Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Bir yanlışı düzeltelim: Antroposen değil, Kapitalosen!

0

Yıkımın, yokoluşun “insan yapımı” olduğunu söylemek nedenlerini perdelemeye yarar.

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da “güncel sanat” bağlamında gerçekleşen hareketlilikten, kapılarını açan 16. Bienal’den, Contemporary gibi bir sanat fuarından, yeni müzelerden, sanat mekanlarından söz etmiştim. Bu yazıda “Antroposen Çağı” teması çerçevesinde gerçekleşen 16. Bienal ile BM İklim Zirvesi ve 20 Eylül’de küresel ölçekte bir dalga gibi  yayılan “İklim Grevi” gibi konuların nasıl ilişkisel bir bağlam oluşturduğunu tartışmaya çalışacağım.

16. Bienal’in üzerine temellendiği tema, “Antroposen Çağı” ne anlama geliyor? İnsan yapımı, insan merkezli olan bir dönüşüm anlamına geliyor. Planetin yaşadığı dönüşümün, küresel ısıtmanın, canlı türlerinin yok oluşunun, su kaynaklarının tükenişinin, doğanın geri dönülemez bir şekilde tahribinin insanın jeolojik bir güç haline gelmesine bağlı olduğuna, yaşanan değişimin bunun sonuçları olduğuna işaret ediyor.

“Antroposen Çağı” kavramı görüldüğü gibi, hem tanımı, hem de tarihi itibarıyla tartışmaları da beraberinde getiriyor.

Örneğin bu çağın tarım toplumuna geçildiğinde başladığını iddia edenler var. Dünyanın eko-sistemi üzerindeki insan etkilerini Amerika’nın keşfinden sonra da gözlemlemek olası. Elbette ki şeyleştirici  köleleştirici düzenin, kapitalizmin hakim hale geldiği 19. yüzyıldan sonra, Sanayi Devrimi ile başladığını da söylemek mümkün. Ancak kontrol edilemeyen, çığrından çıkan gelişmelerle, felaket alametleri ile Neo-liberal koşullar içinde bu çağın tanınır ve görünür hale geldiğini, farkındalığın gerçekleştiğini söylemek de mümkün. Nasıl teşhis edilirse edilsin, bu çağı asıl karakterize eden şey, politik ve entelektüel alanın, karar verici mekanizmaların güç ve imtiyaz grupları tarafından ele geçirilmiş ve gelişmelerin onların istedikleri yönde olması.

Şeyleştirici şiddet insan yapımı mı? 

Şeyleştirici şiddet insanlık tarihi boyunca her zaman oldu. Ancak kapitalizmin çok daha yaygın bir sömürgeleştirme, köleleştirme rejimi olduğu söylenebilir. Sorun bu şiddetin yalnızca semptomatik bir şekilde algılanması. Kapitalizm bugüne kadar yalnızca parasal sermaye, ekonomi üzerinden tanımlanmaya çalışıldı. Oysa temelindeki sembolik şiddet, gayrı-maddi sermayenin yarattığı yıkımlar “muhalefet” tarafından kimi zaman göz ardı edildi. Çünkü gayrı-maddi sermaye asıl büyük şiddet kaynağı olarak kendisini gizledi ve bilme biçimlerini, muhalefeti koşullandırdı. İtirazların sistemin dışına çıkmasını engelledi. Böylece yalnızca insan olmayanlar değil, insan olanlar da bu rejim içinde şeyleştirildi, kırımlara uğradı, şiddet gördü. O zaman yaşanan bu şiddeti “insan yapımı” olarak adlandırmak mümkün mü?

İşte bu nedenle gayrı-maddi sermayenin dikkate alınması kesin bir zorunluluk. Althusser’in “iktidarın ideolojik aygıtları” dediği ve eşitsizliği yeniden üreten kurumlar dikkate alınmadan, sorunu yalnızca yöneticilerin mizaçlarına, niyetlerine, tercihlerine bağlamak, sorunları onların yarattığı bilme ve tanıma biçimleri içinden görmek, aldatıcı.

Örnek verelim: İstanbul’a yaşam veren Kuzey Ormanları yapılaşmaya açılıyor. Merkezi yönetim tarafından 3. Köprü, 3. Havalimanı gibi imar spekülasyonu amaçlı ulaşım kararları veriliyor. Bir takım uzmanlar da kapalı ilişkiler içinde ve şeyleştirici yöntemlerle İstanbul için planlar hazırlıyorlar. Böylece güç sahipleri kendi ayrıcalıklarını, imtiyazlarını yeniden üretmek için bu kararların bu şekilde, bir şiddet rejimi içinde gerçekleşmesi için bildiklerini, yani ellerinden geleni yapıyorlar. Bunun “insan yapımı” olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu kararları bu projelerde çalışan işçiler, emekçiler mi veriyor?  Peki o zaman bu gelişmenin neresi “insan yapımı”? İnsan bunun neresinde?

