ManşetRöportaj

Akrabalık: Donna Haraway ile bir söyleşi

0

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

Ekofeminist akademisyen Donna Haraway entelektüel ‘zeitgeist’ içindeki yeni tartışmalara dalma konusunda şaşırtıcı bir yeteneğe sahip. Bunu yıllardır yapıyor. 1985 yılında çığır açan kitabı “Siborg Manifestosu” bilim ve toplumsal cinsiyet ile ilgili yaygın fikirleri eleştirmek için feminist teoriden yararlandı ve bilim ve teknoloji çalışmaları alanının ortaya çıkmasına katkıda bulundu. 2003 yılında çıkan Yoldaş Türler Manifestosu”nda köpeklere ve diğer insan dışı “mahluk”lara (critters- Haraway’in en sevdiğim ifadesi) yönelik derin bağlılıklarımızı inceledi ve yeni ortaya çıkan hayvan çalışmaları dalında tanınmış biri haline geldi. Hem bilim insanı hem de kültürel akademisyen olarak bilgisiyle nüfuzunu akademinin ötesine taşıyarak teknolojinin sürekli gelişen etkisiyle boğuşan bir kavramsal sanatçılar kuşağına ilham verdi.

Daha yakın zamanda ise Haraway gezegenimizin vahim durumunu açıklamak için “hem çok büyük hem de çok küçük” bir kavram olarak nitelendirdiği Antroposen (İnsan Çağı) etrafındaki hararetli tartışmalara katıldı. Bu tarihi dönemi tanımlamak için bir değil, iki kelime türetti: “Chthulucene” insan ile insan dışı dünyalar arasındaki hiyerarşiyi yıkarken, “Plantationocene” iklim krizini belirli ekonomik ve politik sömürü uygulamalarına bağlamaktaydı.  

Tüm bunlar zor ve zaman zaman anlaşılmaz yazılarıyla ünlü bir kuramcı için büyük bir başarı. Haraway University of Carolina, Santa Cruz’daki iki bölümde – Bilinç Tarihi ve Feminist Çalışmalar – birden elde ettiği mevkiyle, akademisyenler arasında az rastlanan bir şöhret konumuna geldi. Hatta New York’taki ilk gösteriminde kapalı gişe oynayan Donna Haraway: Story Telling for Earthly Survivals adlı 2017 yapımı belgesel filme konu oldu.

Haraway’in yüksek teoriyi şiirsel, neredeyse konunun dışına çıkan bir yazı üslübuyla harmanlaması radyo programım için yapacağım röportajda onun ne kadar anlaşılabilir olacağı konusunda endişelenmeme neden oldu. Boşuna endişelenmişim. Haraway son derece cana yakındı ve iletişim kurmaya hevesliydi. Aynı zamanda genellikle bir büyük fikirden diğerine atlayan uzun cümlelerle hızlı hızlı konuşuyordu. Sözcüklerinin üretken zihnine ayak uyduramadığını hissettim.

Onunla başlangıçtaki kariyer mücadelelerinden tutun tanındığı disiplinlerarası çalışmalara, köpek sevgisinin onu nasıl bir dizi merak uyandıran araştırma sorusuna yönelttiğinden, insan ötesi bir dünyayla “akraba olma”nın neden kaçınılmaz bir etik sorumluluk olduğuna inandığına dair çok çeşitli konularda konuştuk. Sohbetimizi Haraway’in UC Santa Cruz’dan meslektaşı Anna Tsing ile birlikte Plantationocene hakkındaki bir seminerde konuşma yapmak için University of Wisconsin-Madison’a yaptığı ziyaret sırasında gerçekleştirdik.

***

Steve Paulson: Çalışmaları birbirinden çok farklı disiplinleri kapsadığı için bazı akademisyenleri sınıflandırmak oldukça zordur, siz de bu kişilerden birisiniz. Biyoloji alanında doktora yapmanıza rağmen bir düşünür, ekolojik-feminist, çoklu-tür kuramcısı, bilim ve teknoloji akademisyeni olarak adlandırıldığınızı duydum. Kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Donna Haraway: Sanırım benim çalışmalarım hep soru odaklı oldu. Kendimi bir şey bilme ihtiyacını ateşleyen olaylar, fikirler, şeyler, insanlar ve diğer mahlukatlar – bitkiler, hayvanlar ve mikroplar – konjonktüründe bulmam ve bunu teşvik eden kurumsal bir ortamda yer almama dayandı.

