Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Kabataş’taki işlevselcilik karşıtı performatiflik üzerine       

0

İşlevselciler bir kolaylık yaratma sanatı olduğunu iddia ederler, mimarlığın. İşlevselcilik, bu nedenle geçmişte epey bir eleştiri aldı, mekana bir ruh katmadığı için. “İş görsün, ihtiyaçlar karşılansın” yaklaşımı epeyce bir sorgulandı.

Ancak son zamanlarda şehir planlama, mimarlık gibi tasarımı rasyonelleştirme çabalarının bu eleştirel yaklaşımların tamamen yok sayıldığı yeni bir karşıt akımın yaygınlık kazandığı görülüyor.

Güncel tasarım disiplini imtiyaz sahibi bir zümrenin bir tercihi, bir kamu yararı anlayışı olarak gösterilmekte. Böylece modernleşme sorunsalı iyice büzülerek, kamusal alanlardan dışlanarak hayırseverlik etkinlikleri içine izole edilmekte.

Bu akımın dikkat çekici örneklerinden biri de Kabataş‘ta, dolgu alanında yapılmaya çalışılan “şey” (*). 2018 ve 2020 Ekim (bugün) bu şeyin Büyükşehir tarafından ilan edilmiş iki ayrı açılış tarihi olduğu için benim de dikkatimi çekti. 5’inci İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali‘nin açılış tarihi (Ekim 2020) Kabataş Transfer Merkezi Projesi denen şeyin ikinci (ve ertelenmiş) resmi, yani 2018’de ilan edilmiş “açılış tarihi”ydi.  2018 yılı ise, 2016 yılında başlayan inşaatın birinci resmi, yani ilan edilmiş “açılış tarihi”ydi. Kabataş‘taki bu karşıt etkinliğin de Tasarım Bienali‘nin açılışlarına rastgelen bir zamansallığı olduğunu tahmin ediyorum.

Çırpındıkça batmak…

Öncelikle bu tür müdahalelerin bilinen anlamıyla tasarım disiplinini, ona kamusal nitelik kazandıracak kritik düşünce biçimini yok etmeyi amaçlayan radikal bir mesajı olduğunu düşünüyorum. Bu kapsamlı ve süreklilik gösteren bu tür etkinlikleri bir bütün olarak “İstanbul Tasarım Anti-Bienali” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır.

Kamusal alanlarda gerçekleştirilen bu tür etkinlikler zaman ve para harcandıkça çözüme yaklaşılacağına işin içinden çıkılması giderek zorlaşan, “bataklıkta çırpındıkça daha çok batmak” gibi yaşanan bir süreç olarak değerlendirilebilir.  Bu açıdan da İstanbul Tasarım Bienali ile yalnızca bir karşıtlık oluşturmadığını, ortaya koyduğu performatiflik ile yönetimsellik açısından irdelenmek üzere fırsatlar sunduğunu düşünüyorum.

Tünelli, martılı şeyin adı her neyse, burada, Kabataş’ta yapılan etkinliğin giderek kalıcılaşan bir zorluk yaratma müdahalesi olarak tasarlandığı çok açık. Bu yüzden Kabataş‘ta, “transfer merkezi” olarak tasarlandığı iddia edilen şeyin bu kısa yazıda küçük bir analizini yapmaya çalışacağım.

 İstanbul Anti-Bienali’nin teması nasıl belirlendi?

2017 yılında Mevlut Uysal bey Kadir Topbaş beyin yerini aldığında zannedersem o da o şeyi ne yapacağını bilemedi. Ne de olsa “yüksek mimar” diploması sahibi olan selefi bu şeye “ustalık eserim” demişti. Bilmem söylemeye gerek var mı? Ayrıca o şeyin inşaat alanına asılan tanıtım panosunda şehrimizin saygın üniversitelerinin neredeyse hepsinin adı yer alıyordu.  

Daha baştan ne işe yarayacağı bile belli olmayan “battı-çıktı” tünelin trafiği bir on sene içinden çıkılmaz hale getireceği nihayet belli olduğunda bir karar vermek zorunda kaldı. Arkeolojik eserler olma ihtimaline karşı müzenin denetiminde elle kazı yapılacağı ve o martı biçimindeki şeyin maliyeti ortaya çıktığında, “projenin devam ettiğini, iptalin söz konusu olmadığını ancak bunların (martı ile tünelin) kaldırıldığını” açıkladı. Ayrıca mutat olduğu üzere, ikinci buluşma tarihi olarak, bu şeyin 2020 Ekim’de, iki sene sonra bütünüyle tamamlanacağı müjdesini verdi. Bir de tasarım konseptinden söz etti:  Martının yerini “Yeni-Osmanlı tarzı” iskele yapıları alacaktı.

Hiç şüphesiz hayal gücü ve ustalığı kendisinden önceki gibi başkan Topbaş kadar olmayan Uysal bey bilindiği gibi göreve geldikten sonra çalışma arkadaşları ile tam iki sene teşriki mesai yapıp, başka daha hangi sürprizlerin İstanbulluların başına gelmek üzere olduğunun farkına varmaya başladığında, bu düzenlemeye bir mola vermek zorunda kalmıştı. Setüstü denen dik yamacın kıyısına, hiç bir işe yaramayacağı belli olan ama belki de bir on sene daha inşaatı sürdürecek, elle oyulacak dolgu alanına bir de tünel inşa etmek zorunda kalacaklarını anlayınca.

Tünel gitti, martı gitti… geriye ne kaldı? Zemine çakılmış yüzlerce kazık üzerinde denize doğru uzanan yüzlerce metrelik betonlar. “Render” tabir edilen görüntülere baktığınızda önce dikkati çeken yüzlerce metrelik denize uzanan iskele platformları. Eğer bayağı uğraşılırsa N.Y.’taki 300 metrelik transatlantikleri karşılamak için geçmişte yapılanlara bile benzetilebilir.

Buradaki ana mesaj (ki zannedersem buna “İstanbul Anti-Bienali’nin Teması” da diyebiliriz) vapurlara ulaşmaya çalışanların bu platformları zor koşullarda test etmeleriydi. Besbelli ki, bu performatif etkinlik de yeterli görülmemişti, bu işlevselcilik karşıtı mesajı iletmek için: Katılımcılar ile iskele arasında bir de dairesel bir meydan tasarlanmıştı, transfer alanındaki ögeler arasındaki ilişkileri zorlaştırmak ve mesafeleri artırmak için. Böylece kullanıcılara, özellikle vapura yetişme koşullarını bir “challenge” haline getirmek üzere,  yaklaşık beşyüz metrelik engelli bir parkur hazırlanmıştı. 

Ancak dediğim gibi, mesajın daha iyi vurgulanması için bu performatif etkinliğin kademeli olarak zorlaşan bir parkur oluşturması hedeflenmişti. Bunlarla da yetinilmemiş, mesajın başka veçhelerini geliştirmek için de sonuna kadar çaba gösterilmişti. Bunlardan biri de bu parkurun füniküler adı verilen (ve nasıl olduysa gerçekten çok iyi tasarlanmış) sistemin çıkışından başlatılmasıydı. Katılımcıların bir o kadar, yani bir beşyüz metre daha engelli bir koşuya katılması gerekiyordu, vapura değil, yalnızca demin sözünü ettiğim özel olarak düzenlenmiş parkura ulaşması için. Üstelik fünikülerin girişinin uzakta bir yere özenle saklanmış olması da bu parkurdaki heyecanı ve zorlukları artıran dikkat çekici bir başka özelliği.

Bu işlevselcilik karşıtı etkinliğin İstanbul Tasarım Bienali‘ne koşut olarak sergilenmesi, bu şeyin her noktasında özenle ifade edilme, vurgulanma becerisine şapka çıkarmak gerektiğini söyleyebilirim. Bu girişimin başında söylendiği gibi hiç bir “ustalık eseri” olma iddiası taşımayan, eski düzende füniküler adı verilen sistemden çıkıp bir elli metre sonrasında vapura ya da deniz otobüsüne ulaşmanın mümkün olması ise (yalnızca günümüzde değil, hafızalardaki yarattığı karşıtlıkla) mesajı güçlendiren ayrı bir unsur olmalı. İşlevselciliğin ruhuna fatiha okutan bu mesaj yeterli görülseydi, belki o zaman olanla yetinip katılımcılar için ödül töreni ile tamamlanabilirdi bütün bu parkur.

İstanbul Anti-Bienali’nin etkinlikleri

Şimdilik burada, şehrin önemli bir transfer merkezi olan Kabataş’ta deniz ulaşımının ana bağlantısı metro ile, Taksim’le. Bağlantıyı sağlayan füniküler adı verilen sisteme ulaşmak için yaklaşık bir yarım kilometre yol yürümek gerekiyor. İnsanın sağ kulağını sol eliyle tutmaya çalışması gibi bir özellik. Hadi bir gayret vapur iskelesine ulaşıldı, diyelim. O ise daha da büyük bir felaket. Yağmurda, rüzgarda hamileler, çocuklar, yaşlılar, engelliler herkes perişan oluyor.

Bu müdahale öncesinde hem deniz otobüsüne, hem vapura, hem motora, hem tramvaya iki dakika içinde ulaşılıyordu. Protesto edilen bu şeyin ilk ortaya atıldığı tarih ise onbir yıl öncesine kadar uzanıyor. Eğer Setüstü‘nün önüne yapılacak tünelden de vazgeçilmeseydi inşaat belki bir on sene daha uzayacaktı. Ne tünellerin ne de martının inşaat başladığında daha uygulama projeleri ortalıkta vardı. 2019 yılında, inşaatın açıklanan resmi bitiş tarihinden bir yıl sonra (2018) Kabataş’ta tünelden vazgeçildiği açıklandı. Şöyle bir düşünelim, vazgeçilmeseydi ne olacaktı? Kazı yapılacağı için Meclisi Mebusan Caddesi‘ndeki trafik bin bir güçlükle deniz tarafındaki parka verilecek, kalan son ağaçlar da kesilecek ve büyük olasılıkla inşaat bir on sene daha sürecekti.

Peki bu tünelin İstanbul’a maliyeti ne olacaktı? Bu konuda rivayet muhtelif…

Bu tünelin bir başka örneğinin ise Sütlüce‘de olduğunu anımsayalım. Bu tünel de insanlara toz içinde ve egzost, kurşun, amyant soluyarak yetmiş santimlik bariyer arkasında yürüyüş alanı sunmakta. Tescilli kültür varlığı olan Sütlüce Mezbahası‘nı yıkmalarının nedeni de altından bu otoyol tünelini geçirmekti. Bu inşaat dünyanın hiç şüphesiz en pahalı ve en berbat “Kültür Merkezi” oldu. Sonra, yönetilemeyeceği anlaşılınca, adı “Kongre Merkezi”ne dönüştürüldü. 250 milyon Dolar’a mal olduğu söylendi, Paris‘teki Centre Pompidou‘dan, Sidney‘deki Opera Binası‘ndan bile fazla. Ama tahmin edeceğiniz gibi kimsenin gıkı çıkmadı. Çünkü proje paylaştırma düzeni 28 Şubat sürecinin zorlu koşullarında gerçekleştirilmişti.

Bu şey ile aynı tarihlerde ortaya atılan diğer başka Anti-Bienal etkinliklerini de sayalım: Sivriada‘ya döner semazen şeyi inşaatı örneğin. Yeteri kadar performatif bir durum yaratamayacağı düşünüldüğü için bundan vazgeçilmiş olmalı. Bir başkası Haliç‘te Da Vinci‘nin genişliği ancak bir dereyi geçebilecek tek açıklıklı, kemerli yığma köprü eskizi. Bu şey de inşa edilmiş olsaydı, katılımcıların yüz metre kadar köprüye tırmanmaya çalışmaları gerekecekti. Kullanılma imkanı ya da zorunluluğu olmadığı (mesajın yeteri kadar anlaşılmayacağı düşünüldüğü) için bundan da vazgeçilmiş oldu. Bir başka örnek ise Haliç Metro Köprüsü. Onun da amatörce yapılmış boynuzlu çizimleri sonradan Venedik Üniversitesi‘ndeki bir köprü uzmanı, Prof. Enrico Siviero tarafından bir uygulama projesine dönüştürülerek başlangıçtaki mesajı örtük halde kaldı.

Da Vinci köprüsü, model.

Pekala başlangıçtaki gibi daha radikal bir yöntemle inşa edilmeye çalışılabilir ve günümüzde hala sorun yaratarak performatifliğini sürdürebilirdi. Bu işlevselcilik karşıtı Anti-Bienal‘in mesajının  en iyi vurgulanacağı yerlerden biri de hiç şüphesiz Taksim‘di. Az kalsın şehrin merkezindeki tek yeşil alanı, Gezi’yi yok edecek, GümüşsuyuSıraselviler gibi şehrin düzenli caddelerini çukur haline getirerek yok edecek bu şey de Cumhuriyet ile Tarlabaşı caddelerinin meydanın altına alınmasıyla sınırlı kaldı.

Sonuç olarak:

Kabataş‘taki şeyin bir Anti-Bienal etkinliği olarak tasarlanmış olduğu ve mesajı daha baştan, yıllar öncesinden belliydi. Yeni yönetimin, şehir için alternatif bir yönetim hayal eden Ekrem İmamoğlu‘nun ekibinin bu şey için özellikle seçimden önce bir açıklama yapmasını bekledim. Yönetime geldikten sonra mesajında, ya da temasında bir değişiklik olup olmayacağını. Hala merakla bekliyorum. Onun da Mevlut bey gibi iki yıl bekleyip, bir sonraki İstanbul Tasarım Bienali‘ni hedeflemesinden korkarım.

* Belirtmem gerekir ki, bu yapılmaya çalışılan şeye “proje” demeye dilim varmıyor, çünkü bir proje, işlevselcilik karşıtı da olsa, bir sistematiğin ürünü olmalı.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.