Hrant Dink cinayeti öncesiyle ve sonrasıyla Türkiye’nin bir fotoğrafı gibi. Her yeni bilgi kırıntısı insanı şoka sokacak kadar büyük etki yapabiliyor. Dink’in öldürülmesine karar verilmesinden, şu geldiğimiz güne kadar Türkiye’de kaç kere öldürüldü adalet? Ve kaç kere adaletin öldürülmekten başka seçeneği olmadığı gösterildi bize?
Türkiye’de bir takım olguların değişmeyeceği ve hep de kötü gideceği inancı, bize bizzat hayatı iyileştirmesi gereken (ya da en azından teorik olarak bir takım düşünürlerin ve oldukça fazla düşünmeyenlerin inancıyla böyle olan) kurumlar tarafından pompalanıyor. “Ne yaparsanız yapın, değişmeyecek. Gün gelecek en mantıksız bahanelerin arkasına sığınıp, sizin taleplerinizi geri çevireceğiz ve gıkınızı çıkartamayacaksınız! Çünkü biz güce sahibiz!”
Son örnek işte, 4 Ağustos 2011 günü ortaya çıkan haberde. Fazla dolandırmadan aktarırsam, Türkiye’nin üç cep telefonu oparetörü, Hrant Dink’in öldürüldüğü gün olan 19 Ocak 2007 günü, cinayetin gerçekleştirildiği yer ve çevresinde cep telefonuyla konuşulamadığını ve konuşulmadığını söyledi. Konuşulamadığını söylediler çünkü o bölgeyi kapsayacak baz istasyonu yoktu iki operatörün. Biri de konuşulmadığını söylemiş. Çünkü 11.00’dan 15.00’a kadar Şişli’de kimse telefonunu kullanmamış. Unutanlar vardır belki, bahsedilen yer Şişli! Bir metro çıkışına, sosyal alanlara ve iş merkezlerine çok yakın bir nokta burası. Değil dört saat, kırk dakika telefonlar çalışmazsa orada, kıyamet kopar!
İşin komik ve aslında gerçeği bizim yüzümüze çarpan kısmı ise şu: Kayıtların istenmesinin nedeni güvenlik kamera kayıtlarında, telefonla konuşan insanlar olması. Yani yalan o kadar açık ve net ki! Soruluyor, “Şu zamanda görüntüde telefonla konuşan kişi kimler konuştu?” Yanıt: “Orada kimse telefonla konuşamaz!” Telefon dökümleri de o kişilerin kimliğini tespit etmek üzere isteniyor. Oradan çıkarak, bu cinayetin kimlerle koordineli şekilde işlendiği bulunmak isteniyor. Haliyle birileri de bulunsun istenmiyor ve bir Türkiye geleneği olarak istemeyenler kazanıyor. Çünkü bizim geleneğimiz adaletin öldürülmesi üzerine kurulu. Gözlerini de bağlıyorlar ki, katili göremesin!
Bu yanıtlardan tatmin olmayan avukatlar kayıtları bir kere daha istiyorlar. Bir başka ilginç yanıt daha geliyor. Bu sefer Telekomünikasyon İleşitim Başkanlığı’ndan, (hani şu 17 gün sonra interneti filitreleyecek olan kurum) : “Kayıtlar verilirse görüşme yapan kişilerin özel hayatı ihlal edilmiş olur”. İstenen kayıtların konuşmaların içeriği olmaması ve sadece kimin kiminle konuştuğu olması bir yana, Türkiye’de kişilerin özel hayatı fikri sadece Hrant Dink cinayeti gibi olaylar olduğu zaman mı akıllara geliyor? Kameraların işkence zamanı bozulması gibi, özel hayat da bir muhalif cinayeti çözülebileceği zaman akıllara geliyor. Ülkede neredeyse herkes dinlendiğini düşünüyor, herkesin dinlendiği zamanı gelince ortaya çıkıyor, konuşma dökümleri gazetelere düşüyor, internete yazılan kelimenin bile kaydı, takibi yapılıyor ama iki tane numara istendiğinde o kutsal ilkeye sığınılıyor: Özel hayatın gizliliği!
İşte şimdi bizden tüm bunlara inanmamızı istiyorlar. O baz istasyonlarının orada olmadığına inanmamızı istiyorlar. İş merkezlerinin ortasında, iş gününün ortasında kimsenin telefonla konuşmadığına inanmamızı istiyorlar. Hiçbir özel hayatın kalmadığı, gıkını çıkartanın dinlendiği bir ülkede iki tane numara vermemenin nedeninin ilkesel olduğuna inanmamızı istiyorlar. Aslında alttan alta şunu demek istiyor olabilirler mi? “Bırakın artık bu işin peşini. Bakın tosunumuza da ceza verdik bilmem kaç yıl. Olay kapandı. Yok tek kişi olamazmış, yok bu işin arkası kalabalıkmış, yok adaletmiş, şuymuş buymuş. Bırakın bunları. Bırakmanız için, bıkmanız için daha size ne kadar anlamsız bahane sunmamız gerekiyor?”
Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net