Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Tahakküme karşı kılavuz: Günümüz siyasetinin kısa bir muhasebesi

0

Bu yazı koronavirüs salgını hakkında değil, salgından önceki ve sonraki hayatımıza dair. Bir süredir tahakküm ve şiddet karşısında ne tür eylemlerin yapılabildiği, nelerin yapılamadığı hakkında düşünüyorum. Basitçe söylemek gerekirse, belli bir eylem setine birkaç on yıldır giderek daha az başvurulduğunu ve bunun siyasî hareket sahasını bir hayli daralttığını iddia ediyorum. Sonra da sebepleri üstüne kafa yoruyorum. En sonda sizin de gördüğünüz-katıldığınız çeşitli eyleme biçimlerini kafanızda kısaca tasnif etmenizi ve buradaki fikirleri test etmenizi rica edeceğim.  

 *

Bir kırılma noktasındayız. Ayaklarımızın altındaki zemin sarsılıyor. Kimileri olan bitene “mafya devletlerinin yükselişi” diyor, kimisi ise neoliberalizmin kaçınılmaz sonu… Dünyanın pek çok yerindeki tek adam rejimleri artık vitrine koymak için dahi demokrasiye, güçler ayrılığına, hukukun üstünlüğüne ihtiyaç duymuyor. Seçimler ölmediyse bile can çekişiyor. Tutarlı iki cümleyi arka arkaya edemeyen bir insan, nüfusun yarısının sandığa bile gitmediği seçimlerle, üstelik rakibinden daha az oy alarak hem ülkesinin hem dünyanın lideri oldu. Medya eridi. Alternatif hakikat evrenleri ortaya çıktı. Gazeteciler mesleklerini yapamaz hâle geldi. Adalet esnedi, az sayıdaki kişinin güdümüne girdi. Birçok kurum gözlerimizin önünde çözüldü. Mısır’dan Rusya’ya, Türkiye’den Hindistan’a, Macaristan’dan Filipinler’e uzanan geniş bir coğrafyada, yüz milyonların hayatının idaresini tekeline alan yeni bir lider tipi ortaya çıktı.

Bilmediğimiz bir dünyanın ayak sesleri duyuluyor. İklim değişiyor. Yaşam kuran sistemler (hava, su, toprak, gıda, simbiyotik ilişkilerimizin olduğu diğer türler…) alarm veriyor. Şu içinden geçtiğimiz olağanüstü hâlin, izanın ve ölçünün askıya alındığı, insanların korkuya yenilip güç sahiplerine iyice teslim olduğu rejimlere yol açma ihtimali var. Üstelik bu sorunları çözebilecek, en azından vaziyeti kavramış bir yönetim aklı mevcut mu, tartışılır. Koronavirüs salgınında yapılacaklar üç aşağı beş yukarı belliyken bile pek çok devlet atıl kaldı, daha ziyade görüntüyü kurtarmaya çalıştı. İklim değişikliği, kuraklık gibi çok katmanlı ve daha uzun vadeli sorunlar karşısında ne olacak, belli değil. Dünya Bankası kuraklığa karşı hâlâ özelleştirme tavsiyeleri veriyor, borçların nasıl tahsil edileceği üstüne çalışıyor. “Çevreci” duyarlılığa sahip ülkeler ise bir yandan muazzam miktarda karbon yakıt tüketirken diğer yandan büyümenin yeşil renklisinden bahsediyor.

Uzun bir süredir ev ödevimizi eksik yaptığımızı düşünüyorum. Yeni siyaset modellerine, başka türlü  ilhamlara ihtiyaç var.