Yaptıklarınıza uyan bir disiplin kategorisi var mı?

Tek bir kategori seçmem gerekirse bu; bilim çalışmaları alanlarında, özellikle çevrecilik sorunları, bitki ve hayvan refahı ve çoğu kişinin “doğa” olarak adlandırdığı şeyle farklı insan kültürlerinin etkileşimleri konusunda çalışma eğiliminde olan beşeri bilimler, sosyal bilimler ve doğa bilimlerinde yetenekli bir akademisyen şeklinde olur.

Kendinizi “hikayeci” olarak adlandırdığınızı da duydum. Bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorum ama bu fikre bayıldım.

Feminist bilimkurgunun 70’li yıllardaki parlak döneminden bu yana bilimkurgu okuruyum. Buna Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın, Joanna Russ’ın Dişi Adam, Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli, Samuel R. Delany’nin Dhalgren adlı kitabı ve Nevèrÿon Masalları hikayeleriyle başladım. Bu tür bilimkurgu okuyarak “SF” harfleriyle başlayan kendime ait küçük bir lif yumağı yaptım: İp oyunları (string figures), bilimkurgu (science fiction), spekülatif hikaye anlatımı (speculative fabulation), bilim olgusu (science fact), spekülatif feminizm (speculative feminism) vb.

Yani aslında kurgu ile kurgudışı arasında net bir ayrım yapmıyorsunuz. Hepsi birbirine mi karışıyor?

Ön plan ve arka plan farklı olduğu için pek o kadar karışmıyor. Olgu muhafazası ve yüklemesinin çok önemli bir meslek becerisi olduğunu düşünüyorum. Olgular insani tarihsel durumlarda yapılır ama kafadan uydurulmaz. Kurgu daha çok fiilden türetilen bir isim, bir yapımdır. Kurgunun imgesel sınırları oldukça farklıdır. Anlatı kuralları, söz gelimi evrim ya da çevre bilimindeki anlatı kurallarından daha farklı yapılandırılır, ama çok sayıda temas bölgesi de vardır. Bu yüzden, bilim olgusu ile spekülatif kurgu arasındaki oyunla, kedi beşiği oyunuyla (parmaklara ip geçirilerek oynanan bir tür oyun-çn.) ilgileniyorum.

Merak duygusuyla harekete geçtiğiniz belli oluyor. Şaşkınlık da sizi harekete geçirir mi?

Şaşkınlığa çok iyi uyum sağlarım. Örneğin, Woods Hole’da biyoloji yüksek lisans öğrencisi olduğum sırada embriyolarla deniz gelişim biyolojisi çalışırken akşam yemeğinden sonra hepimiz kafayı bulur ve Woods Hole’daki fosfor gibi ışıldayan okyanusta çırılçıplak yüzmeye giderdik.

Ne günler ama!

Sonra kafamız hafif iyiyken birkaç saatliğine daha laboratuvara dönerdik, mahluklar tarafından adeta büyülenir ve bir ahtapot yumurtasının ilk hücre bölünmelerini 10 kat büyütme mikroskobuyla izlerdik. O hücrelerin içinde hareket edersiniz. Ahtapot yumurtasıyla bütünleşmezsiniz ama onun ötekiliğiyle karşı karşıya geldiğinizde gerçek kafanıza dank eder: Bu sen değilsin, bu bir hücrenin mucizesi, güzelliği ve teknik virtüözlüğü. Hücrelerin moleküler mekanizmaları açısından bunu nasıl becerdiği hakkında bilgi sahibi olmak beni bu dünyadaki bir kişi olarak son derece tatmin etti.

“Akraba olma” kavramı hakkında yazdınız. Akrabalık sizin için ne anlama geliyor?

Akraba olmak, bizi birbirimizden koparan bir dünyada, oldukça eşitsiz ve haksız acı ve refah dağılımlarına sahip halihazırda yedi buçuk milyardan fazla insanın olduğu bir dünyada, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey gibi geliyor bana. Akraba derken kalıcı, karşılıklı, bağlayıcı, isteğe bağlı olmayan, müşkül-hale-geldiğinde-başınızdan-savamadığınız, sonuçları olan devamlı bir ilişkiye sahip olanları kastediyorum. Bir kuzene sahibim, kuzen de bana sahip; bir köpeğe sahibim, bir köpek de bana sahip.

