Dış KöşeKoronavirüs Salgını

Şu yaşlılar meselesi – Ümit Kıvanç

0

“Gençlik”in ideolojileştirilmesine tanık olup içten tepki duyduğumda yirmilerimin sonlarından otuzlarımın başlarına geçiyordum. Söylüyorum ki, şimdi yaşlandı da bu yüzden böyle konuşuyor, demeyin :) Dünyadan iyi ve insanca pek çok şeyin silinmek istendiği zamanlardı. 1980’ler. Bugün yaşadığımız birçok musibetin yüzyıllara uzanan köklerinin özel gıdalarla beslendiği, yeni musibetlerin üretilerek hayatımıza sokulduğu yıllar. Dünyada Reagan-Thatcher, yurtta Özal dönemi. “Hâlâ yoksulluk ve sınıflardan mı bahsediyorsun! Ne banal!” ortamı. “Yoksulluktan bahsetmezsen yoksulluk diye sorunun olmaz.”

Tesadüf değildi, “gençlik”in ayrıcalık ideolojisi haline gelişinin neoliberal şahlanma dönemine rastlaması. “Verimliliğe” katkısı olmayıp yük haline geldiği giderek göze batan kesimi dışlamaya yarayacak bir ideoloji. Genç olmak, sağlıklı olmak, güçlü olmak, kısaca “fit” olmakla birleştirildi, hacmi bugün Türkiye’de yaklaşık 90 milyon dolara, dünyada 100 milyar dolara ulaşan “fitness” sektörü ve pekâlâ ölümcül tehlikeli ırkçılık türü doğdu.

Dışlanacak kesime “yaşlılar” diyoruz. Ve giderek artan şekilde, bu kavrama fazlasıyla olumsuz yan anlamlar yüklüyoruz. Azıcık daha zorlarsak, ıskarta veya safra ile eş anlamlı hale gelecek yaşlı kelimesi.

Bulut

Elbette genç olmak pek çok bakımdan daha istenir, daha makbûl bir insanlık durumu. Çünkü gelecek beklentisi insana birçok zorluğa katlanma gücü veren bir etken. Yaşlandıkça bu beklentiniz azalıyor, üstüne karşılanamamış beklentilerin hüznü, yükü biniyor, giderek “gelecek” kavramı silikleşiyor. Azalan silikleşen yalnız bunlar da değil. Şu meşhur laf, “yaşlanmak olabilirliklerin azalmasıdır” lafı ne müthiş! Ve ne kadar derin. İstisnalar dışında gençlerin kavrayamayacağı kadar. Gençlerin idraksizliğinden değil.

Şu son günlerde gördük ki, gençliğin bir bölümünün bünyesine yaşlı nefreti gibi bir virüs yerleşmiş, orada kendine bayağı bir yer açmış, iş kurmuş, ilişkiler geliştirmiş, üretim ve pazarlamaya başlamış.’

Elbette genç olmayanların kurduğu düzenlerde yetişme yüzünden böyle bir mesele de var, ama bundan değil. Gençlik biraz da, olabilirliklerin farkında olmamak demek. Doğal bu. Hem dış dünyaya karşı güçlü, dış dünyadan koparacaklarına odaklanmış bünye kendi içine, derinliklerine fazla dalamaz. Belki yoksul ve yoksun gençlerin yaşlıların duygularını daha fazla anlayabileceğini düşünebiliriz.

Ancak günümüzün gençlik ideolojisi, yoksul ve yoksun gençlere de dünyasında yer vermiyor ki. Yoksul ve yoksun olan kimseye yer vermiyor. Orta sınıfa ucundan da olsa tutunmuş, ucuz taklidini giydiği şeylerin orijinallerini giyenlerle dijital âlemde kendini sanal olarak eşitlemiş yoksul-yoksun genç, gerçi sanallık manallık bakmadan beri tarafa geçip öbürlerinin rollerine bürünebiliyor, pozlarını takınabiliyor, ancak belirleyici olan, sahici olan, orta sınıf ve üstü büyükşehir gençliğini sarmış bulut. Bir tür kafa yapan o bulutun içinde solunan hava. Bu havanın bünyeye ettikleri.

Şu son günlerde gördük ki, gençliğin bir bölümünün bünyesine yaşlı nefreti gibi bir virüs yerleşmiş, orada kendine bayağı bir yer açmış, iş kurmuş, ilişkiler geliştirmiş, üretim ve pazarlamaya başlamış. Buna yolaçansa, yaşlıların kurban konumunda bulunduğu, ölmemek için gençlerin dikkatli davranmasına muhtaç olduğu bir durum.

Kim tehlikede, kim tehlikeli?