Bu görece kısa ve kılavuz mahiyetindeki yazıda siyasete ve eylem biçimlerine dair üç ayaklı bir tasnif sunacağım. Diyeceğim şu olacak: Günümüzdeki siyasî mücadelenin önemli bir bölümü sadece bir hat üzerine yoğunlaşmış durumda. İkinci ayak aksıyor, marjinalleştiriliyor. Sonuncusu ise büyük oranda sindirilmiş/unutulmuş hâlde. Yazının sonunda varacağım noktayı da şimdiden yazayım: Bu üç ayak bir arada yürümediği zaman, kazanım elde etmek, gücü ve zenginliği paylaşmak pek olası değil. O yüzden devletler ve şirketler, bu üç ayağın bir araya gelmemesi için uzun süredir son derece örgütlü bir mücadele veriyor.

Önce bu üç siyasî ayağın ne olduğunu kısaca tarif edeyim, ardından birtakım sonuçlar çıkarmaya çalışacağım.

1-Söze dayalı siyaset: Dili, düşünme kalıplarını değiştirmek

Bu kategorideki eylem biçimleri, yapılan yanlışları ifşa etmek ve böylelikle güçlü olan tarafa geri adım attırmak üzerine kurulu. Basın açıklamaları, sloganlı yürüyüşler, gazetecilik yahut hukukî mücadelenin önemli bölümü bu siyasetin örnekleri olarak görülebilir. Keza bu yazı da öyle… Yeni anlam evrenleri oluşturmak, haksızlığı meşrulaştıran fikirleri eleştirmek ve tasfiye etmek, üstü örtülen ilişkileri açığa çıkarmak bu tarz siyasetin ana hatlarını oluşturuyor. Tarihi ezilenlerin gözünden anlatmak, farklı grupların yaşadığı adaletsizlikleri ve mağduriyetleri ortaklaştıracak bir dil kurmak, insanları yan yana getirmek bu dilin iyi kurulmasıyla mümkün. Çünkü anlamla hareket ediyoruz.

O yüzden söz üretmenin çok kıymetli bir tarafı var. Akademisyen, gazeteci, yönetmen, öğretmen, emekli memur… pek çok insanın temelde yaptığı iş bu. Ancak cahilleri bilinçlendirmek, kitleleri uyandırmak temalı üstten bakan örnekleri de bulunuyor.

Dil kurmak güçlünün de siyaseti aynı zamanda. Medyanın, eğitim kurumlarının, araştırma enstitülerinin, hattâ dolaşımdaki anketlerin bu kadar büyük kapışmalara sahne olması sebepsiz değil. Çünkü bilgi ve anlam üretimi (bu ikisi tümüyle aynı olmasa da şimdilik beraber ele alıyorum) birer siyasî faaliyet.

Bu kısa yazıda anlama dayalı siyasetin farklı katmanlarını tümüyle ele almam mümkün değil. Ancak en azından, bugün üretilen sözün önemli bir bölümünün ya iktidara yahut ortak bir anlam evreni paylaşan yakın gruplara hitap ettiğini söyleyip geçmek istiyorum. Özellikle Türkiye’de baskın olan Sünnî yahut devletçi-laik grupların popülist hikâyelere, komplo teorilerine ve reklamlara teslim olduğunu düşünüyorum.

2- Alternatiflere dayalı siyaset: Yaşam alanlarını, ilişkileri değiştirmek, sözü pratiğe dökmek

Söze dayalı siyaset, tüm baskılara rağmen Türkiye’de hâlâ devam ediyor. Bu umut verici.

Tarif edeceğim ikinci siyaset türü de çok görünür olmasa da varlığını sürdürüyor. Temel ekseni şu: Var olan baskın kurumların, ilişki modellerinin yerine alternatifler sunmak: Alternatif eğitim, alternatif sağlık, alternatif tarım, alternatif aile modelleri… Yani “bakın öyle olmak zorunda değil, bu iş böyle de yapılabilir”i göstermek, icra etmek.

Bu kategoriye girebilecek pek çok örnek var, tek yek yazmıyorum. Bu eylem sırasında da anlam dünyası değişiyor elbette yahut alternatif sunarken bunu söze döken insanlar çıkıyor. O anlamda anlattıklarım birbirini dışlayan kategoriler değil. Ancak yine de birbirinden ayırmak istiyorum. Alternatif siyasetinde hayali kurulan artık her ne ise, kısıtlı imkânlarla da olsa hayata geçiriliyor. Sıfır Atık, Başka Bir Okul Mümkün, Anadolu Meraları, Ovacık Belediyesi, şehir bostanları, göçmen dayanışma ağları… Hepsi de olanın yerine başka bir model hayata geçirmeye çalışıyor.

