Hafta SonuHaftasonuKültür-SanatManşet

[BodrumLokal] Aagaswadi, bizim köy- Melis Birder

0

Koyunları dev rüzgâr tribünlerinin gölgesinde otlayan “Gökyüzündeki Köy” filmini seyrederken “Aaa işte bizim köy!” diye heyecanlandı Halil Abi. Sınır tanımayan küresel sömürü zincirinde aralarında binlerce kilometre mesafe bulunan Aagaswadi ile Geriş Köyü’nün ortak hikâyesiydi bu…

Yeryüzü meskenimizde azap gün be gün artıyor. Dünyayı yönetenler şarlatanlık ve zalimlik iplerini bir oraya bir buraya çekip akıl sağlığımızın sınırlarını zorlarken ağaçlar, denizler, topraklar hayvanlar ve insanlık kavimi yavaş yavaş telef oluyor. Bu fırtınada hepimizi bir cinnet hali almış “savaşa hayır!” “adalet şimdi!” “doğa katliamlarına dur!” deyip duruyoruz. Papağan gibi bu kalıp sözleri tekrar tekrar haykırırken adalet gibi, aşk gibi, doğa gibi, hatta savaş gibi kutsal kavramların içini de boşalttığımızı fark etmiyoruz. Kendi sloganlarımız boğazımızda düğümleniyor.

Öte yandan Nuh’un Gemisi‘ni hep birlikte yeniden inşa etmezsek bu dünyada artık yerimiz kalmayacak, bunu hissediyoruz. Ama karşı karşıya kaldığımız hilkat garibesi öyle tüyler ürpertici ki nasıl nereden başlamalı bilemiyoruz. En iyisi yok olalım, insanlık olarak bitelim diyoruz. Sonra çocukların gözlerine bakıyoruz. Onların gözlerinin içi gülüyor hala. Çok uzaklardan buraya taşıdıkları ışığı görüyoruz. O ışığın bütün insanlar için verilmiş bir nimet olduğunu hatırlıyoruz. Bu kıyamet içinde o ışığı takip ediyoruz. Ve o sıra karşılaşıyoruz gemiyi inşa etmek isteyen başka canlarla. Onlar da kendi mahallesinden, köyünden, kasabasından, şehrinden, ülkesinden yola çıkmış bütün dünyayı saran bu kasırgadan nasıl kurtulabileceğimizin derdinde. Eline birkaç çivi almış biri. Halatları direkleri taşıyanlar var. Yok olmakta olan denizleri, hayvanları, toprakları, insanlığı korumaya çalışıyor elinden geldiğince, aklı erdiğince, fırsatları dâhilinde. Onlarla karşılaşmak tek başımıza olduğumuzu zanneden bizleri de güçlendiriyor. Bu ortak bir rüya diyoruz hayatı yeniden kutluyoruz.

İşte BİFED bu geminin inşasında birkaç çivi çakmak için mücadele verenleri bir araya getiren bir şölen oldu bizim için. 9-13 Ekim tarihlerinde, Bozcaada’da düzenlenen festivalde hem Bodrumlokal’in Tırhandil Ustaları ve Küdür bölümleri gösterildi, hem de ben Gaia Öğrenci Filmleri Yarışması‘nda ilk kez jüri olma deneyimini yaşadım.

Bodrum- Ezine arası 10 saat süren ve sadece 10 dakikalık mola hakkımızın olduğu çılgın bir otobüs yolculuğunu Küdür bölümümüzün başkahramanı Halil Abi’nin efsane hikâyeleri süsledi neyse ki: Sanki başka bir çağdan kalan sünger avcılığı anılarından, köyündeki arazileri hukuksuz olarak kamulaştıran RES’lere karşı verdiği mücadele sırasında tutuklanmasına uzanan…

Gaia Öğrenci Filmleri Yarışması’na seçilmiş 10 filmden biri de Hindistan’da köylerinin tam ortasına kurulan Rüzgâr Enerji Santrali’nde üretilen elektrikten yararlanamayan köylülerin hayatta kalma hikâyesini anlatıyordu. Elektriksizliğin yanı sıra ağır bir kuraklıkla da mücadele eden köyde Bhimrao adında bir köylünün toprağı ve taşları elleri ile kazarak bir kuyu açmasına tanıklık ediyoruz. Kendisine kimse inanmıyor ama o çaresizliğe karşı suyu buluyor. Koyunları dev rüzgâr tribünlerinin gölgesinde otlayan “Gökyüzündeki Köy” filmini seyrederken “Aaa işte bizim köy!” diye heyecanlandı Halil Abi. Sınır tanımayan küresel sömürü zincirinde aralarında binlerce kilometre mesafe bulunan Aagaswadi ile Geriş Köyü’nün ortak hikâyesiydi bu.

