Kanal İstanbulEditörün SeçtikleriManşet

Su yönetimi açısından Kanal İstanbul projesi

0

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 8-9 Ocak 2020 tarihinde düzenlenen İklim Değişikliği ve Su Yönetimi Sempozyumu’nda Mercator- İstanbul Politikalar Merkezi araştırmacısı Dr. Akgün İlhan’ın yaptığı konuşmanın tam metnini yayımlıyoruz.

***

Kanal İstanbul projesi gerçekleşirse neden olacağı tatlı su kaybı ve kirliliğini anlayabilmek için ilk olarak bu projenin nasıl bir kentte inşa edileceğini bilmek gerekir. Dolayısıyla bu sunumun ilk bölümü İstanbul’un su karnesi ve suyla olan ilişkisi üzerinedir. İstanbul’un su varlığı ve mevcut sorunlarına baktıktan sonra ikinci bölümde projenin özellikleri ve su varlıkları üzerindeki olası etkileri ele alınacaktır.  Ve son bölümde proje iptal edilse bile proje güzergâhı ve çevresini aşırı yapılaşmadan korumak için neler yapılabileceği tartışılacaktır.

İstanbul su fakiri değil, nüfusu artan bir kenttir

İstanbul tarih boyunca su sıkıntılarıyla bilinen bir kent olagelmiştir. Bu sıkıntıları aşmak için kurulan yüzlerce kilometrelik tarihi suyolları, su terazileri, sarnıçlar ve sokak çeşmeleri İstanbul’u bin yıllar içerisinde eşsiz bir su medeniyetine dönüşmüştür. Ancak İstanbul sanıldığı gibi su fakiri bir şehir değildir. Türkiye ortalamasının üzerinde yağış alan kentte tarihi olarak saptanmış 300’den fazla irili ufaklı akarsudan bahsedilir. Bunlardan ancak 170 kadarı günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Bu akarsular gürül gürül ve tertemiz akmasa da kentin zengin akarsu varlığının kanıtlarıdır. Bunun dışında Küçükçekmece, Büyükçekmece ve Terkos gölleri de İstanbul’un su varlığının önemli parçalarıdır. İstanbul’a düşen yıllık yağış da 823 mm ile Türkiye ortalamasının üzerindedir. Yani İstanbul aslında su fakiri değil, su zengini bir şehirdir.

İstanbul’un su sıkıntısının en önemli nedeni suyun azlığı değil ondan faydalanan nüfusun sürekli olarak artıyor olmasıdır. Nüfusu 15,07 milyon olan kentin su talebi, hem nüfusun hem de kişi başına düşen su tüketiminin büyümesi nedenleriyle artmaktadır. Üstelik bu nüfusun önemli bir bölümü de su toplama havzalarında yerleştiği için korunması gereken bu yerler yoğun kentleşmeye maruz kalmıştır. Bu da kentin öz su varlıklarının niceliği ve niteliği üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. Örneğin günümüzde Küçükçekmece Gölü’nün etrafı, Kâğıthane ve Alibeyköy derelerinin yataklarıyla beraber su toplama havzaları yoğun kentleşmeye ve kirliliğe teslim olmuştur. Üstelik İstanbul’un iki yakasında nüfus ve su varlıkları adeta ters orantılı olarak dağılmıştır. Kent nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı Avrupa yakasında su varlıkları Asya yakasına göre hatırı sayılır oranda azdır. Nüfus-su dengesizliği olarak adlandırılan bu durum Asya’dan Avrupa’ya su taşınmasını meşrulaştırmaktadır. Aslında mesele kıtalararası su taşıma altyapıları sayesinde yarımada nüfusunun yerel su varlıklarının kısıtlayıcılığından bağımsız şekilde büyüyor olmasıdır.

İklim değişikliği de cabası

Kentin tüm bu sorunlarının üzerine iklim değişikliğine bağlı aşırılaşan iklim olayları (sel, kuraklık vb.) ve iklim değişikliyle uyumsuz kentleşme eklendiğinde İstanbul daha da kırılgan bir kent halini almaktadır. Geçtiğimiz Ağustos ayında milyonlarca liralık zarara ve bir insanın hayatına mal olan sel felaketinin tek müsebbibi aşırı yağış değil asfalt ve betondan ibaret olan yüzeylerin kenti adeta su geçirimsiz bir zırhla kaplamış olmasıdır.