“Akraba” (kin) kelimesini ilk kez üniversitede Shakespeare dersinde kullanmaya başladım, Shakespeare’in “kin” (akraba) ve “kind” (nazik) ile kelime oyunu yaptığını fark etmiştim. Bu iki sözcük etimolojik olarak çok yakından ilişkili. Nazik olmak akraba olmak demek ama akrabalık nazik değil. Akrabalık genellikle nazik olmanın tam tersidir. Bu ille de biyolojik açıdan akraba olmayı gerektirmez ama dolaylı bir açıdan sonuçları olacak şekilde birbirimizle aynı kategoriye ait olmamızı gerektirir. Eğer Monterey Körfezi bölgesinin insan ve insan ötesi varlıklarıyla akrabaysam, başka bir yerde olsam daha farklı olacak sorumluluklara, yükümlülüklere ve zevklere sahibim demektir. Hiç kimse her şeyle akraba olamaz fakat akrabalık ağlarımız bağlılık kümeleriyle dolu olabilir. Kuşaklar boyu ilgi ihtiyacı bana son derece önemli gibi geliyor ve bu yalnızca hümanist bir ilişki olamaz.

Peki bu sizin yaşamınızda ve düşüncelerinizde nasıl tezahür ediyor?

Pek çok şekilde. Bunlardan biri kişisel aile açısından. Benim yumurtalarım artık işlevsiz ve ondan önce de dikkatlice tek kalıtsal halde tutulmuşlardı,  ama genç insanların bakımına katılmakla oldukça ilgileniyorum. Ders vermek elbette bunun bir parçası fakat ben aynı zamanda 20 küsur yıl önce Guatemela’dan bir çocuk evlat edinen son derece yakın bir arkadaşımın geniş ailesinin de bir parçasıyım. Şimdiki kocam ile ilk kocam ve partneri bir aile haline geldi – bir akraba grubu. Ortak akrabalarımız var, hiç biyolojik çocuk sahibi olmadan bir aile kurduk, bu biyolojik çocuklara karşı olduğum anlamına gelmez ama ben yine de başka türlü ev bark ve aile kurma taraftarıyım.

Toplumun her kesiminden LGBTQI kişilerin yanı sıra pek çok yerli halkın ve Afrikan-Amerikan toplulukların tüm zorluklara rağmen gerçekten ilginç akraba ağları kurma ve sürdürme açısından  fazlasıyla yenilikçi olduklarını düşünüyorum. Konut ve finansal sorunlar gibi bir sürü pratik sorun olsa da ben miras meseleleri ve evlat edinme yasasıyla – kişilerin birbirlerinin arkadaşlık ağlarına yükleyebilecekleri mali yükümlülükleri çeşitli yöntemlerle – ilgileniyorum.

Aileyi yeniden tanımlamaktan bahsediyorsunuz.

Bu materyalizmle ilgili bir şey. Ben aileyi yeniden tanımlamaktan bahsediyorum ve kendi ailemin de, biyogenetik açıdan ilişkili olduğum akrabalarım dahil, bir nebze de olsa bunu yaşadığını hissediyorum. Fakat benim ailem asla yalnızca insanlardan ibaret olmadı. Herhangi bir türde hayvan olmak, bir dizi başka bitki, hayvan, mikrop ve canlıyla tek bir organizma ya da birey olarak değil de bir holobiont (içinde veya çevresinde yaşayan birçok canlı türünün bir araya gelmesiyle, ayrı bir ekolojik birim oluşturan küme –çn)  olarak zorunlu karşılıklılık içerisinde olmaktır. Bu, iyi bir bilim. Bunun dışında evcil türden yoldaş hayvanlarla yaşıyorum.

O hayvanlardan biri hakkında yazı da yazmıştınız. Bize köpeğiniz Cayenne’i anlatın.