Bodrumlokal’in prodüktörü Selva’nın da dediği gibi: “BIFED’de dünyanın her yerinden farklı belgeseller seyrediyoruz, Hindistan’daki bir köyde RES mücadelesinden, aborjinleri korumaya çalışan Sırp bir yazarın hayatına kadar çeşit çeşit hikâyeler. Birileri Bolivya’da HES’lere karşı mücadele ediyor, bir bilim insanı Arjantin’de Monsanto’ya karşı. Seyrederken gözlerimiz doluyor, bazen hüngür hüngür ağlıyoruz. Bu mücadelelerin hepsi evrensel, herkes köyünü, hayatını, gıdasını, doğayı, geleneklerini, mahallesini, mültecileri sistemden korumaya çalışıyor. Bunca belgesel seyrediyoruz, neticede hepsinin konusu aynı. Sistem için biz sadece piyonuz, ölmüşüz yaşamışız onun umurunda değil. Bugünkü savaş da aynı. Gün geliyor rakam bile olamıyoruz.” 

Gaia Öğrenci Filmleri Yarışması’nda gösterilen on filmi iki diğer jüri üyesi Marvin Entholt ve Lalehan Öcal ile 3 gün boyunca didik didik edip tartıştığımız için benim diğer filmleri görme şansım olmadı. Ama ben de öğrencilerin yüklendiği günümüz meselelerinin ağır hikâyelerini anlatma coşkularına tanık olduğum için coştum. Hindistan’dan Almanya’ya, Türkiye’den Küba’ya bugün sinema dünyasına yeni adım atmış bu gençlerin görüntü ve ses kalitesi konusunda ne kadar ilerlemiş olduklarını, yeri geldiğinde profesyonel belgeselcilerden daha iyi işler çıkarabildiklerini görmek beni çok sevindirdi. Fakat bunun yanında geleneksel belgesel dilinden farklı anlatım yolları deneyen ve genç olmanın heyecanı ile bu dili bir adım öteye götürmeye cesaret eden öğrenciler ile karşılaşamadım. Güzel görüntü arayışı hikâyelerin daha derinine girmede sanki bir engel oluşturuyordu seyrettiğim çoğu belgesel için. (Bu gözlem tabii ki bu 10 filmle kısıtlı, genel bir kanı çıkarılacak bir durum değil.)

Pırana adlı yine Hindistan’da çekilmiş ve aşırı tüketim çağında ürettiğimiz çöpler hakkında olan bir Fransız filmi de konusunun sertliği ve meselenin vahimliği açısından beni etkilese de kameranın bu çöplükteki insanlarla arasına koyduğu mesafeyi bir gence yakıştıramadım doğrusu. Bazı filmler tripod ile değil sallanan, şok geçiren, ağlayan, ışığı patlayan, karanlıktan korkmayan bir kamera ile çekilmeli. Hikâye anlatıcısı karakterlerine yaklaşabilmeli, dibine girmeli, onlarla nefes almalı.

Belgesel, çöp toplayarak yaşayan bu kadınlara bu çocuklara bakıp “ne kadar yazık” diye hissettirmek yerine, “bu çöpleri karıştıran küçük kızın en sevdiği müzik ile benim kızınki aynıymış” ya da “şu çöp dağının eteğinde yaşayan kadın tam da benim güldüğüm şeylere gülüyor” dedirtmeli. Çünkü onları sistemin en dibine düşmüş bizden çok uzak kişiler olarak değil de “onlar aslında biziz” diye algıladığımız zaman gerçek bir değişim için gerekli bilincin oluşacağına inanıyorum. Acıma durumunun bizi harekete geçirme kuvveti kısıtlı. İşte biz jüri olarak bu gibi şeyleri tartışırken aynı zamanda da Bozcaada gerçeğini yaşıyorduk.

Yine Selva’nın dediği gibi “Adalı olmaktan kaynaklanıyor herhalde. Burada inanılmaz bir dayanışma var. Herkes birbirini sevmek zorunda değil ama karşılıklı saygı ve nezaket insana kendini güvende hissettiren insan olduğunu, insan yerine konduğunu hatırlatan bir şey. Bu organizasyon kendi içinde kapalı bir organizasyon değil, adalıların da marifeti, hepsi bir ucundan tutuyor elinden geldiğince.”