1990’ların su krizi ve ithal su

İstanbul’un su sorunu 1990’lı yıllarda boyut değiştirmeye başlar. 1990 yılında kentin nüfusu 7 milyonu aşmıştır. Yerel yönetim böylesine hızlı büyüyen bir nüfusun artan su talebini karşılamakta güçlük çekmektedir. Kentin su altyapıları artan nüfusun talep yükünden ve bakımsızlıktan çökme noktasına gelmiş, şebeke suyu kaybı yüzde 65’e çıkmıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak su kesintileri sıklaşmış, suyun kalitesi ishal gibi salgın hastalıklara neden olacak kadar düşmüştür. Bazı mahallelerde su kesintileri günlerce sürmekte, susuzluğa çözüm olarak İSKİ’nin Suser adlı su dağıtım şirketi mahallelere tankerlerle su taşımaktadır. 1993 İSKİ yolsuzluğunun da ortaya çıktığı bu dönemi iyi değerlendirerek 1994 Yerel Seçimleri’nde İstanbul Belediye Başkanı olarak seçilen Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi göreve geldiğinde ek su arzı yaratmak için bazıları İstanbul dışında yer alan 7 yeni baraj inşa etmeye başlar. İlk olarak 1995 ile 1997 yılları arasında ikisi Tekirdağ içerisinde üçü İstanbul’un Tekirdağ sınırına yakın yerlerde Istrancalar diye adlandırılan beş baraj kurulur. Bunları Kırklareli’nde kurulan Kazandere (1997) ve Pabuçdere (2000) barajlarının inşası izler. İstanbul artık su ithal eden bir şehir olmuştur.

1990’lı yıllar İstanbul için su ihtiyacının öylesine yüksek olduğu bir dönemdir ki 1993’te Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul ve Gebze’den oluşan Devlet Su İşleri (DSİ) 14. Bölge Müdürlüğü’nün görev alanı genişletilir. 14. Bölge’nin görev alanı Batı’da Bulgaristan sınırından Doğu’da Melen Çayı’na, Kuzey’de Karadeniz’den Güney’de Marmara Denizi’ne kadar uzanan 37974 km2’lik bir alanı ve İstanbul da dâhil 6 ili (Düzce, Sakarya, Kocaeli, Tekirdağ ve Kırklareli) içine almıştır. Kurulduğu dönemde İstanbul’un su sorununu sonsuza kadar çözeceği iddia edilen barajlar 2000’li yılların başında bile artan nüfusa yetmez olmuş, İstanbul’a bu sefer de Düzce’deki Melen Çayı’ndan su taşınması gündeme gelmiştir. Büyük Melen projesi olarak bilinen projenin ilk isale hattı 2007 yılında ikincisi de 2014’te tamamlanarak hizmete alınır.

Büyük Melen projesi havzalararası bir su taşıma projesidir. Projeyle Türkiye’nin 25 havzasından biri olan Batı Karadeniz Havzası’ndan batıya doğru taşınan su, önce Sakarya Havzası’ndan geçmekte, İstanbul’un bulunduğu Marmara Havzası’nda son bulmaktadır. Ve bu projenin de İstanbul’a 2071’e kadar yetecek suyu garanti altına alacağı söylenmektedir. Ancak kısa sürede durumun böyle olmayacağı anlaşılır. 2014 kurak döneminde İstanbul’un pek çok barajı kuruma noktasına gelmiştir. Kendi su varlığından umudu kesen İstanbul yüzünü civar kentlerin su varlıklarına dönmüş ama bu kentlerde de kuraklık yaşandığı için susuzlukla karşı karşıya kalmıştır. Nitekim Kırklareli’ndeki Pabuçdere barajı tamamen kururken Melen Çayı’nın debisi yarı yarıya düşmüştür. Kadıköy’de yaşanan günlerce süren su kesintileri vatandaşları bornozlu protestolar yapma noktasına getirmiştir. İstanbul’a kurak dönemlerde ek su kaynağı yaratması beklenen projeler onun su sorununu çözmediği gibi su güvencesini de tehlikeye atıp, kentin kırılganlığını artırmıştır.