Bir uçak bir yolculukta 40 ton yakıt harcıyor. Uçaktaki bir yolcu, kendi ağırlığının bir kaç katı yakıt tüketiyor, daha kirletilmemiş bir alanda tatil yapabilmek için. Yalnızca 3. Havalimanı’nda pistteki turlarda, yapıların ısıtılmasında, iklimlendirilmesinde, elektrikli merdivenlerde harcanan enerji, diyelim ki hızlı raylı sistemlerle aynı yolculuğu yapmaya yetebilir. Ulaşım politikaları geliştirilirken bunlar dikkate alınıyor mu? Bir de özendirici fotoğrafları ile basında yer alan özel uçak yolculuklarını düşünelim. Zenginler, önemli politik şahsiyetler kendi ağırlıklarının yüzlerce misli yakıt tüketiyorlar, kısa süreli yolculuklar için dahi. Hiç düşündünüz mü? Tüketimi sınırlandırmak için içkilere yüksek vergiler koyan hükümetler, uçaklarda ve yatlarda yakıt tüketimini teşvik etmek için neden sübvansiyonlar uyguluyorlar?  

Kentsel dönüşüm adı altında sağlam binalar yıkılırken, dünyanın molozu üretilirken, çimento üretiminin teşvik edilmesi ne anlama geliyor? Bizzat Bienal’in de geçmişte yer aldığı sapasağlam binaların, Antrepolar’ın yerin altına 10 metre inmek için yıkılması neden gerekli? Bu yapıların tıpkı bir duvar gibi şehrin merkezini kapatması, 30 senedir ise hiç kullanılmadan bırakılması, şehrin kamusal hayatına katılamaması bile ayrıca inşaat maliyetini aşan büyük bir kayıp değil mi?

Ama pardon! Bunları bu bağlamda konuşamazsınız! Hemen yanıbaşında yer alan Türkiye’nin en eski mimarlık ve sanat kurumu, “güncel sanat”ı önemseyen hayırseverlik vakıfları, ya burada yer almayacaklar, ya da bağımsızlıklarından vazgeçecekler. Görüldüğü gibi “güncel sanat”ın seçkinlerin bir uğraşı, ilgi alanı gibi gösterilmesine teslimiyetinin koşulları gayet maddi.

“Güncel” kavramının bir tarz, bir üslup gibi gösterilmesi, ehlileştirilmesinden başka ne anlama gelebilir?

“Güncel sanat”ın hayırseverlik alanına ya da piyasa alanına izole edilmesi kendi başına bir sorun değil mi? Bu ne anlama geliyor? Öncelikle bilme ve tanıma biçimlerinin de sisteme, şeyleştirici şiddet rejimine dahil olmasına!

Tıpkı “insan yapımı” gibi, “güncel sanat” da burada sorunu perdeleyici bir işlev görüyor.

Neo-nasyonalistlerin dünyası imtiyaz alanları yaratmaya ve kendi halkını sömürmeye dayanıyor. Bunun karşısında küresel sermaye var ve buna karşı “güncel sanat”la direniyor gibi gözüküyor. Faşizme karşı “özgür” dünya özellikle kültür alanındaki girişimleri ile, kendisini kapitalizm dışı kurumlarla aşıladı. Çünkü yıkımlar, felaketler sonrasında saf kapitalizmin, faşizmden başka bir şey olmadığı zannedersem biraz olsun anlaşıldı.

İşte bu nedenle Türkiye’de “güncel sanat”tan söz edilecekse, bunun “milli ve yerli” bir anlamının olmadığını söyleyebilirim. Ama şöyle bir anlamı olabilir: Bu aldatmacının yıkımdan, felaketten başka bir sonucunun olmayacağını tahmin etmek mümkün. Hayırseverlik alanına izole edilen, müzelere kapatılan, kendi bulunduğu alana bile dokunmayan “güncel sanat” ile kitleleri şiddet koşullarındaki hazıryapımlara, travmatik kimliklere hapseden politikalar arasında bir gizli anlaşma olduğunu bile düşünebiliriz. Çelişkileri, uzlaşmaları ve birbirini desteklemeleri ile farklı yapıların iktidar alanını paylaşmaları işte böyle bir şey.

Görüldüğü gibi gayrı-maddi sermayenin sinsi bir işlevi var: Bilme ve tanıma kabiliyetini kendi içinde işleyebilmesi. Bu durumda farklı olanı, kendi karşıtını dahi kendi görüntüsüne dahil edebiliyor, üretebiliyor. Bu yüzden dünyanın sorunlarını görebiliyor gibi oluyoruz. Ama bu sorunları kapitalizmin nasıl yarattığını, nedenlerinin neler olduğunu, nasıl işlediğini, açıkçası ne yaptığını göremiyoruz. Bu yıkımın insanın bir özelliği olduğunu söylemek gibi bir şey. Oysa yıkımı neyin yarattığını biliyoruz: Kapitalizm, iktidar şiddeti, şeyleştirme… Yıkımın, yok oluşun “insan yapımı” olduğunu söylemek, nedenlerini yalnızca perdelemeye yarıyor.

Dolayısı ile “güncel sanat”, yalnızca geleneksel sanat formları, ya da kapitalizm öncesi olan üretim tarzları ile olan farkı ortaya koyan bir sanat tarzı değil. Tam tersine, kapitalizm sonrası, modernleşme içindeki şeyleştirici, otomatikleştirici şiddeti gösteren, bunun üzerinin örtülmesine karşı direnen, onun koşulların farkındalığı ile hareket eden, yaşamı canlandıran bir sanat yapma formu. Bu yüzden güncel sanatın ve ilgilendiğimiz şekliyle kitleleri kapitalizmin böylesindeki bir sahne illüzyonundan kurtarmayı değil, daha çok gayrı-maddi sermaye içinde yer alanların, sanatçıların, mimarların ne yaptığını, yani eylemsellik biçimlerini ilgilendirdiği kanısındayım.

(Yeşil Gazete)

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.