Hafta SonuKitapKöşe YazılarıManşetYazarlar

Ozan Zeybek’le insan olmayanların sosyal tarihi: Hayal beraber kurulur

0

Sezai Ozan Zeybek’in son kitabı “Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar: Sosyal Bilimleri İnsan Olmayanlara Açmak”, geçtiğimiz aylarda NotaBene Yayınları tarafından basıldı. Eşitlik, hak ve millet gibi kavramları “insan olan varlıklar” üzerinden tartışmanın mayınlı bir sahada yürümek gibi olduğu günümüzde, meseleyi “insan olmayan varlıklar” üzerinden düşünmeye çağıran kitap, ‘kenarda kalanı görmek, anlamak ve onlar üzerinden dünyayı değiştirmek” üzerine okuru ters köşeye yatıran bir tasavvur sunuyor. 

‘Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar…” kitabında savaşlarda araçsallaştırılan ve asker haline getirilen hayvanlar, bombardıman kelimesinin ardındaki arılar, şehirlerdeki sokak köpekleri, ithal edilen inekler, zararlı bulunan keçiler ve toprağı havalandırırken zehirlenen solucanlar üzerinden tarım ve hayvancılık politikalarına, çevreyle ilişkimize, güncel siyasete dair, şimdiye dek ele alınmamış bir açıdan, eleştirel bir bakış bulacaksınız. 

Zeybek ile kitabından yola çıkarak, çevre, adalet, sömürü, anti-kapitalizm ve umut üzerine söyleştik.

‘Adalet güçlü olanın insafına bırakılamaz’

Esin İleri: Bir tarafın diğerinden açıkça güçlü olduğu durumlarda adaletin tesisi zorlaşır, diyorsun. Kitapta vurguladığın gibi, hayvanlar da insanlar gibi devlet tarafından zorunlu askerliğe alınıyor, şiddet görüyor, sürgün ediliyor. Dolayısıyla türcülükle mücadele etmekten daha fazlasına ihtiyacımız var gibi, zira “güçlü” olan için “kendi türü” ya da öteki pek fark etmiyor, sen ne dersin?

Sezai Ozan Zeybek: Kesinlikle öyle… Adalet, güçlü olanın insafına bırakılamaz. İki kere vicdan, üç kere utanç belki geri adım attırır. Ama özellikle krizlerde, savaşlarda, etnik temizliklerde orantısız gücü olanların o eşikleri ne kadar kolayca göz ardı edebildiklerine şahit oluyoruz.

Hele ki arada bir de doğrudan sömürü ilişkisi varsa, güçlü olanın görmemek, idrak etmemek, değişmemek için yapabileceklerinin sınırı yok. Köleci geçmişin mirasından vazgeçememiş, “Beyaz Amerika’da” olan tam da bu. Yüzyıllarca mülk satın alması engellenmiş, bankadan kredi çekememiş, okullara kabul edilmemiş bir grup bunca ilerlemeye rağmen hâlâ sokak ortasında keyfe keder öldürülebiliyor. Adalet mekanizması çoğu zaman insanı çileden çıkaracak kadar yetersiz ve yavaş işliyor. Türkiye’de de, Almanya’da da bu böyle… İmtiyazlılar, imtiyazlarından eğitimle, aydınlanmayla yahut doğru şeyleri söylemeyi öğrenerek vazgeçemiyor. Olan bu.

Benzer bir durum hayvanlar ve insanlar arasında iyice açılmış olan asimetrik güç ilişkisinde de var. Her yıl 50 milyar tavuğun hayatı en korkunç koşullarda sona eriyor.

Tüm bunlarla mücadele etmek için sınırları müzakere etmek, yani mesela zulmün “insan” onurunu ayaklar altına aldığını söylemek, “insan” haklarından bahsetmek yahut hayvanlara yapılanın türcülük olduğunu tespit etmek yeterli göolmayabilir. Bunlar önemli, fakat bunun yanında gücün, yani oyun alanının daha dengeli bir dağılımını hedeflemek de gerekiyor. Bu da sadece güçsüzü güçlendirmekle değil, güçlünün elinden gücünü almakla mümkün. Görece denk bir zeminde, en azından arada uçurumun olmadığı bir zeminde adaletin koşullarını müzakere etmek çok daha olası.

‘Birikmiş bilgiden göç etmek’

Peki bu nasıl olabilir?

O kadar çok yolu var ki… Kitapta bazı ipuçları var. Ama mesela mirasın sınırlandırılması, servet vergisi, şirketlerin politik gücünün radikal şekilde azaltılması, toprağın-suyun şehirlilere ucuza nakledildiği anlayışın terk edilmesi, kimsenin yapmak istemediği işlerin (köylü, amele, çöpçü, ev kadını diye hakir görülen grupların…) pastadan çok daha büyük pay almaları… Daha sayılabilir. Bunlardan sonra bakın nasıl herkes herkesi dinlemeye, birbiriyle anlaşmaya teşne olacak.

