Günün ManşetiHafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

‘Radyasyon var diyen dinsizdir’: Çernobil, dizi, bitmeyen felaket

0

‘Varacağım nokta şu: Belki de Çernobil’i tek seferlik “bir kaza” olarak düşünmemek lâzım. Radyoaktif madde üreten ve bunu bazen bilerek, bazen bilmeyerek çevreye saçan bir medeniyetin, yani daha geniş bir zincirin halkalarından biriydi Çernobil.’

1986-1990 yıllarında içi etle dolu olan bir tren, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin muhtelif şehirleri arasında dolaşıp durdu. Bakü’ye gönderildi, geri geldi. Erivan ve Tiflis’te de yükünü boşaltmasına izin verilmedi. Moskova zaten bir seçenek değildi, çünkü trenin oraya gönderilmemesi tembihlenmişti. Özetle, trendeki yaklaşık 60 ton eti kimse almak istemiyordu. Çünkü etler radyasyonluydu.

Çernobil’in ardından, civarda yaşayan 100 bin hayvan alelacele kesilmiş, ama imha etmeye kıyılamamıştı. Malûm, et zor bulunan bir gıda, özellikle de o dönemin şartlarında. Onun yerine etler, radyasyon oranları ölçülerek üç gruba ayrıldı. Düşük ve orta radyasyonlu etler, radyasyonsuz etlerle karıştırılarak (yani ortalama düşürülerek) sofralara sürüldü. Yüksek oranda radyasyonlu etler ise donduruldu. Maksat, radyasyonun geçmesini beklemek, sonra da etleri yeniden kullanıma sokmaktı. Fakat kimse bu etlere talip olmadığı için, derin donduruculu tren hedefsiz bir şekilde oradan buraya hareket etmek zorunda kaldı. Nihayet 1990 yılında, yani tam dört yıl sonra bu ölümcül kargonun gömülerek imha edilmesine karar verildi (Brown 2019).

Birazdan benzer uygulamaların devam ettiğini, ortalamalarla yürütülen ticareti anlatacağım. Ancak asıl vurgulamak istediğim şu: Çernobil’deki nükleer santral felaketinin etkilerini, neler yaşandığını bugün bile tam olarak bilmiyoruz. Bir sürü hikâye hâlâ anlatılmayı bekliyor. Devletlerin-kurumların olan biteni gizlemek, üstünü örtmek için olağanüstü çaba sarf ettiği, arşivlerin silindiği yahut hiçliğe terk edildiği bir olaydan bahsediyoruz. Sadece Sovyetlerin değil, tüm dünyanın elbirliği ile olayın üstünü örttüğünü söylemek yanlış olmaz. Ölü sayısı bile hâlâ ihtilaflı. Birleşmiş Milletler’in ilk dönem kayıtlarına göre olayda 35-54 arası insan öldü, uzun vadede de 4000 kişi daha ölecek diye öngörüldü. Sovyet resmî kaynakları da kaybın onlu hanelerde olduğunu ileri sürdü. Dünya Sağlık Örgütü yetkilileri olayın hemen ardından bölgeye gidip, 10 günlük bir araştırmanın sonucunda “radyasyon seviyesi iki-üç katına kadar çıksa bile sorun edecek bir durum yok” diye beyanat verdi. Bir lobi grubu olan Dünya Nükleer Enerji Birliği, bugün hâlâ iki kişinin olay esnasında, 28 kişinin ilk üç ayda, 19 kişinin ise 2004’e kadar uzanan bir dilimde öldüğünü iddia ediyor. Yani toplam 59 kişi telaffuz ediyor. Aynı kaynakta çocuklardaki tiroit kanserinin önemli oranda artmış olduğu sayı verilmeden teslim edilse de bunun Çernobil’le ilişkisinin “kuşkulu” olduğunun altı çiziliyor. Keza Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu da açığa çıkan radyasyonla kanser arasında doğrudan bir bağlantı kurulamayacağını söylüyor.

Oysa sadece Ukrayna’da 35 bin kadının, kocalarının Çernobil’le bağlantılı ölümünden ötürü tazminat aldığını biliyoruz. Altını çizmek istiyorum: Bu sayının içinde ölen kadınlar, çocuklar, bekâr erkekler yok. Üstelik sadece Ukraynalılar…

Ölünse de kalınsa da..