Kanal İstanbul projesi nedir?

İşte Kanal İstanbul su sorunları yaşayan kırılgan bir kentin üzerine inşa edilmek istenmektedir. Peki, nedir bu proje? Bu proje, Karadeniz kıyısında Yeniköy’den başlayıp Terkos Gölü’nün doğusundan inen ve Sazlıdere baraj gölünü de içine alarak Küçükçekmece Gölü’ne bağlanarak Marmara Denizi’nde son bulan bir tuzlu su yoludur. Uzunluğu 45 km, genişliği tabanda 275 yüzeyde 360 m ve derinliği 20,75 m olacak bu kanal, Karadeniz’in suyunu Marmara Denizi’ne taşıyacaktır. Kanalın, Boğaz’ın geçiş trafiğini hafifleterek boğazda bulunan halkın ve kültür varlıklarının güvenliğini sağlamak amacıyla yapılacağı söylenmektedir. Kanal etrafında 1,3 milyonu aşkın bir ek nüfusu çekecek yerleşim yerleri olacaktır. İstanbul Havalimanı ve 3. Köprü ile Kuzey Marmara Otoyolu ile beraber düşünüldüğünde proje güzergâhı boyunca nüfusun ve kentleşmenin muazzam baskıları olacaktır.

Kanal İstanbul projesinin tatlı su varlıklarına etkileri neler olacak?

Kanal İstanbul projesi, toplumsal yapıdan uluslararası politikaya kadar şehrin ve bölgenin tüm sosyal yapısını, topraktan suya tüm kent ekosistemini etkileyecek büyüklüktedir. Ancak bu sunumun konusu projenin tatlı su varlıkları üzerindeki etkileridir. Sunumda yer alan veriler Kanal İstanbul projesinin son ÇED raporuna ilişkin olarak DSİ’den istenen görüşlerin yer aldığı 22549675-611.02-783348 sayılı 3 Aralık 2019 tarihli 6 sayfalık metinden derlenmiştir. DSİ Etüt,  Planlama ve Tahsisler Dairesi Başkanlığı tarafından Çevresel Etki Değerlendirmesi İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü’ne yönelik hazırlanan belgeye göre proje Terkos Gölü besleme havzasının yaklaşık 20 km2’lik bir alanını (18 milyon m3 su) ve Sazlıdere Barajı’nın tamamını devre dışı bırakacaktır.

Sazlıdere Barajı yıllık su verimi 52 milyon m3 olan ve Terkos Gölü’nden alınan 39 milyon m3 suyun ara deposu görevini yerine getiren bir su varlığıdır.  Yıllık verimi 140 milyon m3 olan Terkos Gölü ise İstanbul’a Istranca Sistemi’nden toplam 235 milyon m3 suyun aktarıldığı bir ara depodur. Proje ilk etapta Sazlıdere Barajı’nın tamamı olan 52 milyon m3 suyu ve Terkos Gölü’nün 18 milyon m3’lük bölümünü doğrudan devre dışı bırakacaktır. Yani proje gerçekleşirse toplamda 70 milyon m3 su İstanbul’un su bütçesinden eksilecektir.

İnşa edildiği takdirde kanal, Terkos- Kağıthane İçmesuyu İsale Hatlarını ve Terkos- İkitelli İsale hatlarını da keserek devre dışı bırakacaktır. Kentin Avrupa yakasında, mevcut yüzeysel içme suyu tesislerinden çekilebilecek (Asya yakasından aktarılan sular hariç) yıllık su miktarı 411 milyon m3’tür.  Bunun yüzde 52’si Terkos Gölü vasıtasıyla Istrancalar’dan ve gölün kendinden gelmekte, yüzde 13’ü ise Sazlıdere Barajı’ndan sağlanmaktadır. Proje yapılırsa isale hatları kesileceğinden Avrupa yakasının suyunun toplamda yüzde 65’i devre dışı kalacaktır. Bu durumun çözülebilmesi için yeni isale hatlarının kanalın neresinden geçirileceği projeye başlanmadan önce belirlenmeli ve inşa edilmelidir. Aksi takdirde kanalın yapımı sırasında İstanbul’u korkunç boyutlarda bir susuzluk beklemektedir.

