Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Haydarpaşa ve Sirkeci hakkında söylenmeyenler

0

Merkezi yönetimin görevi bu önemli kamusal alanların yönetimi için yerel yönetimi dışlamak değil, desteklemek olmalı. Hatta yoksa bile onun yönetim deneyimini geliştirmesi için katkıda bulunmak olmalı.

İmamoğlu’nun Haydapaşa ve Sirkeci garları ile ilgili endüstriyel alanların ihale yöntemine itiraz etmesini haklı ve yerinde buluyorum. Sorunu kamuoyu ile paylaşmakla iyi yaptı.

Şöyle bir düşünelim: İstanbul’u iki ayrı kıtaya bağlayan demiryolları ağının düğüm noktalarının geleceğine karar veriliyor. Bunlar şehir açısından değerleri parayla ölçülemeyecek alanlar. Bu alanların şehir perspektifinden değerlendirilmesi  gerekmez mi? Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı “bu alanlar kuruluşumuza gelir getirsin diye bu ihaleyi yaptık” diyor.

Bakan aynen şunları söylüyor: “Bilindiği üzere Haydarpaşa ve Sirkeci’de bahse konu gayrimenkullerin bulunduğu alanlar, sit kapsamında ve imar kısıtlılığı bulunmakta. Bu alanlar, Marmaray hizmete girdikten sonra yolcu hareketliliğinin azalması nedeniyle ihtiyaç dışı kaldı.” Buna çocuklar bile güler. Sanki bu gelişmeler kendiliğinden gerçekleşmiş.

Marmaray, yanlış yere yapılmış bir metro projesidir

Bugün Marmaray’dan geçen şehirler ya da kıtalar arası bir tren gördünüz mü? Yok. Çünkü Marmaray gerçekte bir metro projesidir. Evet, bir metro projesidir ama yanlış yere yapılmış bir metro projesidir. Metro sisteminin omurgasını oluşturması gerekirken Ulaştırma Bakanlığı’nın kontrolünde olsun diye kıyıya yapılmıştır. Oysa, tıpkı bir balığın omurgasının yüzgeçlerinde olması gibi değil, ortasında, E-5 hattında olması gerekirdi.

Birincisi Ulaştırma Bakanlığı’nın dar perspektifi ile, bu hat üzerinde tasarlanması ve şehirselleştirilmemesi en az Marmaray’ın kendi maliyeti kadar bir ek ulaşım maliyeti ve zaman kaybı getirdi. İkincisi, şehrin simge yapıları garları, istasyonları, köprüleri, çevresi ile bir endüstri mirası olan tarihsel topografyayı yok etti.  Üçüncüsü İstanbul halkı on yıl bu raylı sistemi kullanmaktan mahrum bırakıldı. Bu kararların bu şekilde verilmesinin şehre neye mal olduğunu kimse bilmiyor.

Marmaray projesinin şehrin kültürel mirasının önemli bir bölümünü oluşturan tren hattı üzerinde gerçekleştirilmesinin tek bir nedeni var: Ulaştırma Bakanlığı’nın bu projeyi Bayındırlık Bakanlığı’nın planladığı Boğaziçi köprülerine rakip olarak geliştirmesi.

İmamoğlu’nun söylemediğini ben söyleyeyim:

Soruna İstanbul açısından bakmak, projeyi şehirselleştirmek için yerel yönetim ile merkezi yönetimin farklı bir ilişki kurması gerekirdi.

Marmaray Projesi başlangıçta demiryoluyla İstanbul’u Avrupa ve Anadolu’ya, Ortadoğu’ya bağlamayı amaçlayan bir projeydi. Geçmişi 70’li yıllara uzanan projenin amacı böyle sunuluyordu. Bayındırlık Bakanlığı daha birinci köprüyü tasarlarken Ulaştırma Bakanlığı tarafından ve ona rakip olarak geliştirildi.

Bu proje öyle bir merkeziyetçi bakışla tasarlandı ki, bağlamak şöyle dursun var olan ilişkileri kopardı.

Bugün Marmaray hattından geçen kıtalar arası ya da şehirlerarası bir tren gördünüz mü? Marmaray’dan en son tren ne zaman geçti? Bilen var mı?