Ah, Cayenne, canım köpeğim! Aşağı yukarı 17 yaşında öldü. Ben başka bir sporcu köpekle çeviklik sporu yapmak istediğimde hayatıma giren amaç-odaklı Avustralyalı bir çoban köpeğiydi. Cayenne’e layık olabilmek için daha iyi bir sporcuya dönüştüm. Yamaç üzerinde 30 metrelik bir saha düşünün;  onu bayrak direkleriyle, atlamalarla, yapı iskeletleriyle, tahteravallilerle ve tünellerle doldurun ve bunları bir çeviklik uzmanı tarafından tasarlanan şeytani bir yapının içine koyun. Köpeğin daha önce bilmediği bu yoldan geçen insana doğru dört nala, sırayla bu şekillerden geçmesi gerekir. Bu yüzden köpek ile insan arasındaki güven gerçekten güçlü olmalıdır. Binlerce saat antrenman yaparsınız. Arabayla eyalet panayırlarına ve kamp alanlarına gidersiniz, cumartesi ve pazar tüm gün koşarsınız. Çalışan bir akademisyenseniz ve bunu ayda iki hafta sonu yapıyorsanız, bu araştırma projeniz olsa iyi olur.

Bu işi sevdiğiniz belli oluyor, ama bunu yapmak için gereken zamanı nasıl buldunuz?

Aslında bu bir araştırma sorusu olarak ilgimi çekti. Bir ekip olarak ikimizi birden harekete geçiren şeyi anlamaya başlamanın entelektüel açıdan merak uyandırıcı olduğunu fark ettim. Köpeklerin düşünme şekline, dünyayı algılama biçimlerine, birbirinden  epey farklı bu iki sosyal memelinin her şeye rağmen birbiriyle uzun bir evrimsel ve sosyal geçmişe sahip olmaları çok ilgimi çekti. Köpeklerin tarihiyle son derece ilgiliyim. Sokak köpekleri, spor köpekleri, atılan kurtarma köpekleri ve safkan köpeklerle ilgileniyorum. Cayenne ile birlikte çalışırken Cornell Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nde muhteşem bir online köpek genetiği kursu aldım.

Köpeklerin nasıl düşündüğü hakkında neler öğrendiniz?

Bu soruya yanıt vermek çok zor. İnsanlar köpekleri neyin motive ettiğini bildiklerini sanır ama bu tam bir inkar. Kendi kendimize söylediğimiz bir yalan. Köpeklerin kulaklarının aslında ne yaptığı, gözlerinin gerçekte neye dikkat ettiği, gözlerinin hangi renk yelpazesini gördüğü ve koku alma algılarının gerçek aralığıyla ilgilenmeyi yeni yeni öğreniyoruz. Ya da gerçekten küçük işaretlere tepki olarak vücutlarını kullanma biçimleri veya mesajlaşma biçimleriyle. Başka bir türün üyesiyle spor yapmak istiyorsanız, onları gerçekte neyin harekete geçirdiğini öğrenmeniz gerekir. Pek çok insan köpeklerinin aslında nelerden hoşlandığını öğrenmek için yeterince uzun süre hareket etmeden durmayı öğrenmeyerek köpeklerine engel oluyor.

Cayenne ile derin ve yoğun bir ilişkiniz varmış gibi görünüyor.

Oldukça yoğun, hayat değiştiren bir ilişkiydi. Dokunma, koku ve günlük yaşam seviyelerinde derindi. İç içeydik. Cayenne yersiz sevgi gösterilerinden hoşlanmayan bir köpekti. Sokulgan bir köpek değildi. Bu yüzden başka bir insanla yapacağınız gibi onun sınırlarına da saygı duymayı öğrenmem gerekti. Cayenne – American West’ten bir çoban köpeği – beraberinde kendi hikayelerini getirdi. Ben Colorado’luyum, dolayısıyla beyaz bir genç kız olarak Komançi, Arapaho ve diğer Amerikan yerlisi kabilelerinden zorla alınan toprakların yanı sıra kendileri de çeşitli fetih katmanlarına sahip İspanyollardan ele geçirilen topraklardaki istila bölgesinde büyüdüğümün son derece farkındayım.

Cayenne’in, aşık olduğum köpeğin, hüsrana uğrayan madencileri doyurmak için Altına Hücum’dan sonra Avustralya’dan getirtilen koyun sürülerini gütme işinde kullanılan köpeklerden biri olduğunun farkındayım. Daha önce, tıpkı benim gibi, Batı’daki çiftlikte belli bir açıdan beyaz olmayı, onun zenobiyoloji uygulamalarını, manzarada- ve panayır alanlarında- hak iddia etmeyi miras olarak devralan bir köpekle çalışıyordum. Sporumuzu panayır alanlarındaki demir yollarıyla, stok sahalarında, cumartesileri quinceañera (Onbeş yaşına geldiklerinde İspanyol kız çocukları için yapılan bir doğumgünü partisi-çn.) kutlamalarında, NASCAR yarışında ve kim olduğumuza işlenen sosyal tarih içerisinde yapıyorduk. Bu yüzden birine dokunduğunuzda ve biri size dokunduğunda, şu sorunun ortaya çıktığını düşünüyorum: Pekala, biz kimiz? Birbirimizin nesi oluyoruz? Bu da sizi tarihin katmanlarına ve silsilelerine götürmeye başlıyor.