Sosyal medyada yüz bin defa paylaşıldı, aktarıldı, yine de yüz bin defa daha tekrarlanırsa faydalı olacağını sanıyorum, hattâ yüz bin defa daha tekrarlanmasının şart olduğunu anlıyorum: Korona virüsünü yaşlılar daha kolay kapmıyor. Böyle bir bulgu yok. Yaşlılar daha kolay yaymıyor, bulaştırmıyor. Böyle bulgular da yok. Aksine, yaşlılar virüs kaptıklarında daha kolay hastalanıyor, daha savunmasız oluyor, daha çabuk ölüyorlar. Yani esas olarak öncelikli kurbanlar konumundalar. Kronik hastalıklar yüzünden bağışıklık sistemleri zayıf olanlarla birlikte. Gençler, hele çocuklarsa, virüsü kapabiliyor, taşıyabiliyor, yayabiliyor, buna karşılık hasta olmayabiliyorlar. Hastalık belirtileri göstermedikleri için, kendileri sağlıklı, başkaları için tehlikeli potansiyel virüs taşıyıcılar olarak dolaşabiliyorlar. Tehlikeli olan, kendi hastalanmayan ama virüsü taşıyıp aktarabilen gençler ve çocuklarla yaşlıların temas etmesi. Çünkü bu durumda virüs yaşlılara bulaşabiliyor.

Dolayısıyla, meseleyi tamamen bireysel planda ele alırsak, ortalıkta dolaşan yaşlı öncelikle kendini tehlikeye atıyor, gençlerse başkalarını.

Meseleyi tamamen bireysel planda ele alamayız. Çünkü korona virüsünü bu kadar ölümcül kılan etkenlerin ilki, virüsün insanı hasta etme sürecinin görünmezliği ise, ikincisi de hiçbir ulusal sağlık sisteminin bir anda karşılayamayacağı kadar ağır yük meydana getirerek mücadeleyi imkânsız kılması. Bunu çok kısa sürede çok sayıda insanı yoğun bakımlık ederek beceriyor. Bu açıdan, yaşlıların virüs kapmaya yolaçacak şekilde başkalarıyla temas etmesi, kendilerinin ve öncelikle başka yaşlıların -“risk grubu”- hayatını tehlikeye sokuyor.

Bazı gençlerin, dışarı çıkmayın uyarısını dinlemeyen yaşlılara yönelik haşin tutumlarını, söz dinlemeyen anababalarını (ninelerini dedelerini) koruma kaygısıyla azıcık aşırıya kaçmış telaş ve paniğe bağlayabilseydik keşke. Ancak şu yukarıda özetlediklerimi bilmelerine rağmen yaşlıların dışarı çıkması konusunda kimilerinin ısrarla üretip yaydığı şey bambaşka: Yayılan motif, yaşlıların virüs salgınından âdetâ sorumlu oldukları. Onlar olmasa geri kalan herkesin normal hayatına dönebileceği gibi fantezilere açık kapı bırakan, virüsün yaşlılar yüzünden insanları öldürdüğü motifini zaten üstü kapalı olarak barındıran, düpedüz, dışlanacak, hakir görülecek ve -toplumca en sevdiğimiz şey!- “fail” olarak damgalanacak bir kesimi ayrıştırıp hedef tahtasına koymayı içeren bir tutuma tanık olmaktayız.

Faşistliğin, ırkçılığın, kendini bir şey sayıp başkalarını aşağılamanın, hakaretin, dışlamanın her türlüsünün yüzlerce çiçek açtığı topraklarımızda, yaşlılara yönelik dışlayıcılığın ötekilerden önemli farkı var: Bu fazla somut ve uygulanabilir.”

Elde damga, hücum!

Bizimki gibi, insanı ancak işini görüyorsa varsayan muktedirlerin sultası altında, “vatan” kavramının içine asla üstünde yaşayanları katmayan bir devlet kültürünün ve varkalabilmek için durmaksızın yeni iç düşmanlar, hainler üretmek zorunda olan toplumsal tahayyül organizasyonunun hüküm sürdüğü ülkede, ayrıştırılıp dışlanan ve olumsuz herhangi işlev yüklenen kesim, doğrudan hayatî tehlike altındadır. Bir kısım gencin yaşlılara yönelik pervâsızlığı, bu yüzden, sadece şuursuzluk, terbiyesizlik filan gibi görülüp geçilemez.

Sırf bu yüzden de değil.

Dünya hakkındaki öngörüleri acayip isabetli çıkan, bu alanda mâhir biri sayılmam. Bu yüzden, geleceğe dair fazla atıp tutmamaya özen gösteriyorum. Bir-iki konu dışında. Bunların başında, kapitalizmin günün birinde “gereksiz” gördüğü insan nüfusundan kurtulmak isteyeceği düşüncesi geliyor.