BodrumLokal’den Kaptan Halil Aktaş gösterim sonrası katılımcılarla söyleşide

Kimi pansiyonunun kapılarını açmış festival misafirlerine, kimi lokantasının yemeklerini… Kimi şarap tattırıyor bu aile geleneğini anlatırken, kimi cebinden binlerce lira vermiş dünyanın her yerinden yönetmenler buluşsun diye. Adları önemli değil kaygıları başka çünkü. Bütün belgesel seanslarını tıklım tıklım dolduran, soru ve yorumlarıyla her filmi sahiplenen, rüya gibi bir seyirci topluluğunun yanında tabii bir de gönüllü gençler var alt yazılardan, teknik konulara, misafir ağırlamaktan sosyal medyaya kadar her şeyin tıkır tıkır işlemesini sağlayan.

BodrumLokal ekibi Kaptan Halil Aktaş, Selva Bayyurt ve Melis Birder, Bozcaada Belediye Başkanı Dr. Hakan Can Yılmaz ile birlikte

BIFED’in kurucu ve yöneticilerinin de güçlerini sadece yerelden alıp böylece tam bağımsızlıklarını koruyup çevre adına verilen bu mücadeleyi desteklemeleri, Türkiye şartlarında büyük cesaret.

Aynı insanlar adalarının doğal yapısını da koruyabilmişler. Bozcaada’da sadece iki “beach club” olması, yeni hiçbir inşaata izin verilmemesi, plastik poşet yasağı ve çöplerin yer altına alınması gibi başarılar, Bodrum’daki çevre mücadelesinin onlardan öğrenecek çok şeyi olduğunun da kanıtı.

Mesela bugün Bodrum’da uluslararası düzeyde düzenlenen en önemli organizasyonlardan 31. ‘The’ Bodrum Cup Yelken Yarışları burada yaşanan çevre katliamları adına mücadele misyonunu terk etmiş gibi gözüküyor. Bodrum Cup koyların ve denizlerin korunmasında farkındalık yaratan birçok projeye imza attığını söylüyor fakat son zamanlarda “luxury lifestyle” gibi lüks tüketim hayat tarzına özendiren büyük şirketler ile de yakın ortaklık içinde.

Bodrum’un el değmemiş nadir koylarından, doğal ve arkeolojik SİT alanı olan Kissebükü’nü imara açan Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un sahip olduğu ETS Tur’a ait otel arazisinin imar planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından da onaylanmış durumda. ‘Luxury’ Lifestyle Bodrum Cup’ın bu hafta düzenlenecek Kissebükü etaplarında bu işgal planına dur demesi planlanıyormuş ama ‘sessiz’ bir şekilde. ETS turun basın ve de organizasyonun sponsorları ile önemli ortaklıkları var tabii. Rengârenk yelkenler ve batan güneş!

Nedense aklıma geçenlerde Google’ın Sicilya’da dünyanın birçok varlıklı ve ünlü isimleri ile düzenlediği iklim krizi toplantısı geldi. Bu ‘duyarlı’ temsilcilerin 114 özel jet ve mega yatlarla adaya gelmeleri ve süper lüks arabalarla etrafta dolaşmaları gibi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirttiriyor işte. Zengin düşmanı değiliz elbet ama galiba Bob Marley’in şu lafına daha yakınız. “Bankada milyon dolar beni zengin yapmaz. Esas zenginlik yaşamdır.” *

Bizim birinciliğe layık gördüğümüz belgeselin adı ise gencecik bir takımın eseri olan Batan Güneşin Yükselişi idi. Yaşı daha yirmileri yeni bulmuş yönetmen Julie Höstle, Atlantik Okyanusu‘nun ortasında, uzak bir Portekiz adasında yaşamı korumak için verilen mücadeleyi anlatıyordu. Şehirlerin artıklarından bu kadar uzak olmalarına rağmen plastik parçaları yedikleri için hastalanan ve ölmekte olan deniz kuşlarını tedavi eden ada sakinleri vardı belgeselde. Ve yaptıkları ameliyatlarla kuşların midelerindeki polietilen parçalarını tek tek çıkaran iki genç kadın haftalarca süren bakımdan sonra bu kuşları yeniden denize bırakıyorlardı. “Hadi bebeğim geç dalgaları” diyordu Yasmin.  “Ben senin için uçamam. Hadi hadi çırp kanatlarını aş dalgaları. Evet evet işte böyle.” 

Doğaya yeniden kavuşan kuşlar biraz sersemlemiş gözükse de uçmayı başarınca öyle bir mutluluk dalgası yayılıyordu ki gözlerinden, işte bu mutluluğun rüzgârı dolduracak mutlaka Nuh’un Gemisi’nin yelkenini de.

* Doğaya, açık ara en fazla zararı varlıklı insanların verdiği, yapılan bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış durumda. Bu konuyla ilgili bir de video var.

>(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.