Cayenne ile ilişkiniz sayesinde kendiniz hakkında da birşeyler öğrendiniz mi?

Kendim hakkında oldukça fazla şey öğrendim ve çiftlik ile Rocky Mountain West’in tarihi, spor tarihi ve çoban köpeklerinin diğer köpeklerle ilişkileriyle  daha farklı bir biçimde ilgilenmeye başladım. Cayenne ile olan aşk ilişkim beni Colorado Platosu’na getirdi ve Navajo Nation’ı, The Black Mesa Water Coalition’ı, Just Transition’ı, Black Mesa kömür madenciliğini, Navajo Elektrik Santrali’ni, Navajo Nation’daki koyun ve yün piyasasını ve Massachusetts’teki yün dokumacılarıyla ilişkiyi incelemeye sevk etti. Cayenne’in beni hakkında hiçbir şey bilmediğim dünyalara götürdüğünü ve onunla olan aşk ilişkimin bana nasıl daha fazla aldırış etmem gerektiğini öğrettiğini söylemeye çalışıyorum. İnsanlar bazen sizi küçülttüğü için bir köpeği sevmenin gereksiz ve önemsiz olduğunu söyler. Oysa benim herhangi bir şeyi – özellikle de bir köpeği – sevmek konusundaki tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki bu sevgi sizi daha büyük ve daha dünyevi kılar, çünkü birdenbire daha önce merak etmediğiniz konuların izinden gidersiniz.

Yine de bazı hayvan savunucuları evcil hayvanlarımızın bile olmaması gerektiğini söylüyor.

Bu görüşe az da olsa saygı duyuyorum. Bu bir denklik ilişkisi değil. Kontrole dayalı bir ilişki, mecburen öyle. Diğer türlü, birlikte yaşamak için gereken şeye dayanmayan bir özgürlük fantezisiyle köpeğinizi öldürürsünüz. Öte yandan, başka herhangi bir organizmayı insanlarla zorunlu takas ilişkilerine sokmaya gerçekten karşıysanız, bitkileri de evcilleştiremezsiniz. Aslında ben evcil hayvanları bir tür çeki hayvanı sayıyorum. Bence şefkat meşakkatli bir iş ve evcil hayvanlar çok çalışıyor. Bunlar karmaşık emek ve oyun, sevgi ve şiddet ilişkileri ve bunları yüceltmek yersiz. Fakat aynı zamanda canlı olmanın, birlikte yaşamanın ve ölmenin sevgi ve şiddet biçimlerinden sorumlu olmak anlamına geldiğini düşünüyorum. Bir evcil hayvanla olan ilişki onur vericidir, ama basit değildir.

Cayenne’in düşündüklerini – onun öznel deneyimini – gerçekten anladığınızı hiç hissettiniz mi?

Hayır, her ne kadar eskisine göre daha fazla şey bilsem de gerçekten derin bir anlayışa ulaştığımı hiç sanmıyorum. Bunun bir kısmı araştırmaya dayalı, bir kısmı da etkileşime ve oyuna dayalı. Ama bu soru hiç uykumu kaçırmadı. Sonuçta birlikte yaşadığınız ve önemsediğiniz biri. Bu, karşılıklı hissedilen ve yaşanan bir ilişki ve tümden bihaber olduğumuzda dahi biz buna sahiptik.

Bu bana Jane Goodall ile yaptığımız bir sohbeti anımsattı, birkaç dakikalığına bir şempanzenin zihnine girebilmek için neler vermezdim demişti.

Ama hiç kimsenin zihnine giremeyiz. Asla başka bir insanın zihninin içinde olamayız. Kendi zihnimizin içinde bile değiliz. Keşke kim olduğumu gerçekten bilmek için bir dakikalığına kendi benliğimi kaçırabilseydim düşüncesi – bu tam bilgi fantezisi, şiddet eğilimli bir fantezidir.