Hatanın neresinden dönülse iyi

Şehirsel metro ağının omurgasını oluşturabilecek bir proje, raylı sistem olduğu için basmakalıp fikirlerle desteklemek yerine, daha başta gözden geçirilebilirdi. Muhalefetin her konuda olduğu gibi bu projenin de şehirselleştirilmesini talep etmesi gerekirdi. Güzergah E-5 hattı olabilirdi, eski endüstriyel hat güncellenerek kentin modernleşme tarihinin belgesi olan bu kültürel miras topografyası korunabilir ve geçmişte olduğundan çok daha iyi bir şekilde halka hizmet verebilirdi.

Bugün şehrin bu iki eşsiz alanının geleceğini tayin edecek kararların bu şekilde verilmesi, geçmişten gelen merkeziyetçi bir kararlar silsilesinin devamı.

Hatanın neresinden dönülürse iyidir. Merkezi yönetimin görevi bu önemli kamusal alanların yönetimi için yerel yönetimi dışlamak değil, desteklemek olmalı. Hatta yoksa bile onun yönetim deneyimini geliştirmesi için katkıda bulunmak olmalı. Bu mesele Türkiye’de merkezi yönetimin nasıl yetkileri kendisinde toplamaya çalıştığının bir göstergesi. Öncelik bir yerin şehrin kamusal hayatını zenginleştirmesi değil, kimin elinde olacağı.

Merkezi yönetim, bu alanda kendisini işlevsiz kılmış olan bir kuruluşun dar bir bakış açısı ile temsil ediliyor. Bu alanlarda ne yapacağını bilmiyor. Bu nedenle yetkiyi elinde tutmaya  çalışıyor, “ihaleyi bizden biri alsın, kontrolümüzden çıkmasın” diye bakıyor. İtiraz edenlerin de aynı şeyi düşündüklerini varsaydığı için Büyükşehir’le işbirliği yapmayı aklının ucundan bile geçirmiyor. Tipik neo-liberal bir davranış biçimi. İdeoloji sorunu perdeleme işlevi görüyor: Bu alanların kullanımı şehirsel bir perspektife taşınmadığı, kullanım amaçları, yöntemleri belli olmadığı için ihale usülleri, yöntemleri herşey göstermelik…

Ulaştırma Altyapı Bakanı’na göre ihale TCDD’nin kiralama yönetmeliğine uygun yapılmış. “İstanbul halkının kültür ve sanat faaliyetlerine katkı sunmak suretiyle TCDD’ye gelir sağlanacakmış.. İhale en yüksek teklifi veren kişide kalmış. Bu alanlar kültürel miras kapsamında oldukları için zaten imara kapalıymış. Bakanlık rekabet kurallarına uygun davranmış. Büyükşehir Belediye Başkanı ise ihale yapılmadan önce ne pahasına olursa olsun bu ihaleyi alacağım diyerek ihalenin rekabet ilkesini sekteye uğratmış ve etik davranmamış… “ Sanki Haydarpaşa ve Sirkeci alanları gelir getirmesi için kiralanabilecek boşlukta yüzen mekanlar.

Oysa Bakan’ın kendisi de bu ihalenin gelir tarafının bir öneminin olmadığının, bu alanların değerinin parayla ölçülemeyeceğinin farkında. Yalnızca minareyi kılıfına uydurmaya çalışıyor.

Asıl mesele gözden kaçırılmaya çalışılıyor

Peki sormazlar mı, nasıl kullanılacağı, projesi belli olmayan bir şey nasıl ihale edilebilir? Şehrin en önemli kamusal alanı ile ilgili kararlar böyle alınabilir mi? Bu alanların nasıl kullanılacağı, şehir yönetimini yapabilir kılması gerekirken, ihale yöntemi ile belirlenebilir mi? Peki kim bu alanları kent açısından değerlendirecek, İstanbul perspektifine taşıyacak? Tartışmanın bunun üzerinde gerçekleşmesi gerekmez mi?

Hukukun soyut değil, somut olduğu yer burası.

Kamu yönetiminin sorumluluğu

Mesela sahibinin yıllarca yeşil alan ya da tarihi eser olarak çivi çakamadığı bir yeri sürekli yapıldığı gibi iktidara yakın birisi alır ve istediği gibi imar koşullarını değiştirirse, ne olur? Haksız kazanç elde etmiş olur. Bir yerin gelir getirici faaliyetlere, piyasa aktörlerine açılabilmesi için koşulların önceden belirlenmesi ve bilinmesi, rekabet koşullarının oluşması gerekir. Ancak buradaki sorun haksız kazanç sağlamaktan öte şehrin de parayla ölçülemeyecek, geri dönülemeyecek şekilde bir zarara uğraması.