Bu kategorideki eylem kümesi (istisnaları olmakla birlikte) görece daha az tehlikeli, ama daha meşakkatli. Kolaylıkla marjinalleştirilebiliyor. Eğer ağırlığı artarsa bu defa sistem tarafından yutulabiliyor. Organik piyasasına büyük gıda şirketlerinin el atması gibi yahut mesela İngiltere’de 18. yüzyılın sonunda muhalif gazetelerin ezilip yerine alt sınıflara konuşan, siyasî içeriği tehlikesiz bulvar gazeteleri basılması gibi…

Buraya kadar anlattığım iki siyaset türü de (iyi yapıldığı müddetçe) çok kıymetli. Ancak bir süredir sadece Türkiye’de değil tüm dünyada daha ziyade bu ikisine yoğunlaşıldığını, üçüncünün ise geri planda kaldığını düşünüyorum. Son olarak onu anlatayım.

3- Hayatı durdurmaya dayalı siyaset: Sivil itaatsizlik, grev, vergi vermemek, askere gitmemek…

Hayatı durdurmak veya yavaşlatmak, üstüne çok az konuştuğumuz, konuşunca da hemen geçiştirdiğimiz bir mevzuya dönüşmüş durumda. Kendimden örnek vereyim: Meslektaşlarımız (akademisyenler) tasfiye edilirken biz derslere girmeye devam ettik, öğrenciler mağdur olmasın dedik. Onun yerine gazetelere yazı yazdık, mahkemede beyanatta bulunduk, derslerimizde olan biteni anlattık. (1. tarz siyaset). Yani işleyişi sürdürdük, hayatı durdurmayı denemedik.

Sebebin şu olduğunu düşünüyorum: Bu üçüncü tarz siyasette bedel ödememek mümkün değil. Yazı yazmak, imza atmak, dayanışma dersleri açmak, eğer bir savcı hususî olarak peşine düşmezse radara girmez, hattâ kendi mahallesinden çıkamaz. Ancak örgütlü bir grup vergi vermeyi yahut askere gitmeyi bıraktığı anda üstüne çullanılır.

Siyasetin bu ayağı olmadan, diğer ikisinin aksamaya mahkûm olduğunu düşünüyorum. Yeri geldiğinde karşıdakine, “eğer şunu yapmazsan bedeli bu olur,” demek, itaat etmemek kulağa pek sevimli gelmese de siyasetin vazgeçilmez bir parçası. Utandırmaktan, ifşa etmekten, ikna etmekten farklı. Eğer devletler bizimle aynı anlam evrenini paylaşmıyorsa, aynı ahlakî kaidelere başvurmuyorsa edilecek sözün, sunulacak alternatifin de bir sınırı oluyor.

Direniş…

19. yüzyıl ve 20’nci yüzyıl başı işçi hareketlerinden bahseden Timothy Mitchell, bu dönemki hareketlerin, önceki direnişlerden farklı olan sistemi kitleme kapasitesinden bahseder. “Direniş hep olagelmiştir” der, ancak karbon enerjisine dayalı toplumlarda kömür madenleri durduğu zaman tüm hayatın durduğunu, o yüzden devletlerin maden işçilerine nasıl şiddet uyguladığını, ne büyük bedeller ödendiğini ve ama ardından masaya ancak o şekilde oturulabildiğini anlatır. Yani 8 saat çalışma hakkının insan onuruna daha çok yakıştığı için bahşedilmediğini, elinde önemli bir kozu olan işçiler tarafından söke söke alındığını vurgular (Mitchell 2013).