Ölenlerin toplam sayısı hakkında şu noktada ancak tahmin yürütülebilir; ama 100 bini, hattâ 150 bini geçtiği düşünülüyor. 59’la ilgisi yok. Üstelik radyasyon sadece ölüme veya kansere sebep olmuyor; oto-immün hastalıklara; solunum yollarında, sindirim sisteminde, kalpte, hormonlarda, kemik yapısında tahribata; bebeklerin ölü doğmasına ve/yahut mutasyon geçirmesine yol açıyor. Organları olmayan veya muntazam çalışmayan bebekler rahme düşüyor. Ölünse de kalınsa da acı dolu bir yaşam sürdürülüyor. Üstelik bu sorunlarla boğuşan insanlar, Sovyetler dağılınca kendi kaderlerine, daha doğrusu piyasaya terk edildi.

Yukardaki arızaların hepsini bilimsel olarak doğrudan Çernobil’e bağlamak mümkün olmayabilir. Ne de olsa kanseri tetikleyen birden çok sebep var. Ancak yine de yukarda bahsi geçen ve olayı daha ziyade  karanlıkta bırakmayı hedefleyen demeçlerin başka bir boyutu var. Gösterilen bu çabaya dair ancak akıl yürütebiliriz: İki kutuplu dünyanın hassas dengeleri, halkın paniğe kapılmasını engellemek, diğer yerlerdeki nükleer santrallere veya yapımı devam edenlere karşı olası bir kampanyanın önüne geçmek, büyüme hedeflerinden şaşmamak….

Patlamadan etkilenen bölgelerin neresi olduğu bile bugün kamuoyunda tam olarak bilinmiyor. Güney Belarus’ta en az Çernobil’in yakın çevresi kadar radyoaktif ikinci bir bölge daha var mesela (aşağıdaki harita). Olayın hemen akabinde esen rüzgârların sonucu. Otoritelerin başından beri durumu bilmesine rağmen, insanların orada yaşamaya devam etmesine göz yumuldu. Zira devletler böyle büyük felaketler karşısında her bir insanı tehlikeden gerçekten kurtarmaya değil; kamuoyunu yönetmeye, skandalı örtmeye öncelik veriyor. 1989’daki durumu gösteren aşağıdaki haritaya bir daha bakın:

Vadiden vadiye farklar var; radyasyon eşit dağılım göstermiyor. Gazeteler bu önemli detayı söylemeden, insanların bölgeyi terk etmesiyle yaban hayatının arttığına dair haberler yapıyor. İşin turizmi bile var. Sanki radyasyon o kadar da etkili değilmiş gibi, 20-30 senede her şey normale dönüyormuş gibi…

Çernobil: İnsanlar gidince ortaya çıkan yaban hayat sığınağı.

Oysa yaban hayatı nerede çoğalabiliyor, nerede sona eriyor; çok iyi etüt etmek lâzım. Tüm bu haberlerin yanıltmaya yönelik bir tarafı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Maksat bu değilse de etkisi bu. Yıllar önce kesilen ağaçların çürüyemediği, hâlâ olduğu gibi durduğu yerler var. Sebep, mikro ölçekteki hayatın (böceklerin, bakterilerin) yok olmuş olması. Bekleneceği üzere, turizm sayfaları bu bölgelerden bahsetmiyor.

Malûm, Türkiye’de de bu olay ciddiye alınmadı; üstü hızla örtüldü. Birileri çay içip aklınca radyasyonun olmadığını ispat etmeye çalıştı. Karadeniz’e kıyısı olan yerlerde hızla artan kanser vakaları dedikodu olarak kaldı, sayılar kamuoyuyla paylaşılmadı.

Ben bunu uzun yıllar Türkiye’ye has bir “rezillik” olarak düşünmüştüm; ancak olmayabilir. Japonya’da, Fukushima’daki büyük nükleer felaketin bile (2011) en başta üstü örtülmeye çalışıldı. Çekirdeğin erimiş olduğu ancak iki ay sonra kabul edildi.

Varacağım nokta şu: Belki de Çernobil’i tek seferlik “bir kaza” olarak düşünmemek lâzım. Radyoaktif madde üreten ve bunu bazen bilerek, bazen bilmeyerek çevreye saçan bir medeniyetin, yani daha geniş bir zincirin halkalarından biriydi Çernobil. Hiroşima ve Nagazaki’nin; güya boş topraklarda, okyanuslarda yapılan nükleer denemelerin; var olan yaklaşık 450 santralden oluşan büyük bir zincirin parçası…

Bikini Adalarındaki nükleer deneme- 1946

Bugün pek çok yerde, Amerika-İngiltere-Japonya’daki reaktörlerde bile sızıntılar, patlamalar oluyor. Çoğu zaman duymuyoruz. Çernobil’in sonrasında olanları yahut hâlâ devam eden nükleer felaketler zincirini de bilmiyoruz. Örneğin bugün o civarda hâlâ her ağaç yandığında ciddi miktarda radyasyon açığa çıkıyor; çünkü ağaçlar, otlar, toprak depo gibi. Felaket, on yıllar sonra açığa çıkan radyasyonla beraber bir daha, bir daha yaşanıyor. Yöredeki ahududuları toplayıp satan insanlar önce ölçüm yapıyor; yüksek radyasyonlu yemişleri kanunen “güvenli” eşiğin altına çekmek için diğer ahududularla karıştırıp Avrupa-Asya pazarına satıyor. Marmelat olarak yiyoruz. Felaket olduğu yerde durmuyor, çeşitli kanallar üzerinden hareket ediyor ve bir türlü sona ermiyor.