Kültür ve sanat gibi bir işlevlendirme söz konusu ise bir projesinin, bir yönetim planının ve organının olması gerekir. Kararlar oluştuktan sonra, piyasa aktörlerinden de hizmet alınabilir. Bunun için fizibilite aşamasının tanımlanması, çerçevelendirmesi gerekir. Kamu yönetimleri bir kamusal alanı doğrudan ihaleye açıp,” istediğini yap, keyfince kullan” diyemez. Kimi yerde kamu gelir elde etmek yerine tersine işlevi yerine getirecek kuruluşa bir de bütçe dahi sağlayabilir. Örneğin Venedik’te tersaneyi, Arsenale’yi Belediye kiraya verse, şehir çok şey kaybeder. Almanya’da Ruhr Havzası’nda merkezi yönetim endüstriyel alanları yerele devrederken merkezi yönetim ayrıca korunmaları ve yerelin kamusal hayatını zenginleştirmek için devasa bütçeler ayırdı, otuz yıllık ekolojik onarım programların finansmanını üstlendi.

İstanbul Kent Konseyi.

İşte tam da bu konu gündeme gelmişken Büyükşehir Belediyesi’nin Stratejik Plan Çalıştayı ile ilgili haberler ve İstanbul’un Kent Konseyi’nin kurulması haberi üst üste geldi ve bu konunun tartışılması için çok da anlamlı oldu. Büyükşehir’in bu meseleyi kent ölçeğine taşıması için bu iki çalışma son derece önemli. İstanbulluların bu alanların nasıl kullanılacağı hakkında bir fikir sahibi olması gerekmiyor mu? Stratejik Plan ve yönetim boyutunda bu konuların geliştirilmesi, tanımlanması, bilinmesi gerekmiyor mu? Elbette bu işin içinde ticari işlevler de olabilir, ancak bir şehrin gelişmesini yalnızca ticari işlevlere bağlayabilir miyiz? Büyükşehir Belediyesi’nin şehrin tarihi merkezinde, kültür mirası olan yani imara açılamayacak olan bir bölge için “ihale yöntemi” içinde söz sahibi olmaya, bu şekilde katılmaya zorlanmasında bir tuhaflık yok mu?

Çözüm, katılımda

İmamoğlu’nun dediğim gibi sorunu kamuoyu ile paylaşmasını, ihalenin iptalini ve merkezi yönetimden bu alanların İstanbul yönetimine devredilmesini istemesini  yerinde buluyorum. Ancak İmamoğlu’nun daha fazlasını yapmasını ve ayrıca şehrin kültürel hayatını geliştirmek, kültür mirasını korumak için başka bir şey yapmasını istiyorum: İşlevini yitirmiş kamu alanları için yapılacak işlerde karma bütçe kullanan, çok aktörlü, misyon odaklı bir yönetim kavramının hayata geçirilmesini talep etmesini ve gerçekleştirmesini.

İstanbulluların plan hazırlanırken fikirlerini almak harika bir yaklaşım. Ancak hala şehir planları hazırlanırken halk nesne olarak görülüyor. Peki şehir ölçeğindeki konular, stratejik planlarla nasıl etkileşim içinde olabilir?  Örneğin fiziki çevrenin iyileştirilmesi için neler yapılabilir? Bunun yöntemi planları bir süreç olarak katılıma açmaktır. Kendisini merkeze alan planlama yöntemi süreci karanlıkta bırakır. Güncel planlama yöntemleri ise süreci katılıma açar.  O zaman bu politik boşluk oluşmaz. Bu ikisi arasında önemli bir fark var.

Katılım basit bir konu değil. O fikirlerin üretildiği alanları şehirselleştirmek, kültürel-politik alanı iktidardan bağımsız ve katılımcı hale getirmek, kamusal alanı piyasa ve resmi ilişkiler dışında açarak, şehri merkeziyetçiliğin kıskacından kurtarmak gerekir.  Çünkü asıl çözüm orada.

(Yeşil Gazete)

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.