Bugün de sistemi kitleme potansiyeli olan bir sürü iş kolu var. Çöplerin toplanmadığını, otobüs şoförlerinim çalışmadığını düşünün. İnsanların örgütlü bir şekilde bir ay boyunca AVM’lere gitmediğini hayal edin… Nüfusun tamamının katılması da gerekmiyor; hiçbir toplumsal harekete nüfusun tamamı katılmaz zaten. %10’luk bir kesim bile iyi örgütlenirse, yani sistemin işleyişini aksatmayı başarabilirse masaya elini güçlendirerek oturur, karşısında söyleyeceklerini dinlemek zorunda olan bir muhatap bulur. Tekrar ediyorum: Doğru bilgi, hakikat, ahlâk ne yazık ki her durumda pazarlık şansını arttırmıyor. Hapishanelerde insanlar gün gün senelerini kaybederken, iklim değişikliği için artık her hafta önemli hâle gelmişken başka türlü eylem biçimlerinin devreye girmesi gerekiyor.

Şiddet…

Bu üçüncü kategori kapsamında var olan araçlardan biri de şiddet. Hattâ tarihte en yaygın olarak kullanılan galiba bu yöntem olmuş. Örneğin anarşist gruplar (20. yüzyıl başında) erk sahiplerine suikast düzenlemişler. Verilen mesaj: Eğer sen onlarca insanı işkenceden geçirirsen, sokakta yürüyemezsin. Silahlı Kürt hareketinin, Zapatistaların, anti-kolonyal hareketlerin, kölelerin önemli bölümü şiddet kullanmış, sistemi bu yolla akamete uğratmış; güçlünün bileğini büküp geri adım attırmış.

Ancak şiddet çok tehlikeli bir araç. Çığırından çıkma, daha fazla mağduriyete yol açma ihtimali çok yüksek. Ben kendi adıma ne elime silah almak isterim ne de birinin bana silah doğrultmasını. Diğer yandan günümüz toplumlarının, bilhassa orta sınıfların şiddet araçlarından bu kadar arındırılmış olması, şiddet tekelini tümüyle devlete terk etmeyi kabul etmiş olması belki kendi başına bir sorun olarak da görülebilir. (70 sene öncesine kadar bu hiç de normal değildi. Eski militanların, çetelerin deli misiniz diyeceği bir arınmışlık içindeyiz.)

Şiddetin de başka türlü kipleri, yöntemleri var. Örneğin ABD’de bir tavuk çiftliğinin suları kirletmesi, hayvanlara kötü muamelesi etmesi, yerel halkın itirazları sonucu mahkeme taşınmış. Para, avukatlar, dilekçeler, yazılar, imzalar derken çözülemeyen bir meseleye dönen hadise, bir gece radikal hayvan aktivistlerinin çiftliği basması, hayvanları serbest bırakıp tesisi yakmasıyla sona ermiş.

Bu da şiddet, ama cana değil mala yönelik şiddet…

Keza şiddetin bu ikinci şekli de (yani sabotaj) uzun süredir repertuardan düşmüş durumda. Sabotaj, Hollanda dilinde tahta ayakkabı anlamına geliyor. İşçiler zamanında makineleri kırmak için dişlilerin arasına ayakkabılarını atarlarmış. Yahut makinenin parçalarını yanlarında götürürlermiş. Bu kelime 1897 yılında Genel İşçi Konfederasyonu tarafından işçilerin pazarlık gücünü arttıran bir yöntem olarak resmen tanınmış (Dhawan 2014 s. 71). Bugün benzeri bir eylem yapmak belki olanaksız değil; ama akla dahi gelmez oldu.

Alternatif…

Tekrar başa döneyim: Talebi olmayan, alternatif sunamayan bir blokajın savrulacağı yer muhtemelen derin bir karmaşa olur. Sözün eyleme, eylemin alternatiflere eşlik etmesi gerekiyor. Ancak biz bir süredir üçüncü ayağı rafa kaldırdık. Bunda bedel ödeme korkusunun etkisi büyük. Çünkü üçüncü tarz siyasete doğrudan şiddetle cevap veriliyor, bu eylem kümesi çoğu durumda yasa dışı kabul ediliyor.

