Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Libya’da neler oluyor? Duvarların arkasındaki Avrupa (2)

0

‘Demokrasi, insan hakları, evrensel hukuk gibi değerler, müreffeh bölgelerin sınırlarının sıkı sıkı muhafaza edilmesine dayanıyor olabilir mi? Zira görüyoruz ki bu sınırlar zorlandığı zaman, bahsi geçen değerler de askıya alınıyor.’

İlk bölümde, Libya’daki farklı grupları silahlandıran ülkelerden, Türkiye’den ve Türkiye’nin yurt dışında ihaleler alan uluslararası savunma danışmanlığı şirketi SADAT’tan bahsettim. Bu bölümde krizin başka bir yüzüne odaklanıp ilk bölümde anlattığım mevzularla Libya arasında bağlantılar kuracağım. Ardından Avrupa’nın sınırlarının yeniden müzakere edildiği bu dönemin ne anlama geldiğinden bahsedeceğim.

***

Libya’da an itibariyle bir insanlık dramı yaşanıyor. Sebep, yakın tarihin belki de en önemli olayı olan Avrupa’ya yönelmiş büyük göç hareketleri. Geçtiğimiz 10 senelik dilimde Suriye’den, Afganistan’dan, Irak’tan, Afrika ülkelerinden milyonlarca insan Avrupa’ya doğru yola çıktı. Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’ne göre, sadece 2015 yılında bir milyonun üzerinde insan Avrupa’ya ulaştı. Bu 2014’teki sayının yaklaşık dört katıydı.

En yoğun geçiş hattı Ege Denizi idi. Bu yolu izleyen insanların akıbeti hepimizin aklına kazınmış olmalı. Merkel ve Erdoğan o dönem sık sık bir araya geldi, yoğun bir diploması trafiği yaşandı, aradaki ihtilaflar kenara kondu ve sonuçta Türkiye, mültecilerin geçişine engel olmayı kabul etti. Karşılığında para vaat edildi ve sonraki süreçte Erdoğan’ın siyasî çıkışlarına müsamaha gösterildi. Sonradan mültecilerin Avrupa’ya karşı şantaj malzemesi olarak kullanıldığına da şahit olduk.

O sırada benzer bir süreç Libya’da da yaşanıyordu. Özellikle Ege hattının kapanmasından sonra on binlerce insan Libya’ya yöneldi. 2014’ten bu yana yaklaşık 14 bin insanın Akdeniz’in bu bölgesinde boğularak öldüğü tahmin ediliyor. (Bu sayının içinde Batı Akdeniz’de ve Ege’de boğulanlar yok.)

O dönem özellikle AB ülkelerindeki en önemli gündem maddesi, gelen göçmenlerin nasıl engelleneceği idi. Bir yandan hâlihazırda gelmiş olanlara kucak açmaktan bahsediliyor, diğer yandan yeni insanların gelmemesi için ciddi mesai harcanıyordu. Trump’ın Meksika sınırına dikme sözü verdiği duvar bir şaka konusuydu; ama Avrupa’da yürütülen tartışma özünde bundan farklı değildi. Hattâ birazdan bahsedeceğim, Avrupa’nın da kendi duvar projesi var.

Merkel ve diğer Alman siyasîlerinin o dönem en çok vurguladığı husus, Libya ile (aynen Türkiye ile yapılana benzer) bir anlaşma yapılması gerektiği idi. Fakat Angela Merkel’in sık sık ifade ettiği gibi, bunun için orada önce bir muhatap bulmak gerekiyordu. Libya’da güce talip olan bir sürü aktörden biri alelacele seçildi ve 2015 sonunda “artık tanıdığımız hükümet sensin, yeter ki Avrupa’ya geçmeye çalışan insanları durdur” dendi. Seçilen grup daha evvel düzenlenmiş genel seçimi kaybetmişti; ama ne gam! Sonuçta tepeden inme verilmiş bu karar yüzünden ülke yeniden iç savaşa sürüklendi.

Bugün BM’nin tanımış olduğu Trablus Hükümetine (Ulusal Mutabakat Hükümetine) bağlı sahil koruma birliklerinin aslî görevi, Akdeniz’i geçmeye çalışan botları yakalayıp Libya’ya geri göndermek. Üstelik İtalya ve Fransa’nın müsaadesiyle “arama ve kurtarma” çalışmalarını uluslararası sularda da icra edebiliyorlar. Yani sadece 12 millik Libya karasularını değil, 17 millik bir alanı tarıyorlar. Dolayısıyla mevzu, Avrupa’nın nüfus kompozisyonu korumak olunca en basit uluslararası hukuk kuralları, hattâ o kutsal “ulusal sınırlar” bile ihlâl edilebiliyor. Bu sırada mültecileri kurtarmaya çalışan gemiler, Libya güçleri tarafından tehdit ediliyor, engelleniyor. Mültecileri kurtardığı için tutuklanan, ardından yaptığı işe paye biçmeye yeltenen Fransa’nın verdiği ödülü reddeden Alman Kaptan Pia Klemp hâlâ hafızalarımızda olsa gerek. Ödülü reddetme gerekçesi olarak şunu demişti Klemp, sözünü çoğaltmak için yineliyorum: “Kimin kahraman, kimin yasa dışı olduğuna karar verecek otoritelere ihtiyacımız yok.”   

