ManşetUncategorized

Faşizm ve popülizmin temelindeki revizyonist tarihler üzerine

0

Yazan: Federico Finchelstein

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

*

Gerek faşizm gerek popülizm, başlıca meşrulaştırma kaynağı olarak politik üçlüye (teslis) – lider, ulus ve halka – başvurur. Her iki oluşumda da halk, ulus ve liderin personasında halkın temsili arasında çelişki yoktur. Bu ideolojiler temsil olarak kişileştirmeye inanır, bu da gerçekte halkın iradesini elde etmenin tamamen liderin yetkisinde olduğu anlamına gelir. Bu üç parçalı temsil miti tek bir liderin her nasılsa bir ulusla ve halkıyla aynı olduğu fantezisine – bir kişi ve iki kavramın tanımlanması – dayanır.

Bununla birlikte, faşizmde bu kişileştirme seçim temsili gibi rasyonel ya da usule uygun bir arabuluculuk gerektirmez. Bunun aksine, popülizmde seçimler liderin ilahi üstünlüğü gerçeğini doğrulamak için önemlidir ve onlar hakkında söylenen yalanları yaymak liderin tarihteki yerine dair fikrini sürdürmenin vazgeçilmez bir parçasıdır.

Popülist lider, plesibiter seçimleri kazanarak iktidarının ikili doğasını sağlamlaştırır; o aynı zamanda halkın seçilmiş temsilcisi ve yarı-transandantal rehberidir. Perón sık sık şunu söylerdi: “Halk… rehberin doğuştan yetenekli olduğunu bilmeli. O ne fermanla ne de seçimlerle sonradan yapılmaz.” Ve eklerdi: “Rehberin kendi kalıplarını bulması, daha sonra bu kalıpları – kendi liyakatına göre – Tanrı’dan aldığı Samuel’in kutsal yağıyla doğrudan ilişkili olan bir içerikle doldurması gerekir.”

Ebedi cisimleşme fikri faşizmde liderin yanılmazlığını – hatta liderin seçilmesinin ulus için son fırsatı temsil etmesini – ilan etmesine yol açtı, popülizmde de aynı şeye neden oluyor. Ulusta ve halkta yaratılan bu aciliyet hissi ve yakın tehlike durumu; liderin dost-düşman konumlandırmaları ve askeri stratejileri rakiplerinin maksatlarına yansıtmasının bir sonucudur. Dönemin adayı Trump yaklaşan 2016 seçimine atıfta bulunarak şu iddiada bulunmuştu: “Onlar (düşmanları) için bu bir savaş ve onlar için her şey mübah. Bu ulusumuz için bir kurtuluş mücadelesi, bana inanın. Ve 8 Kasım onu kurtarmak için son şansımız olacak – bunu unutmayın.”

Faşizm tarihini değiştirmek, onu tarihselden ziyade mitolojik kılarak geçmiş zamanlardaki faşizmin – hatta ve hatta faşizmin kendisinin – o kadar da kötü olmadığını düşündürür.

Trump, destekçilerine kendisinin seçilmesini “bizim bağımsızlık günümüz” diye anlatıyordu. Benzer biçimde, Perón 1946 yılındaki kendi seçimini ikinci bir “bağımsızlık” olarak tanımlamıştı ve “Tanrı beni Arjantin halkının bağımsızlığı ve özgürlüğü için yeryüzüne getirdi” demişti.  Liderliğini de kendisi gibi, halkın rehberi olan militer istilacıların uzun geçmişiyle özdeşleştiriyordu: “Dünya tarihi – İskender, Julius Caesar, Frederick ya da Napolyon örneklerinden giderek – zaferin halkı yükseklere çıkaran ve rehberlik edenlere ait olduğunu gösterir.”

US President Donald Trump and First Lady Melania Trump spray rose petals to pay tribute at Raj Ghat, the memorial for Indian independence icon Mahatma Gandhi, in New Delhi on February 25, 2020. (Photo by Mandel NGAN / AFP) (Photo by MANDEL NGAN/AFP via Getty Images)

Modern popülizm 1945’ten sonra güç kazandığında faşizmi demokratik bir temelde yeniden formüle ettiyse de, çağdaş sağ cenahın yeni popülistleri tarihin yok edilmesine ve yerine yanılmaz lider miti konulmasına dair faşist hayale gittikçe yaklaşıyor. İlk popülist liderler, faşistlerin yapmış olduğu gibi, tarihi kayıtları kökten değiştirmekte tereddüt ediyorlardı. Bu durum bu yeni yüzyılın sağ-kanat popülistleriyle birlikte değişti. Kendi tarihlerinin, özellikle de faşizmin tarihine ilişkin olarak, tersine mühendisliğini yapıyorlar.

Genelde faşist tarihin, özelde ise Nazi tarihinin çarpıtılması, yeni popülist markanın asli bir unsuru haline getirildi. Zaman zaman İsrail’deki ve yurtdışındaki ırkçı ve zenofobik partilerle ittifak yapan İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu da kendi siyasi çıkarlarına uydurmak için Holokost tarihini çarpıttı ve yakın bir tarihte iki dünya savaşı arası dönemde Nazi yanlısı Filistinli bir liderin Avrupa Yahudilerinin katledilmesinde başat rolü olduğunu ileri sürdü.

