüren milyonlarca Amerikalının, Avrupalının canlı yayında  izlediği üzere ortalama bir hayat seviyesinin üzerinde, evi, barkı, arabası, sigortası olan, eğitimli, özgür ve dolayısı ile “mutlu” insanlardı söz konusu olan. 11 Eylül gösterdi ki herkes bir gün elindeki bu mutluluk meyvesini kaybedebilir, tek sahibi olduğu  hayatı üstelik de ideale yakın oldum dediği bir anda yitirebilir.
Mutluluğu yitirme korkusu ile cinnetin eşiğinde bekleyen yığınlara şu söylenmekteydi artık: ‘Tehdit altındasınız her an bir 11 Eylül bir yerlerde tezgâhlanıyor olabilir. Mantık bu tezgâhı daha eyleme koymadan yok etmeyi, ikiz kuleleri vuracak uçakları daha imal edilmeden imha etmeyi gerektirir. Suç oluşmakta olduğu topraklarda Afganistan’da, Irak’da yok edilmeli. Ve sanal bile olsa cezası gerçek olmalı!’  Her ne kadar bu düşünce kendi kâbus karakterini kendisi üreten bir süreç olmaya mahkûm da olsa gözüken o ki batı toplumu buna ikna oldu. Olmayanlar ise bizler gibi engel olacak bir güce sahip değildi.  Böylece yaşadığımız ilk şokun ve gösterdiğimiz güçlü/cılız tepkilerin ardından yarı bilinçli ahlaksız bir oyuna giriştik. Gerçeği manipüle oyunu.
 
İnsan denilen karmaşık canlı uzlaşmadığı halde baş edemediği gerçeklerle akıl sağlığını yitirmeden yaşamak istiyorsa ya kendini de feda etme pahasına savaşmalı ya da gerçek denilen manzarayı unutmalı, çizgilerini, renklerini yumuşatmalı.  Gerçeklerle çarpışacak kadar gücü olmayan insanlar için değiştirilebilen, dönüştürülebilen bir gerçek olmalı.  
Böylece televizyonuyla, eğlence kültürü ile, mutluluk saplantımıza arz yetiştirmeye, bir taraftan da hazları kara dönüştürmeye uğraşan devasa çarkların arasında bir de dışımızdaki dünyada neler oluyor merakında olan yığınlar için haber bombardımanına yol açacak ikinci bir tezgah ihtiyacı doğdu. Pentagonun cinayetlerinin kitleler nezdinde örtülmesi için gerekli olan masa başında üretilmiş üç gün sonra foyası ortaya çıkacak yalanlar değil, lüzumundan fazla ve yığınla servis edilmiş “gerçek”lerdi. Bilmeyen insan değil, bilgiye boğulmuş bilmediğini bilmeyen insan gerçeği öğrenme arzusunu daha kolay kaybedebilir. Doğru bilgiye yeterince ulaşamayan ancak haddinden fazla bilgiye boğulmuş yığınların zihnini kontrol altında tutmak egemenler için çok daha kolay olsa gerek.
Hepimiz haber bombardımanı altında afallamış, sanal gerçeğin yarı gönüllü köleleriyiz. Televizyonlar, gazeteler, internet âlemi öyle çok bilgi veriyor ki artık bizim gibi yığınlar için söz konusu olan geçen hafta Amerika’nın bombardımanında ölen 150 sivilin haberini alamamak değil, aldığımız bu haberin yanında bu haber ile beraber katliam haberinin belki birkaç katı boyutunda bilmem hangi Amerikan enstitüsünün  İslam fanatizmi ile ilgili araştırma sonuçlarını, Sarkozy’nin karısının kendi şoförünü nasıl alkolizmden kurtardığı ile ilgili detayları, Amerika’daki son kasırgada evi tehdit altına giren Hollywood yıldızlarının haberini okumak. Gazze’den Mısır’a açılan tünellerde havasızlıktan ölen dört Filistinli’nin haberinin Obama’nın kızına alacağı köpeğin haberi ile beraber servis edilmesi. Üçüncü sayfa haberleri, kene endişeleri, o senenin trend olan pandemi korkuları, hangi sene gezegene çarpacak hangi haddini bilmez yıldızın bilim dünyasındaki tartışmaları. Haz ise haz, korku ise korku, bilgi ise al sana istemediğin kadar.
Mutluluk ve mutsuzluk arasında salınan, kıvranan insanlığın gözünün önünde yok olan halkları görmemek, feryat etmemek için artık çok sebebi var. Öyle bir sanal gerçeklik evreni kurduk ki bazı resimleri biraz öne çıkarmak, bazı manzaraları soldurmak, biraz da üzerine  sprey boya püskürtmek yetti de arttı bile.
Bu bir çeşit gönüllü aldatmaca. Şiddetin ve trajedinin de sınırları olmalı hayatımızda diyen yığınların, ‘bana ne kardeşim Sarkozy’nin karısının şoförünün kusmuklu alkol macerasından, Svat vadisinde neler oluyor doğru dürüst anlat’ diyemediği gönüllü bir kandırılmışlık hali. Sanal gerçekliğin zihnimizi esir aldığı karmaşa evrenine hoşgeldiniz.
 Biraz kandırılmak hepimize iyi gelecek!

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar