Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Kapitalizmin yeni oyunu: Para-algı[1] çevreciliği

0

Kapitalizmin hemen bütün dünyayı egemenliği altında tutmasının sırrı insan ruhunu çok iyi okuyabilmesinde yatıyor olsa gerek. Günümüz insanı, kim ne derse desin iki şey için yaşar: Para ve algı. Modern(!) insan nasıl olursa olsun para kazanmalı, kendi ne olursa olsun iyi insan algısı yaratmalıdır. Kapitalizm para ve algı üzerinden yürüyen yepyeni oyunlar kuruyor, garibim insanlar da bu oyunların gönüllü oyuncağı rolünü üstleniyor. Kapitalizm ambalajlayıp orman satıyorum dese, elleri patlayana kadar alkışlayanı çok olur, iddia ediyorum. Dikey ormanı, dikey bahçeyi alkışlayan olduktan sonra…

Ormanın dikeyi olur mu?

Kapitalizm isterse olur. İstedi ve oldu da. Salgın bir hastalık gibi dalga dalga yayılıyor üstelik. Bu müthiş pazarlama taktiğinin mucidi İtalyan bir mimar olan Stefano Boeri. Milano’nun kalabalık bölgelerinden biri olan Isola mahallesine kondurduğu biri 110 diğeri 76 m yüksekliğindeki iki kuleye bu ismi, daha doğrusu bu ismin İtalyanca karşılığı olan “Bosco Verticale”yi verdi.

Doğal olarak, kuleler yalnızca isimleriyle orman çağrışımı yaptırmıyor. Kulelerin dış cephelerinde yer alan balkon ve teraslarda yaratılan toprak alanlara dikilen ve resmi internet sitesindeki verilere göre 800 ağaç, 4 bin 500 çalı ve 15 bin civarında süs bitkisi ile dışarıdan bakıldığında, askeri yöntemlerle ve bitkiler kullanılarak kötü bir şekilde kamufle edilmiş yüksek bir bina olarak görünen dikey ormanlar bir miktar yeşillik hissi vermiyor değil. Dikey ormanlar aynı mimarın imzasıyla kısa sürede Çin’e ve Hollanda’ya, başka firmalarca Belçika’ya, diğer ülkelere ve nihayet Türkiye’ye de ulaştı.

Bu yetmedi dikey bahçe[2] furyası baş gösterdi neredeyse eş zamanlı olarak. Bir sürü firma türedi dikey bahçe yapan, dikey bahçelerin topluma, kentlere ve ekosisteme yararlarını ballandıra ballandıra anlatan. Ardından bu, sözüm ona bahçelerin havayı nasıl temizlediğini, nasıl toz ve partikül tuttuğunu, nasıl oksijen ürettiğini, gürültüyü nasıl azalttığını anlatan bilimsel(!) çalışmalar yapılmaya, makaleler yazılmaya başlandı. Kapitalizmin azgın dişlileri dönmeye başlamıştı ve önünde durmak mümkün değildi. Değildi, çünkü birileri çok para kazanacaktı ve üstelik de para kazanırken çevreci görüneceklerdi. Para-algı çevreciliği devreye girmişti.

İBB dur dedi!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi 25 yıl sonra farklı bir zihniyetle yönetilmeye başlanınca farklı şeyler görmeye de başladık. Belediyenin Yeşil Alanlar Daire Başkanlığına hem teori hem de uygulamayı iyi bilen, orman fakültesinde görev yaptığı yıllarda yakından tanıyıp takdir ettiğim Prof. Dr. Çağatay Seçkin atandı. 2020 yılının başında, belediye geniş katılımlı bir yeşil alanlar çalıştayı düzenledi.

Benim de, değerli dostum Erdoğan Atmış’la yeşil altyapı üzerine bir bildiri sunarak katıldığım toplantıda katılımcı uzmanlar sık sık iklim krizinden ve bu krize adaptasyondan, krizle mücadele açısından önem taşıyan yeşil alanlardan, yeşil alan düzenlemelerinde karbon tutma potansiyeli yüksek, kuraklığa dayanıklı, sulama, ilaçlama ve gübreleme ihtiyaçları az ya da hiç olmayan doğal türlerin tercih edilmesi gereğinden söz etti. Bundan dolayıdır ki çalıştayın sonuç bildirgesine şu karar yansıdı:

Dikey bahçe uygulamalarında yerli üretim ve doğal bitkiler kullanılmalıdır. Bitki türü seçimi tasarımın amaç ve hedefine uygun olmalı, az su isteyen kuraklığa dayanıklı bitki türleri tercih edilmelidir. Yapım ve bakım maliyetleri çok yüksek olan dikey bahçe uygulamalarından gerekli olduğu sınırlı yerler dışında kaçınılmalıdır.