Ekonomik düzen, görülen teknoloji gelişme ışığında, giderek çok daha az sayıda işçiye ihtiyaç duyacak, meselâ. Artık işçi haklarını bastırmak için hep belirli eşiğin üstünde tutmak zorunda oldukları işsizler ordusuna ayrıcalıklı zenginler ihtiyaç duymaz olduklarında ne yapılacak? Ekonomi için gereksiz, gücü kuvveti yerinde, işsiz, aç kitleleri yanıbaşlarında bulundurmamanın yollarını aramayacaklar mı? Onları gezegen fetihleri için uzaya mı salacaklar? Gelişmiş teknolojinin sunacağı imkânlarla korunan, yanına bile yaklaşılamayan “site duvarları”nın dışında bırakacak, kaderlerine mi terk edecekler?

“Gereksiz nüfus”tan sözedildiğinde, şüphesiz, geleceğin ekonomi dışı bırakılmış işsiz kitlelerinden de önce akla gelenler, yaşlılar. 2020 yılının Mart ayında, kendini tatilde sayan, çoğu yaşlı sayılamayacak İstanbulluların sahillere, piknik yerlerine doluştuğu günde, Türkiye’nin sosyal medya ortamında şahit olduğumuz, mâruz kaldığımız üzre, bazı gençlerimiz bunu apaçık, üstelik hakir gören edâyla, âdetâ iğrenerek, üstüne basıp ezmek istedikleri böcekten sözeder gibi dile getirdiler. Bunu bu gençlerin ailelerinin başarısı mı sayacağız yoksa memleketteki kötülüklerin çok büyük bölümünün kaynağı “Türk Millî Eğitimi”nin eseri mi? Eser bir defa şekillendikten sonra bu fasıl sanırım önem taşımıyor.

Faşistliğin, ırkçılığın, kendini bir şey sayıp başkalarını aşağılamanın, hakaretin, dışlamanın her türlüsünün yüzlerce çiçek açtığı topraklarımızda, yaşlılara yönelik dışlayıcılığın ötekilerden önemli farkı var: Bu fazla somut ve uygulanabilir.

Çaresiz yalnızlığın ortak temeli

Yaşlıların ne pahasına olursa olsun kendilerini sokağa atma isteğinin gerisinde yatan insanca güdüyü anlamamak imkânsız. Benim gibi, evde yapmak istediklerine yeterli vakti bulamayan, normal zamanda da dışarı çıkmamak için bin türlü sebep bulan biri bile, başka insanların o tek kişilik sıkıntısını anlayabilir. Yalnız kalmak pek çokları için ürkütücüdür. Anlamayacak ne var?

Keşke insanlara yalnızca merak aşılayabilen veya en azından her bebekte gelişmesi kaçınılmaz merak duygusunu hoyratça, haşince köreltmeyen bir kültürümüz olsaydı. Aile ve devlet (eğitim), insanlara yaşlandıklarında kendilerini doyurabilecek, eğlendirebilecek vasıflar kazandırabilseydi.”

Ancak bunun gerisinde, durumu ağırlaştıran, dayanılmaz kılan bir etken var ki, başka türlü bir toplumsal hayat bunu gidermek, ortadan kaldırmak, en azından etkisini azaltmak yönünde donanım sağlayabilirdi insanlara. Bizimki gibi olmayan bir toplum hayatı. İnsanların kendi başlarına yaptıkları, onları tatmin eden, eğlendiren, hep yapmaya devam etmek isteyecekleri uğraşları, merak ve ilgi alanları olabilseydi.

Ne yazık ki, başta merak, yoğun ilgi, odaklanma, öğrenme kabiliyeti ve yeni şeyler öğrenmekten alınacak zevk, eğitim sistemimizin ve devlet düzenimizin biz küçük yaştayken öldürmeye çalıştıkları düşmanlar. Bunlardan yoksun birey, nelerden yoksun olduğunu asla fark edemiyor. İnsanın zihinsel imkânları aslında sonsuz olduğu ve sahibi dahil herkes durdurmaya çalışsa da algılama ve bilgi işleme mekanizmaları işlemeyi sürdürdüğü için, pek trajik ama, birey, nelerden yoksun olduğunu kavrayamasa da temeldeki yoksunluğunu sezebiliyor. Üstelik galiba, bunun kolay giderilemeyecek olduğunu, hızla uzaklaşan trenin arkasından koşup tehlikeyi göze alarak vagona atlamayı gerektirdiğini, trene yetişmenin artık pek zor olduğunu falan da seziyor. Cehalet bu yüzden yeniye, bilinmeyene yönelik şirretçe reddedişle birlikte bulunuyor. Muhtemelen kendini olmadığı yerlerde görmeye yönelik tutkulu ve hastalıklı arzunun kaynağı da buralarda.