Netanyahu’ya göre, 1941’de Adolf Hitler, müftünün tavsiyesini istemişti: “Onlara ne yapmalıyım?” Müftü şöyle yanıtladı: “Yak onları.” Bu diyaloğun gerçek olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Benzer şekilde, Amerikalı caudillo (lider/diktatör) Donald Trump, düşmanlarını sözümona Gestapo taktiklerini benimsemekle suçladı fakat aynı zamanda “Anti-fa”ya da (ABD’de aşırı solcu, antifaşist hareket-çn.) saldırdı ve neo-Naziler arasında bile “iyi insanlar”ın olduğunu iddia etti.

Popülist liderler neden gerçek Nazizm ve faşizm tarihini silmek, çarpıtmak ve yerinden etmek ister? Çünkü bu liderler faşist ideoloji, retorik ve taktikler kuyusundan yararlandıkça politikalarını normalleştirmek için faşizm tarihini nötrleştirmek zorundadır. Faşizm tarihini değiştirmek, onu tarihselden ziyade mitolojik kılarak geçmiş zamanlardaki faşizmin – hatta ve hatta faşizmin kendisinin – o kadar da kötü olmadığını düşündürür. Bu elbette yalandır.

Geçmiş, Hannah Arendt’in yalanın üretilmesi ve merkezileştirilmesi olarak tanımladığı şeyin vazgeçilmez bir parçası haline geldi”

Dolayısıyla tarihi yeniden yazmak, popülist projenin merkezindedir. Brezilya’da Başkan Jair Bolsonaro bunu sadece Nazi tarihiyle değil, kendi ülkesinin tarihiyle de yapıyor. Bolsonaro’nun politik şiddeti savunmasından ve başkanlığının etki alanını genişletme arzusundan kaygı duyanlar için ülkenin diktatör geçmişini temize çıkarma hamlesi, tarih hakkında popülist yalan söylemenin daha geniş bir örüntüsünün belirtisiydi – son derece rahatsız edici. 2019’da Bolsonaro Brezilya tarihindeki en kanlı askeri diktatörlüğe yol açan 1964 darbesini resmi olarak kutlamak istedi. Dahası bu diktatörlüğün Brezilya’da demokrasiyi inşa ettiğini yalan yanlış iddia ederek aslında bir diktatörlük bile olmadığını söyleyecek kadar ileri gitti.

2018’de Macaristan’ın otokratik ve ırkçı popülist lideri Viktor Orban ile görüştü ve Brezilya halkının diktatörlüğün ne olduğunu bilmediğini; 1964 ila 1985 yılları arasında ülkeyi yöneten askeri cuntanın bu şekilde sınıflandırılamayacağını öne sürdü. Bunun, faşist diktatörlüklerin gerçek demokrasi biçimleri olduğunu söyleyen klasik faşist yalanından hiçbir farkı yoktu.

Bu yalanları örtbas eden faşizm tarihçileri bir yana, otoriteryan rejimi inceleyen Brezilya tarihçileri bunun tam aksini kanıtladı. Brezilya Gerçek Komisyonu’na göre, Bolsonaro’nun anmak istediği Brezilya diktatörlüğü başka şeylerin yanı sıra 434 ölüm ve muhaliflerin kaybedilmesinin yanı sıra 8,000’den fazla yerlinin katledilmesinden sorumluydu.

Bolsonaro’nun ölümcül bir rejimi normalleştirmesi, hatta kutlaması, yalnızca Brezilya tarihine el atmasıyla sınırlı değildi. Aralarında sayısız insan hakları ihlali nedeniyle tutuklanan Şili başkanı Augusto Pinochet ile iktidarda geçirdiği nerdeyse 35 yıl boyunca ülkeyi sıkıyönetim altında tutan Paraguay başkanı Alfredo Stroessner’ın da bulunduğu çok sayıda diktatöre övgüler dizdi. Bolsonaro ve Trump gibi liderler bu diktatörlerin ülkelerinin kurtarıcıları olduğunu iddia ederek, tarihin yerine miti koydular.

Geçmiş, Hannah Arendt’in yalanın üretilmesi ve merkezileştirilmesi olarak tanımladığı şeyin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Arendt’e göre, yandaşlar bu yalanlara inandıklarında gerçekliği olduğu gibi göremezler. Bu bağlamda, politikacılar “gerçeğe karşı silah olarak kasten yalan”ı kullanırlar. Tıpkı, tarihçi Ruth Ben-Ghiat’ın Trump’ın geçmişteki otoriteryan devletlerin propaganda makinaları ile derin bağlantısına ilişkin gözlemlediği üzere, “Göreve başlamasından bu yana kendisini ve ona sadık kişileri gerçeğin tek belirleyicileri olarak sunan ve eleştirenleri partizan yalancılık çığırtkanları olarak yaftalayan bir bilgi aygıtı yerleştirmesi” gibi…

Bu revizyonist dünyada en akıldışı, mesihsel ve paranoyak görüşler yalan yanlış tarih olarak sunuluyor.

Makalenin orijinali için tıklayın

 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.