DSİ görüşüne göre kanal güzergâhı boyunca stratejik rezervler olan akiferlerin tuzlu suyla kirletilmesi de kuvvetle muhtemeldir. Proje alanının tamamı “İstanbul İli Avrupa Yakası Yeraltı Suyu İşletme Sahası” içerisinde kalmaktadır. Kanalın kazılması aşamasında akifer boşalımlarının hızlanması ve yakın çevredeki su sondaj kuyularının etkilenme ihtimali vardır. Kanal güzergâhının güneyindeki Marmara kesiminde tuzlusu girişimi ve kanalın tüm güzergâhı boyunca bulunan akiferlerin kirlenme riski ve akifer boşalımlarının hızlanması söz konusu olacaktır.

Kanalın yan yüzlerine ve tabanına geosentetik beton şilte geçirilse de enjeksiyonla geçirimsizlik duvarı oluşturma ve benzeri teknolojiler uygulansa da güzergâhtaki jeolojik yapı, buraya binen dinamik yükler, topoğrafya ve yoğun kentleşme bu geçirimsizlik perdesinde zedelenmelere neden olabilir. Kanal kullanıma açıldıktan sonra da gemilerin karaya oturması gibi kazalar, deprem ve sel gibi afetler bu geçirimsizlik zonunun yırtılıp işlevini kaybetmesine neden olabilir. Bu durumda sadece İstanbul’un değil zaman içinde bütün Marmara Havzası’nın yer altı sularının geri dönüşü olmaz biçimde tuzluluğa bağlı kirlenmesi sorunu ortaya çıkacaktır.

Kanal İstanbul Projesi, ayrıca proje alanı ve çevresinde ıslah uygulama projeleri onaylanmış 13 derenin yataklarını, havzalarını, topografyasını ve akış rejimini de değiştirecektir. İklim değişikliğinin etkisiyle zaten değişmekte olan akış rejimine bir de bu projenin yarattığı ek yükler binecektir.

Projenin bir başka etkisi de Kanal etrafında oluşacak yeni yerleşim yerlerinin, 3. Köprü, Kuzey Marmara Otoyolu ve İstanbul Havalimanı ile birlikte getireceği ek nüfusun artan su talebi olacaktır. Bu talebi karşılamak için ek su kaynakları gerekecektir. Nitekim DSİ’nin projenin ÇED raporuna yönelik görüş metninde de ek nüfus için oluşturulabilecek yeni barajlardan bahsedilmektedir. Bu metinde planlama çalışmaları tamamlanmış Hamzalı ve Pirinççi barajları ile planlama aşamasında olan Karamandere Barajı’nın yapılmasının zorunlu hale geleceğinden bahsedilmektedir. Hatta Asya yakasında planlanan Osmangazi ve Sungurlu barajlarının da bir an önce kurulup Avrupa yakasına su takviyesi sağlaması gerekebilir. Kısaca İstanbul’un öz su varlıkları üzerinde zaten var olan baskılar proje yüzünden daha da artacaktır.

Son olarak, proje İstanbul’u ortasında dev bir ada yaratacaktır. Bu adada su varlıkları az nüfus yüksek olacaktır. Tüm dünyada ada ülkeleri küresel ısınmaya bağlı deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle maruz kaldıkları toprak kaybına karşı önlemler alırken, bu proje İstanbul’un iki yarım adadan oluşma avantajını ortadan kaldıracaktır. Böylece kırılganlığı ve dışa bağımlılığı zaten yüksek olan İstanbul kuraklık, sel gibi iklim olaylarından ve deprem gibi afetlerden daha şiddetli bir şekilde etkilenir hale gelecektir. Örneğin olası bir deprem durumunda nüfusun çoğunluğunu barındıracak olan adanın başta tatlı su olmak üzere pek çok yaşamsal ihtiyacı sekteye uğrayacaktır.