Kitapta bir tarafta zorla yerinden etmeler ve tarla yakmaların yaşandığı, diğer tarafta destek programlarından küçük çiftçinin yararlanamadığı, bilakis şirketleşmenin önünün açıldığı, kimya şirketlerinden medet umulan günümüz koşullarını gözler önüne seriyorsun. Bu şartlar altında umudunu yitirip meslek değiştiren ya da kente göçen küçük çiftçi açısından kooperatifler bir çözüm olarak görülebilir mi?

Buna bir cevap vermek kolay değil. Şu ara bakanlığın en çok üstünde durduğu modellerden biri kooperatifçilik. Konuyla ilgili bir sürü toplantı yapılıyor, teşvikler veriliyor. Geçmişte de farklı sektörlerde denenmiş bir model. Çoğu kapanmış, âtıl hale gelmiş. Ancak şimdi AB fonlarıyla yaşanan bir dönüş var kooperatifçiliğe. İşe yarar mı? Yarayabilir.

Ama zarfa değil mazrufa bak diye de bir tabir var dilimizde. Kooperatif kâğıt üstünde yasal bir kurum, mevzu onun içinin nasıl doldurulacağı. Ciddi bir sosyal örgütlenme gerektiriyor. Hangi prensiplerle hareket edildiği çok önemli: Hayvancılığa, tohumculuğa, üretime, çalışan haklarına dair nasıl bir yaklaşımı var kooperatiflerin? Buna her kooperatif farklı bir cevap verecek.

Katıldığım, gözlemleyebildiğim toplantılarda prensiplerden ziyade sunulan fırsatlar, fon yapısı, destekler-hibeler vs. konuşuluyordu. Diğer hususlar laf arasında bazen geçiyordu, çoğu zaman hiç geçmiyordu. Sebebini anlayabiliyorum, belki kervan yolda düzülür diye de düşünülebilir. Ama içeriğin konuşulduğu, prensiplerin, yoldaşlığın müzakere edildiği bir aşamaya her durumda ihtiyaç var. Kooperatif diye söze başlamaktansa bu daha önemli geliyor bana.

“Taban Hareketleri, Motor Sesleri” bölümünde çevre tarihçisi Joachim Radkau’ya referansla, göçler nedeniyle nesiller boyu biriken bilgilerin silinmesinden bahsediyorsun. Nüfus, tanımadığı coğrafyalara göç etmek zorunda kaldığında ya da “imha edildiğinde,” köyden kente göç yoğunlaştığında, “zeytini, asmayı, toprağı, böceği tanımaya zaman olmamış” diyorsun. Okurken aklıma Saroyan’ın Nar Ağacı öyküsü geldi. Öyküde, buradaki zulümden kaçabilip Amerika’ya yerleşen amcası Melik, bir tarla satın alıp nar ve incir gibi yetiştirmeyi bildiği meyveleri ekmeyi hayal eder. Yıllarca uğraşıp tarlasını ekilir hale getirmeye, su çıkarmaya çalışır ve sonunda nar eker. Ama ağaçlar büyümez, büyüse de meyve vermez. Bu hikâyeden yüz yıl sonra bugün, hızlıca önlem almazsak, dünyayı büyük bir su krizi ve onun getireceği zorunlu göçler bekliyor. Geçmişten ders çıkarmak en kolay seçenekken, insan türü neden buna direniyor?

Yani tam dediğin gibi, terk edilen yer de giden kişi de uzun süre kendine gelemiyor. Türkiye’nin makûs talihi, bu coğrafyada özellikle son iki yüzyıldır nüfus sürekli yer değiştirmiş. Gelen muhacirler zeytinliklere, bostanlara ne yapacağını bilememiş. Gidenler yeni yerlerine intibak edememiş. İmha edilenler, boş kalan yerleşim yerleri… Bu coğrafyanın acı dolu hikâyeleri. Son dalga köyden kente göç. Türkiye’nin yerleşim yerine göre dağılımı, son yüz yıl içinde tepetaklak oldu. Sadece Türkiye’de değil, hemen her yerde benzer bir eğilim var.  İnsanlık büyük bir tecrübe birikimini terk ediyor. Bunun ne kadar radikal bir değişim olduğunu, kömür ve petrol olmadan gerçekleşemeyeceğini, enerjinin bu kadar hoyratça sarf edilemediği bir enerji darboğazına girersek (ki olası) bu düzenin sürdürülemeyeceğini ne kadar anlatsak az.