İBB, uzman görüşleri doğrultusunda hareket ederek bakım maliyetleri çok yüksek, yerli olmayan, kuraklığa dayanmayan türler kullanılarak yapılan, sulama, gübreleme ve ilaçlama ihtiyaçları yüksek seviyedeki dikey bahçeleri kaldırmaya başladı. Ve ne olduysa ondan sonra oldu; doğal ormanları yararak otoyol yapılmasına, var olan havalimanı yıkılarak ormana havalimanı inşa edilmesine, bir kenti ikiye bölerek yapılacak ve kentin ormanlarını, tarım alanlarını, göllerini yutacak kanal projesine, madenlere, HES’lere, termik ve nükleer santrallere, yeşil yol projelerine… hasılı kelam doğa ve toplum dostu olan ne kadar değer varsa hepsine savaş açmış parasever, zenginsever projelere gıkını çıkaramayan para-algı çevrecileri hep bir ağızdan yeşilden, doğadan, çevreden, oksijenden bahsetmeye başladı.

Çünkü onların görevi buydu: Nerede sermayenin yanında durmak gerekiyorsa, nerede güçlünün yanında durmak gerekiyorsa, nerede gerçekle ilişkisi olmayan bir algı yaratma ihtiyacı varsa onlar devreye girerdi, girdiler de.

Yeşil düşmanlığı değil, akılcılık

Daha önce de yazdım, çok yerde söyledim; balkonumuzdaki saksıda yetiştirdiğimiz küçücük bir süs bitkisinin bile doğaya bir katkısı vardır. Hiçbir katkısı olmasa fotosentez yaparak oksijen üretir. Öyleyse neden karşı çıkıyorum dikey orman ve bahçelere? Açıklayayım:

  • Her şeyden önce verilen isimlerde sıkıntı var. Bu uyduruk mimari tasarımlara orman ya da bahçe dediğimizde zaten doğadan iyice kopuk ortamlarda yetişmek zorunda kalan yeni kuşaklarda orman ve bahçe kavramının böyle bir şey olduğu düşüncesinin yerleşmesi tehlikesi var.