Özet olarak Kanal İstanbul projesi, İstanbul’un ve bulunduğu bölgenin gerek yüzey gerekse yeraltı suları için kirlilikten tükenişe kadar çeşitli tehlikeler barındırmaktadır. Başka bir ifadeyle nüfusu artarken öz su varlıkları azalan ve kirlenen İstanbul bu proje yüzünden su yönetiminde daha da dışa bağımlı olacaktır. Bu durum iklim değişikliğinin de artan etkisiyle bir krize dönüşecek ve İstanbul’un kırılganlığı yükselecektir.

Kanal İstanbul projesine karşı çıkmak yetmez

İşte tüm bu saydığımız nedenlerden ötürü İstanbul’un sonunun başlangıcı olan Kanal İstanbul projesinin rafa kaldırılması değil, tarihin tozlu sayfalarına gömülmesi gerekmektedir. Ancak projeyi gömmek de artık yetmeyecektir. Çünkü Boğaz trafiğini hafifletmekten çok bir emlak rantı projesi olan Kanal İstanbul inşa edilmese bile kanal güzergâhını bekleyen tehlike ortadan kalkmayacaktır. Zira bu bölge emlak spekülatörleri tarafından bir gayrimenkul el değişimi sahasına dönüşeli yıllar olmuştur. Burada bir kanal inşa edilmese bile başka bir projeyle tetiklenecek bir yapılaşma furyasını dört gözle bekleyen yatırımcılar ortaya çıkmıştır. Bu tehlikeyi azaltmak için her şeyden önce bölgenin emlak getirisi dışındaki değerlerini saptamak, tanıtmak ve geliştirmek gerekir.

Peki, ne yapılmalı?

Kanal İstanbul projesi rotasının yapılaşma tehlikesinden korunması için buralarda zaten var olan küçük ölçekli tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin korunması, desteklenmesi ve geliştirilmesi gerekir. Tarımsal değeri olan bu toprakların korunması demek İstanbul’un gıda konusundaki dışa bağımlılığının da azalması demektir. Bölgenin olduğu gibi korunmasına imkân verecek başka bir kullanım değeri de rekreasyonel etkinliklere sağlayacağı zemindir. Beton-asfalt çıkmazında yaşama sevincini kaybeden İstanbullular için bu rotada hiking, kanoculuk, tırmanış ve benzeri faaliyetler düzenlenip geliştirilebilir. Bu faaliyetlerin bölgeye maddi getirisi yüksek olmasa da kent yaşamı kalitesini yükselteceği kesindir. Güzergâhta yer alan 25’i tescilli tarihi yapılar kendi bulundukları yerde bütünlük içerisinde korunmalı, bunların tanıtımı yapılmalı ve ziyaretçilere açılmalıdır. Bunların da bölgeye ve turizm sektörüne hatırı sayılır getirisi olabilir. Bölgenin emlak rantı dışında daha pek çok değeri vardır ve bunların araştırılması gerekmektedir.

Ancak tüm bu değerlerin yaşatılması için öncelikle su varlıklarının korunması ve üzerlerindeki aşırı tüketim baskılarının hafifletilmesi şarttır. Avrupa yakasının su varlığının önemli bir kısmını oluşturan bu su tutma alanlarının korunması için su tasarrufunu ve su verimliliğini bir an önce hayata geçirmek hedeflenmelidir.  İBB ve İSKİ’nin konutlarda gri suyun yeniden kullanımı ve yağmur hasadı gibi uygulamaları bir dizi yasal zorunluluk ve teşvik ile yaygınlaştırması gerekir. Ayrıca daha bütünlükçü bir su yönetimi yaklaşımıyla kente gelen yağışı kentte tutacak yeşil alanların düzenlenmesi, artırılması ve korunması şarttır. Çünkü su bir bütündür ve ancak bütünlükçü bir bakış açısıyla korunabilir.

Kanal İstanbul projesine karşı çıkmanın yanı sıra onun yok edeceği değerleri anlamak ve bu değerlere sahip çıkmak yaşadığımız kenti korumanın ön koşuludur.

You may also like

Comments

Comments are closed.