Kendi hayatımda da benzer bir durum var. Yıllarca bir yere ait olmanın çok da önemli olmadığını düşündüm. Mesleğim icabı, bir yere kök salmam zaten oldukça zordu. Yurt dışında doktora, belirsizlik, süreli işler, oradan buraya hareket derken yıllar geçti. Şimdi 42 yaşındayım ve yerim yurdum neresi açıkçası bilmiyorum.

Yaptığımız işler de değişti. Artık toprağı, çevreyi, ağacı tanımak zorunda olduğumuz işler yapmıyoruz. En azından ben yapmıyorum. Zamandan-mekândan soyutlanarak çalışabiliyoruz. Online dersler veriyorum mesela, bu dönemki öğrencilerimi henüz görmedim. 19. yüzyıldaki iş yerinin dönüşümü, standartlaşmasına dair yazılmış çizilmiş ne varsa tamamına erdi sanki. İnsanlık tecrübesi artık başka mecralarda birikiyor. Havada suda değil, Twitter’da, Facebook’ta…. Orada da biriken nedir, tartışılır. Geçmiş güzellemesi yapmak istemiyorum; ancak ben hâlâ eskinin birikimlerini, tarıma-hayvancılığa-tohumculuğa dair birikmiş bilgiyi bu kadar kolay terk etmemeliyiz diye düşünüyorum. Bir sürü insanın bunun için mücadele ettiğini görüyoruz. Ancak işte Türkiye’de bir kez mekândan-topraktan kopunca, geri dönmenin ne kadar zor olduğu da ortada.

Daniel Tanuro, ‘Yeşil Kapitalizm İmkânsızdır’ kitabında çevre mücadelesi ve toplumsal mücadele birbirinden ayrı düşünülemez der. Sence, büyük şirketlerin topraktan çokça verim almak vaadiyle toprağı tüketerek kendine bağımlı hale getirdiği, yalnızca kâr gözeten, verimlilik ve tüketim üzerine kurulu kapitalist üretim modeli altında doğanın tahribatına karşı gelmek mümkün mü? Ya da şöyle ifade edeyim, günümüz şartlarında, üretim ilişkilerini baştan sona değiştirmeden, bu talana karşı durabilir miyiz?

Çok net bir cevap verebilirim: Gelecek için daha iyi bir dünya istiyorsak, kapitalizmle muhasebeyi çok iyi yapmamız gerekiyor. Yazdığım kitabın da temel ekseni bu. Kitapta, içinde yaşadığımız düzene serbest piyasa ekonomisi değil, anti-piyasa ekonomisi demeyi tercih ettim. Çünkü ortada serbest olan hiçbir şey yok. Tohumdan hayvancılığa hemen her sektörde az sayıdaki şirket piyasanın çoğunu, kimi zaman lobi faaliyetiyle kimi zaman güç kullanarak kontrol etmeye çalışıyor.

Mesela enerjinin, petrolün ve Orta Doğu’nun tarihi tam olarak bu. İlgilenenler varsa Timothy Mitchell’ın Karbon Demokrasi isimli kitabını hararetle tavsiye ederim. Petrolün çok, talebin görece az olduğu bir ortamda, şirketlerin piyasaya sürülen petrolü nasıl kısıtladıklarını, rekabeti nasıl yok ettiklerini, gerekirse darbe yoluyla rejimleri nasıl kontrol ettiklerini anlatıyor Mitchell. Yani mevzu sadece petrol çıkarmak değil, enerjiyi kontrol etmek, kârı arttırmak, gücü elde tutmak idi.

Bugün de kömür ve petrolü şirketler açısından bu kadar vazgeçilmez kılan bu. Güneş potansiyel olarak çok daha demokratik bir enerji. Üç şirketin kontrol etmesi zor. En azından yakın zamana kadar zor gözüküyordu.

Ancak şimdi bu iklim krizi arifesinde önemli mücadele hatlarından birinin bu olduğunu fark ediyorum: Enerjinin (kaynağı ne olursa olsun) kontrolünü elde tutmak! Oligarşik kapitalizmin can damarı bu. O yüzden rekabeti engelleyici, enerji üretiminin demokratikleşmesine engel olacak her tür yasaya, lisansa, büyük yatırıma hazır olalım. Zaten bunun nüvelerini şimdiden görüyoruz. Büyük baraj ve enerji şirketleri, yenilenebilir enerjideki demokratik potansiyel açığa çıkmadan sektöre hâkim olmak için çalışıyorlar. Bunun için de çevreci örgütlerle bile yakın iş birliği kurmaya hazırlar.

O yüzden iklim krizini her zaman iki ayaklı olarak düşünmek gerekiyor. A) Karbon emisyonlarını azaltmamız şart. Bunun tehir edilecek, tartışılacak bir tarafı yok. B) Şirketlerin enerji sektöründeki ve hemen her alandaki tekelini kıracak anti-kapitalist mücadelelere ihtiyacımız var. Biri olmadan, diğerinden bütüncül bir değişim çıkması mümkün değil.