Libya’ya geri dönelim: Yakalananlar Libya’daki mülteci kamplarında korkunç koşullarda aylarca, yıllarca yaşamak zorunda kalıyor. Dayak, şiddet, tecavüz, organ mafyası, insan kaçakçılığı gibi envaiçeşit olay raporlanmış durumda; tanıklıklar var. Hattâ insan kaçakçılığına karışmış Libyalı yetkililerin İtalya’nın özel davetiyle “göç meselesi nasıl çözülür” temalı toplantılara katıldığını biliyoruz. Tüm bunlar belli ki Avrupalı devletler için bir sorun teşkil etmiyor. Türkiye-Libya gibi ülkeleri göç akınına karşı bir baraj olarak gören, bu coğrafyaları ona göre kurgulamaya yeltenen, bu esnada giderek kendi içine kapanan bir coğrafya var karşımızda. Hattâ öyle ki Trump’ın dahiyane duvar fikri Afrika’da hayata geçiriliyor; Moritanya’dan Etiyopya’ya uzanan bir duvar tasarlanıyor. Libya’daki tüm çatışma ortamına rağmen burası AB tarafından “güvenli ülke” muamelesi görüyor; böylelikle mülteciler “iç huzuruyla” Libya’daki mülteci kamplarına geri gönderilebiliyor.

Avrupa’nın duvarı.

Son olarak Avrupa’da göç bahanesiyle hortlayan yeni dalga yabancı düşmanlığından, ırkçı hareketlerden bahsederek bitirmek istiyorum. Malûm, Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez bir ırkçı parti (AFD), ırkçılığını saklamadan yabancı düşmanı posterleri ülkenin her yerinde sergileyebildi.

Afd’nin 2019 seçim afişi: Avrupa, ‘Arapya’ olmasın diye…

“Dizel, yeşil maskaralıklardan iyidir.” Burada mevzu enerji politikaları; ama kullanılan görselin yaptığı çağrışım açık.

Hattâ Brexit’in bile artan göç ile ilgili olduğu ileri sürülebilir. Brüksel’e direnmek, bağımsızlığı yeniden ele geçirmek, sınırları kontrol etmek gibi sloganlar hep Avrupa’ya gelen ya da gelmesinden korkulan göçmenleri işaret ederek kuruldu.

Afişte “Kırılma Noktası: AB’den kurtulup sınırlarımızın yeniden kontrol etmeliyiz” yazıyor. UKIP lideri Nigel Farage.

Tüm bu manzara karşısında aklımdan şöyle bir soru geçiyor: Demokrasi, insan hakları, evrensel hukuk gibi değerler, müreffeh bölgelerin sınırlarının sıkı sıkı muhafaza edilmesine dayanıyor olabilir mi? Zira görüyoruz ki bu sınırlar zorlandığı zaman, bahsi geçen değerler de askıya alınıyor. Üstelik benzer bir durum daha evvel de yaşanmıştı. 2. Dünya Savaşı’nın sonunda sömürgelerde yaşayan insanlar Fransız/Britanya vatandaşlığı talep etmişti. Ne de olsa iki dünya savaşında da bu coğrafyalardan yüz binlerce insan uzak cephelerde savaşmış, bir kısmı Hıristiyanlığı kabul etmiş, kendilerine belirli kültürel değerler nakşedilmiş, , kendilerine “sizi yönetiyoruz, çünkü siz de bizdensiniz” denmişti. Böyle bir iklimde Fransa kapılarını açtı. Caracalla Fermanı ile (1946) kolonilerde yaşayan herkese tam vatandaşlık hakkı tanıdı. Yani metropoldeki 42 milyonluk Fransız nüfusunun üstüne, yaklaşık 50 milyon için daha vatandaşlık kapısı açılmış oldu. Keza Britanya’da da benzer bir kapsamı olan 1948 tarihli “Vatandaşlık Yasası” [Nationality Act] yürürlüğe girdi. Ancak sonra şu fark edildi: Başkasının ülkesinde evrensel olmak daha kolaydı. Demokrasinin içinde geçen “dēmos” (halk), ortada paylaşılacak orantısız bir zenginlik varsa kapıları kapatmayı tercih ediyordu.

O yüzden evrensel değerlerin soy kütüklerini, ortaya çıktığı koşulları sıkı sıkı çalışmamız; sınırlarını görmemiz; sermaye birikim süreçleri ile bağlantısını daha iyi irdelememiz gerekiyor. Çünkü belki de şu an yaşanan durum istisnaî değildir. Belki de kendi değerlerini inkâr eden bir Avrupa ile değil, kolonyal mirasına bir kez daha sahip çıkan bir Avrupa ile karşı karşıyayızdır.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.