Yakın zamanlarda çok ses getirmiş HBO’nun Çernobil dizisi (oldukça etkileyici bir dizi olduğunu belirteyim) işte tam da bu hususları ıskalıyor. Köhne Sovyet rejiminde “yaşanmış ve bitmiş” bir ”kazayı” dünyanın diğer yerlerindeki nükleer sızıntılardan, felaketlerden hiç bahsetmeden anlatmayı başarıyor. Dünü dünde bırakıyor, geçmişle bugün arasına bir çizgi çekiyor. Dizinin yol açtığı tartışmadan istifade eden ABD’deki Nükleer Enerji Enstitüsü (NEI) Sovyetlerdeki reaktörlerle ABD’deki reaktörlerin farkını anlatan ve bu felaketin ABD’de asla yaşanamayacağını iddia eden bir beyanat verdi yakın zamanlarda mesela. Suç, at gözlüğü takmış bürokratlara ve eski teknolojiye atılmış oldu. “Burası” ve “orası” arasına yine kalın bir çizgi çekildi. Dizinin en sonunda (5. bölümün sonu) olayın devamı orijinal görüntüler ve altyazılar eşliğinde anlatılırken, Amerika’daki sızıntılardan bahsetmek yahut Japonya’dan bir görüntü eklemek bile işin rengini değiştirirdi. Fakat yine de tartışmanın geldiği bu nokta bana göre dizinin başarısızlığından çok (ki dizi pek çok açıdan gayet iyiydi), nükleer lobisinin motivasyonunu gösteriyor.

Toparlayayım: Plütonyumun yarılanma süresi 24 bin yıl. Bu tarz bir atığın gelecek 24 bin yıllık süreçte güvenle muhafaza edileceğinin garantisini hiçbir kurum, hiçbir devlet veremez. 24 bin yılı geçtim, 10 bin yıl önce insanlığın durumunu düşünün. Ortada devlet bile yoktu.

Los Alamos/New Mexico’da 1957’den beri nükleer atık deposu olarak kullanılan ve “G Bölgesi” (Area G) diye anılan bir yer var. Buraya her sene 100 milyon dolar harcanıyor. 2070’e kadar bütçesi çıkmış; ancak raporlarda tedbirin kalkması için öngörülen süre 3046 olarak geçiyor (Masco 2010). Şimdi 2019’dan 3046’ya ulaşıncaya kadar içinizden yüzer yüzer sayın.

2700’lerde ben gülmeye başlıyorum, ya siz?

Okuma önerileri

Bu yazıdaki bilgilerin önemli bir bölümü konuyla ilgili çalışan Profesör Kate Brown’dan geliyor. Kendisini Talinn’deki bir konferansta dinleme imkânı buldum, hemen yazılarını/kitabını okumaya giriştim. Hararetle tavsiye ediyorum.

  • Brown, Kate. 2019. Manual for Survival: A Chernobyl Guide to the Future. Allen Lane.

Japonların atom bombasından sonra nükleer santral kurmayı nasıl kabul ettiklerine dair:

  • Brown, Kate. 2017. “Marie Curie’s Fingerprint: Nuclear Spelunking in the Chernobyl Zone.” Arts of Living on a Damaged Planet, kitabının içinde. M91–105. Minneapolis and Londra: University Press of Minnesota.
  • Konuyla ilgili Pınar Demircan’ın yazısı burada. Diğer yazılarını da Google’dan bulabilirsiniz.

Yazıda geçen Los Alamos’la ilgili:

  • Masco, Joseph. 2010. “Mutant Ecologies: Radioactive Life in Post-Cold War New Mexico.” Global Political Ecology, kitabının içinde, (der.) Richard Peet, Paul Robbins ve Michael J. Watts, 285–303. Londra; New York: Routledge.

Türkçe okumak isteyenler:

  • Cohen, Martin ve Andrew McKillop. 2016. Kıyamet Makinesi. İstanbul: İletişim Yayınları.

(Yeşil Gazete)

 

 

 

 

 

You may also like

Comments

Comments are closed.