Keşke insanlara yalnızca merak aşılayabilen veya en azından her bebekte gelişmesi kaçınılmaz merak duygusunu hoyratça, haşince köreltmeyen bir kültürümüz olsaydı. Aile ve devlet (eğitim), insanlara yaşlandıklarında kendilerini doyurabilecek, eğlendirebilecek vasıflar kazandırabilseydi.

Ve keşke, sokağa çıkan yaşlıları, topundan birden kurtulmaları hemen bugün için yine de kolay görünmediğinden şimdilik hoyratça azarlamakla yetinen gençler, kendilerinin de yaşlandıklarında düşecekleri duruma sebep olan toplumsal örgütlenmeyi teşhis edebilseler, henüz güçlüyken, vakitleri bolken, yeni faşistlik türlerine hayat vermek yerine, kendilerinin istikbalini kurtarabilecek dönüşümün yollarını arasalar. Bugünün gençleri, yaşlılıklarında böyle bir karantina ortamına düşerlerse, aynı kaderi paylaştıkları insanlarla dert ortaklığı etmek için her şeye rağmen sokağa çıkma seçenekleri olmayacak muhtemelen. Ve internetin şalteri de yine birilerinin elinde olacak.

Performans baskısı

Dönelim bugüne. Devletin aldığı tedbir, hernekadar “65 yaş üstü” diye sınır getirse de, her türlü sınırı aşan bir “yaşlı” kavramını odağa -yoksa “hedefe” mi deseydik?- oturtuyor. Görebildiğimiz kadarıyla, genç nüfusun bir bölümü bu vesileyle yaşlıların toplum hayatından dışlanmasını kampanyalaştırmaya hevesli.

Hiç hak etmediği sükûnet havasında ve nezaketle yazmaya çalıştığım, sahici fikir ve hislerimin vücut bulduğu her satırı silip şu mesafeli dile tercüme ederek devam ettiğim bu yazıyı, bir-iki söz daha söyleyerek bitirmek isterim.

Gençlik ideolojisinin üretim ve pazarlamasına tanık olup tepki duyduğumda görece genç, yaşlı görülerek dışlandığımı ilk hissettiğimde 47 yaşındaydım. Net hatırlıyorum, çünkü çok şaşırmıştım. Kimsenin yaşıyla bağlantısı kurulabilecek bir mevzu yoktu ortada. Ancak benden 15-20 yaş genç olan gruptakilerin (iş dolayısıyla birlikteydik) çoğunun, alâkası dahi yokken, genç olduklarını kendilerine tekrarlamak istediklerini fark etmeye başladım. Yaşlı diyebildikleri birinin varlığı buna yarıyordu.

Yaşım ilerledikçe, genç olmanın tabiî coşkusu ve aydınlığının, birçok genç için sönüp karardığını, çünkü, çok kısaca ve kabaca “performans baskısı” diye tanımlayabileceğimiz bir baskının yükü altında ezildiklerini gördüm. “Yaşlı” diye nitelediklerinin ortalama yaşı da giderek düşüyordu. Benim gibi, artık sahiden yaşlı sayılabilecekler radardan bile çıkmıştık. İçinde yaşanabilir, varolunabilir, gencin kendini iyi hissedeceği, genç hissedeceği aralık giderek daralıyordu. Buna karşılık, şunları şunları yaparsa kendini genç sayabileceği iddiası üzerine sektör kurulanların ortalama yaşı, gençlerin yaşlı dediklerinin ömür sürelerine uzanmaya başlamıştı. Gençlik düpedüz, “olabilirliklerin karşılanamayacak kadar çoğalması” anlamına gelmeye başlamıştı. Burada katılanı bitkin düşüren rekabet vardı.

Sahici yaşlılarsa, rekabete de yaramıyor, genci diri tutmaya katkıları olmuyor. Üstüne üstlük, virüs kapıp herkesi gereksiz yere meşgûl edecek ölüm yolculuklarına çıkmasalar da, gereksiz yere onlara bakmak gerekebiliyor, herkesi gereksiz meşgûl ediyorlar. Hele metroda, otobüste o gereksizlere yer vermek gerekiyor ki, olacak şey değil!

Hayatım boyunca yer verdim. Şimdi, henüz seyrek de olsa, yer veren çıkabiliyor. Oturmuyorum.

(Bu yazı ilk kez Platform24’de yayımlanmıştır.)

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.