Yakın tarih, yaşamımızı ilgilendiren hayatî alanları (enerji, gıda, sağlık, eğitim…) az sayıdaki şirkete teslim ettiğimiz müddetçe yıkımın (savaş-işgal-sömürü…) öyle ya da böyle devam ettiğini, adalet makasının açıldığını gösteriyor.

Bence bu önümüzdeki dönem o anlamda çok kritik. Bu iki mücadelenin mesafesini açmak için medyada, uzman meclislerinde yoğun bir çaba var. Ne yazık ki STK’lerin bir kısmının bu yöne sapmış olduğunu yahut zaten baştan beri yönelimlerinin bu olduğunu düşünüyorum. Dediğim tartışmalı bir konu, farkındayım. Ama her durumda eğer bir kriz geliyorsa (ve geliyor) ev ödevimizi çok iyi yapmamız, ne istediğimizi çok iyi dile getirmemiz ve bu iki ayağı birbirine sıkı sıkı bağlamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Anti-kapitalist olmak asla demode bir siyaset olamaz.

‘Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar’ tüm bu karamsar tablonun sonunda bir “umut siyaseti” önermesiyle bitiyor. Bu duruşu, “Umudu ince ince işlemek; uzak coğrafyalarla, başka türlerle, bizim gibi olmayanlarla, geçmişle bağlantılar kurmak bir yandan da bizi kuşatan gerçekliğin kırılganlığını göstermek” olarak tanımlıyorsun. Bu bağlamda, hayal ettiğin düzeni tarifler misin?

Sanırım önceki cevaplarımda nasıl bir hayal kurduğum üç aşağı beş yukarı ortaya çıkmış olmalı. Ancak belki bir iki hususun daha altını çizebilirim. Biri şu: Hayal beraber kurulur. Kitapta tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığım hususlardan biriydi bu. Kolektif kavramı etrafında ilişkilerimizi, insan bedeninin nasıl başka bedenlere muhtaç olduğunu ve ne derece kırılgan olduğunu göstermeye çalıştım. Amacım da kendinden menkul, sınırları belli bir insan tarifinden uzaklaşmak, insanın aslen bir soyutlama olduğunu göstermekti. Soyutlama, çünkü çevresinden yalıtarak anlamaya çalışıyoruz. Bunun yerine makinelerin, hayvanların, bitkilerin vs. bir araya gelmesi ile kurulmuş ve kurulabilecek başka toplumsal modeller olduğunu göstermeye çalıştım.

İnsanın ne yaptığı ve ne yapabileceği yahut kurabileceği hayaller de bu çerçevede ortaya çıkıyor. Çevremize topladıklarımız, irtibata geçtiklerimiz, kurduğumuz hayallerin de sınırını belirliyor. Ben kendi adıma çok daha ilham verici bir hayatın özlemini çektiğimi söyleyebilirim. Belki orta yaş krizidir, bilmiyorum. Yaptığım iş ve yaşadığım hayata bakarak (tümüyle olmasa da) yanlış işler peşinde çok vakit harcadığımı düşünüyorum. Henüz rahatça soluk alabildiğim, kök salabildiğim bir yer bulabilmiş değilim.

Umut ve hayal ilişkisine dair bir husus daha var belirtmek istediğim. Bugün toplumdaki pek çok insanın hayallerini futbolcuların, modellerin, siyasetçilerin, yani önemli addedilen insanların yaptıkları belirliyor. Ancak aslında ilham alınacak, umut bağlanacak başka bir sürü şey oluyor çevremizde. Üstelik bunların çoğu “önemsiz” insanlar tarafından icra ediliyor. Sanırım eleştirel düşüncenin yapageldiği en önemli işlerden biri bu: Kenarda kalanı görmek, anlamlandırmak, dünyanın gidişini madunları merkeze alarak yorumlamak ve değiştirmek. Benim için umut, buralarda bir yerde saklı.

Yani özetle hayalimde net bir toplum modeli yok. Olmasın da zaten. Ama ilham veren bir sürü eylem var, tarih var, olay var.

Sezai Ozan Zeybek

İnsan-hayvan ilişkisi, mekan, ekoloji ve militarizm üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen sosyolog, Doç. Dr. Sezai Ozan Zeybek, coğrafya alanında hazırladığı doktorasının ardından şu anda Berlin’de bulunan Wissenchaftkolleg ve Alice Salomon Üniversitesi’nde postkolonyalizm ve ekoloji üzerine dersler veriyor. Yeşil Gazete‘de yazan ve Özgürüz Radyo’da Havadan Sudan adlı bir program hazırlayan Zeybek’in yayımlanmış dört çocuk kitabı var, beşincisi basım aşamasında. 

 

 

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.