  • Attığınız taş ürküttüğünüz kuşa değmez. Bu tasarımlar son derece yüksek maliyetlidir. Örneğin dikey bahçelerde bitki yetiştirebilmek ve onları canlı tutabilmek için öncelikle duvarlara o bitkileri taşıyacak platformlar kurmak zorundasınız. Sonra metrelerce, belki kilometrelerce sulama borusu döşemek, saksılar monte etmek, toprak taşımak ve nihayet bitkileri dikmek zorundasınız. Üstelik bunlar yalnızca kuruluş maliyetleri.
  • Dikilen bitkilerin sürekliliğini sağlamak için sulamak, gübrelemek, hastalıklara karşı ilaçlamak zorundasınız. Kuruyanı, ömrü dolanı (dikey bahçelerde kullanılan türlerin çoğu bir ya da birkaç yıllık ömre sahiptir) değiştirmeniz gerekir. Bunlar da bakım masraflarıdır. Kaynakları zaten kıt olan bir ülkede böyle bir kaynak savurganlığının akılcı tek bir açıklaması olamaz. Burada amaç, olsa olsa bazı firmalara para kazandırmak olabilir. Bunun yerine doğal yeşil alanları korumak ya da bu tür tasarımların bir birimi için harcayacağınız parayla uygun alanlarda, içine insanların girebileceği, doğaya dönük yararlarının yanı sıra kültürel ekosistem hizmetlerini de maksimum düzeyde üretildiği on birim yeşil alan yapmak çok ama çok daha rasyonel bir davranış şeklidir.
  • Denilebilir ki, yeşil alan yapacak uygun alan mı var? Eh, olmaz tabii, yıllarca halkın yeşil alanlarını ya da yeşil alan olabilecek potansiyel alanları imar planı değişiklikleri ve çeşitli oyunlarla sermayeye ve bazı cemaatlere dağıtırsanız. Üsküdar Belediyesinin TİBAŞ tarafından kültür merkezi ve park yapılmak üzere bağışlanan alanı Aziz Mahmut Hüdayi Vakfına yurt yapılmak üzere tahsis etmesi, Vakfın da yapılan binanın altını dükkâna dönüştürüp para kazanması hemen aklıma gelen örneklerden biri.
  • Her nedense sözünü ettiğimiz dikey tasarımlarla ilgili yapılan çalışmalarda üzerinde durulan konular bu tasarımların yararlarına odaklanan tek yönlü çalışmalar. Oksijen üretme, toz ve partikül tutma, gürültü azaltma vb. Bunları ortaya koymak için çalışma yapmaya ne hacet? Bir yerde bitki varsa bunlar da otomatik olarak olur. Peki ya bu tasarımlardaki bitkileri yaşatmak için zorunlu olarak yapılması gereken sulama, gübreleme ve ilaçlamanın ekonomik ve daha da önemlisi ekolojik sonuçları? Bir iki yılda ömrü dolan bitkilerin çürümesi ile havadan alınan karbonun yeniden atmosfere salımı? Yapılan çalışmaların çoğunda bu konulara ya hiç değinilmiyor ya da pahalılık, bakım ve sürdürülebilirlik sorunları gibi genel ifadelerle geçiştiriliyor. Neden? Çünkü bunlar detaylıca açıklanırsa bu işlerden para kazanılmaz da ondan!

Yazıyı gereksiz yere uzatmamak için belli başlı noktalara değindim yalnızca. Para-algı çevreciliğine kanmayın. Gezegenimiz çok büyük bir krizle karşı karşıya. İklim krizi ile onu doğuran ya da onun sonucu olan olay ve olgular bütünü gezegenimizdeki yaşamın devamlılığı açısından büyük bir tehdit. Bu tehditle duvara asılan saksıda çiçek yetiştirilerek mücadele edilemez. Bu tehditle gereksiz yere yollar yapıp, yol kenarlarını duvarlarla kaplamakla, sonra da o duvarları bahçe diye yutturmakla da mücadele edilemez. Bu tehditle mücadele etmek için önce elimizdeki doğal alanları; ormanları, yaylaları, dağları, gölleri, nehirleri, denizleri, sulak alanları… gözümüz gibi korumalıyız.

Sonra yaşam felsefemizi temelden değiştirmeli, yaşam gereksinimlerimizi ve yaşam alanlarımızı küçültmeliyiz. Kentlerimizi doğaya değil doğayı kentlerimize sokmalıyız. Zorunlu olarak yol yapmamız gerekiyorsa bile, o yolun kenarını duvarla çevirmek yerine doğal şevler halinde bırakmalı ve o şevlerde yarattığımız zararı oradaki ekolojik yapıya uygun tür ve yöntemlerle onarmaya çalışmalıyız. Uygun olan her yerde doğaya en yakın tasarımlarla parklar, yeşil alanlar yapmalıyız.

Kentlerin kimliği doğası, tarihi ve o kentte yaşayanların yaşam tarzlarıyla belirlenir. Saksıda çiçek yetiştirmekle övünen, bunun kentin kimliğini belirlediğini söyleyen kentler acınası kentlerdir. Ne İstanbul’un ne de ülkemizdeki diğer kentlerin, kasabaların ya da köylerin böylesi akıl dışı harcamalara ihtiyacı yok! Yine de bunlardan hoşnut olanlar varsa, halkın parasıyla halkın alanlarına yapılmasını istemek yerine kendi paralarıyla kendi mülklerine yaparak tatmin olabilirler. Ellerinden tutan mı var?

*

[1] Tarafımdan uydurulmuş olan bu terimde para Türkçe anlamıyla birlikte eski Yunancadaki anlamlarından biri olan “anormal”, “doğru olmayan” anlamında da kullanılmıştır.

[2] Yabancı literatürde vertical garden (dikey bahçe) ya da green wall (yeşil duvar) gibi kavramlar kullanılmaktadır.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.