Neden şiddet eğilimli?

Bence bu bir kaçırma fantezisi. Benliğe ve ötekine sahip olma. Bunun bir birlik (oneness) arzusu olduğunu düşünüyorum. Jane Goodall’un görüşünü anlıyorum ve buna saygı duyuyorum. Elbette, bir dakikalığına da olsa sevdiğimiz kişiyi gerçekten harekete geçiren şeyi bilmek isteriz. Fakat bu, özellikle benim geldiğim kültürlerde, çabucak bir kusursuz iletişim fantezisine dönüşüyor. Bana göre bu bizi cinayete ve savaşa götüren şiddet eğilimli bir fantezi. Öteki, öteki kalmayı sürdürdüğü için bu bizi ötekine şiddet uygulamaya yönlendirir.

Peki, bilinmezliği kabul etmenin bir etiği var mı?

Ve ötekiliği. Birini ciddiye aldığınızda, öğrendiğiniz şeylerden biri bilmemektir. Cayenne’den ve diğer köpeklerimden bunu öğrendim. Bilmemek yarı Budist bir değer. Bilmemenin ve kendi haline bırakmanın kadirşinaslığı ciddi bir ilişkide öğrendiğiniz bir şey. Bir çeşit oluruna bırakma. Bilmemek ve bilmeden birlikte olmak.

Bu çok zor!

Çok zor. Ama bu türden bir ilişki aynı zamanda çok da keyifli. Fazlasıyla soğukkanlılık ve birbirimizi bağışlamamızı gerektiriyor. Kendini ötekine dayattığın için, bilmediğin halde bildiğini zannettiğin için, yapabilecekken yeterince dikkat kesilmediğin için kendini affetmeni gerektiriyor.

Hayvan-insan ilişkisinden gezegenle olan daha geniş çaplı ilişkimize geçmek istiyorum. İklim kriziyle birlikte, felaket potansiyeli barındıran tarihi bir anın zirvesindeyiz. Tarihteki bu dönemi tanımlamak için “Antroposen” ifadesi kullanılıyor ama siz bu sözcüğü sevmiyorsunuz, değil mi?

Antroposen ifadesine sanki Antroposen ifadesini hak eden çok yönlü krizler ve yıkımlar bir tür edimiymiş, sanki bunu köleliğe dayanan plantasyonun icadı ve kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte dört ya da beş yüz yıl önce dünyayı değiştiren işleyiş sistemlerinden kaynaklanan konumlu tarihsel süreçler içerisinde olmaktan ziyade insan olma erdemiyle yapmışız gibi, Antroposon’u – Erkek – merkeze aldığı için karşı çıktım. Bu sistemler aracılığıyla servet yaratılması bizi şu anda içinde bulunduğumuz duruma getirdi. Bunun bir tür edimi olduğunu düşünmüyorum.

Bu yüzden yeni bir sözcük türettiniz, “Plantationocene.”

Bu sözcüğü Danimarka’da Anna Tsing ve başkalarıyla yaptığım bir sohbette tam da bitkilerle ilişkimizin dünyayı değiştiren önemini ön plana çıkarmak istediğim için ortaya attım. Plantationocene’i açıklarken ağırlıklı olarak Katherine McKittrick, Sylvia Wynter ve Dianne Glave gibi siyah akademisyenlerin plantasyon köleliği ve bunun süregelen sonuçları hakkındaki eserlerini daha fazla dikkate almam gerekti. Antroposen oldukça yıkıcı olan uygulamaları harekete geçiren politik ve ekonomik aygıtı adlandırmayı reddeder ve yaşadığımız ikileme kendi doğal evrimsel gidişatımız muamelesi yapar. Bu hiç doğru değil. Değiştirilebilir olan tarihsel konjonktür ve sistemler içinde bu şekilde davranıyoruz. Buradaki asıl sorun insan doğası değil, kökeni ve imhayı besleyen koşullarda gezegenle yerleşik bir tarihsel metabolizma. Yeryüzündeki insanların tümü bu şekilde yaşamadı ve bu şekilde olmak zorunda değil. Bu hala değişebilir.

Birçok kişi plantasyonun bir asır önce kölelikle birlikte kaldırıldığını söylüyor. O halde bu alternatif Plantationocene kavramını neden kullanıyorsunuz?