Son on yıllar, bu tarz mücadelelerin oldukça koordineli bir süreç sonunda kulvar dışına itilmesiyle, hattâ düşünülemez kılınmasıyla geçti. 80 sonrası apolitize edilen gençlik akla geliyor, benim kuşağım… Fakat ben o dönem tümüyle apolitize olunduğunu düşünmüyorum; daha ziyade bu üçüncü ayak tasfiye edildi. Kendi öğrencilerimle çözümler hakkında yaptığım atölye ve derslerde, “eğitim şart”, “denetimler artsın”, “tüketiciler korunsun”, “kendi gıdamızı-kozmetiğimizi üretelim”, “geri dönüşüme önem verelim”, “kırsala yerleşelim” bandında ilerleyen, birinci ve ikinci kategorilere sıkışmış repertuarlar çıkıyor karşıma. Üçüncüye yakınlaşan bir öneri çoğu zaman akla bile gelmiyor. Dünyada bir terslik olduğunun farkındalar; ama ne yapabileceklerini bilmiyorlar. Bilmiyoruz. Dünyayı biraz olsun değiştirmek, şirketlere kendilerini kaptırmamak için STK’lere yahut akademiye girdikleri zaman ise enerjileri genel olarak ilk iki modele yönlendiriliyor, kaçınılmaz olarak… Bu noktada, siyasetin ve tahayyüllerin de sınıfsal olduğunun altını yeniden çizmek gerekiyor.

Bu üçüncü ayak olmadan yürütülen siyaset, bize uzun süredir mevzi kaybettiriyor. İşçi mücadelelerinin, feminist hareketin, köle direnişlerinin her aşamasında bu tarz eylemlerin de kullanılmış olduğunu görüyoruz. Sürekli değil ama gerektiği yerlerde, darboğazlarda, diğer yöntemlerin soluğunun tıkandığı yerlerde. Kürt hareketi bunu yaptı. Gezi kısmen buydu, hayat durdu. Çok uzun bir süredir, devletlerin tam da bu üç ayağın bir araya gelmesini engellemekle iştigal ettiğini görüyorum. Hayatın, üretimin, tüketimin, derslerin, savaşların durmaksızın devam etmesi gerekiyor.

Peki Korona günlerinde hayat durdu diyebilir miyiz? Evet ve hayır! Çoğu insan için hayat  durdu; ama hayatı durduran toplumsal bir hareket değil. Zaten hayatı devam ettirmek için bazı şartlar ileri sürmüş, kazanımlar bekliyor değiliz. Hattâ aksine şu an yürümekte olan hayatı durdurma eylemleri bu sayede Fransa’da, Hindistan’da bastırılmış oldu. Dolayısıyla sonuçlar aynı gibi gözükse de mevzu eylemin içeriği, bağlamı, hazırlık süreci…

Toparlayayım.

Bu üç yöntem bir araya gelince mevzi kazanılacak, başarı sağlanacak diye bir kaide yok. Sonuç yine de mağlubiyet olabilir. Ancak bu üçünün birbirine destek olmadığı yerde, önceki yüzyıllarda ödenmiş bedellerin mirasından yemeye devam edeceğiz gibi duruyor.

*Bu yazıyla ilgili fikirlerinizi, katkılarınızı, eleştirilerinizi veya aklınıza gelen diğer yöntemleri bana maille ([email protected])  yahut mesela Facebook’tan iletebilirsiniz. Çok makbule geçer.

*

Kaynaklar: 

Dhawan, Nikita. 2014. “Affirmative Sabotage of the Master’s Tools:  The Paradox of Postcolonial Enlightenment.” Decolonizing Enlightment: Transnational Justice, Human Rights and Democracy in a Postcolonial World kitabının içinde, 19–78. Verlag Barbara Budrich.

Mitchell, Timothy. 2013. Carbon Democracy: Political Power in the Age of Oil. Londra: Verso.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.