Bu doğru değil. Plantationocene, bilakis daha fazla yayıldı. Buna muhtemelen en iyi modern örnek dünyanın dört bir yanındaki mangrov ormanlarını ve geniş toprak alanlarını ele geçiren palmiye yağı plantasyonları olacaktır. Çok türlü ormanların ve bu ormanlar içerisinde insanlar dahil herkesin imha edilmesiyle, arazi boşaltmayla, yerinden etme, boşa çıkarılan emek ve tek bir sınai fabrika mahsulü ekmesiyle Güneydoğu Asya bunu düşünmek için uygun bir yer.

Hala plantasyon ekonomisinde mi yaşıyoruz?

Zorunlu bir tek ürün tarımı sisteminde yaşıyoruz. Zorunlu tek ürün tarımıyla dünyanın karmaşık bir alanını alırsınız ve onun ekolojisini yalnızca köklü biçimde basitleştirmekle kalmaz, orada yaşayan organizma türlerini de büyük ölçüde azaltırsınız. Sonra oradaki mevcut işgücünü yerinden eder ve çeşitli baskı, sözleşme ve ödünç işçilik biçimleri kullanarak başka bir iş gücü getirirsiniz. Tercihen küresel piyasalar için yüksek oranlarda ürün verecek yeni mahsuller ve kelimenin tam anlamıyla kaçıp gidemeyecek bir işgücü getirirsiniz. Buna da “tarım” dersiniz.

Dört ya da beş yüz yıllık olan bu sistem yerleşme eşitliğini bozuyor. Yine de insanlar hala çiftliklere, ineklerine ve ağaçlarına bakmayı başarıyor. İnsanlar şaşırtıcı ölçüde ilgi yetisine sahiptir, öyle ki en kötü şartlarda bile sevme yetileri hala oradadır. Ama yerleşmek için bu bağları koparmak ve – en önemlisi de bu – bitkiler, mikroplar, hayvanlar ve insanlar servet yaratımı ve değer çıkarımı için düzensiz üreme karışıklığına girsinler diye kuşaktan kuşağa ilgi yetisini kırmak gerekiyor. Ben buna Plantationocene diyorum. Antroposen’i rafa kaldırmak istemiyorum ama bence tek bir kelimeden fazlasına ihtiyacımız var.

Bilhassa bu iklim değişikliği döneminde tüm bu eğilimlere bakarken umutsuzluğa kapılıyor musunuz?

Hayır! Bir kere, bence bu işin kolayına kaçmak. Bu şekilde keyfinize bakabilir ve umutsuzluk içinde ısdırap çekebilirsiniz. Tembellik. Ben ne iyimserim ne de kötümser. Yazdığım kitaba bilerek Belayla Kalmak (Staying with the Trouble) adını verdim ve tekno-optimizme karşıyım.

Tekno-optimizm derken jeomühendisliği mi kastediyorsunuz?

Bilirsiniz, “Onlar halleder.” Gelecekte bir tekno ayarı olacak. Teknoloji bazı sorunları çözebilir ama bazılarını çözemez. Ama yapmak üzere olduğumuz şeyleri yeniden düşünmemiz gerek. Anna Tsing’in de ifade ettiği gibi, hasarlı toprak üzerinde nasıl refah içinde yaşayacağımızı çözmeliyiz. Kim olduğumuzu tekrar tekrar bulmamız da gerekiyor. Statükoya geri dönmeyeceğiz. Ama bu bazı şeyleri düzeltemeyeceğimiz anlamına gelmez. Curcunalı bir şimdiki zamanda birbirimizle iyi bir yaşam sürmek çevresel, çok-türlü, çok ırklı, çok çeşitli üreme ve çevresel adalet anlamına geliyor. Bütün bunların sonunda işe yarayıp yaramayacağını kontrol edemeyiz. Sanırım fütürizme yenik düşüyoruz. Bizim görevimiz, bu heyecan verici çağda yaşayarak birbirimize ilgi ve alaka göstermek. Bu ne iyimserlik ne de kötümserlik, yalnızca birbirimize bir tür sevgi ve şefkat besleme yetimizi geliştirmeyi gerektiriyor. Kötümserlik ise buna engel olur.

Söyleşinin orijinali için tıklayın

 

 

 

 

 

 

 

 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.