Dış Köşe

12 Eylül ve ‘yurttaşlığın’ süregiden imhası – Murat Sevinç

0

İdeal olan dışındaki herkes, bedbaht, bölücü, terörist, anarşist… Peki halk? Ah harika! Halk, işçiler, öğrenciler, dağlar kızı “Heidi” suretinde. Masum, iyi niyetli, altın kalpli, vatansever. Gel gör ki iyi niyetli halkın bir kısmı hainler tarafından kandırılarak kötü yola düşürüldü. İyi kalpli işçiler greve zorlandı. Altın kalpli öğrenciler kamplara ayrıldı. Sonuç?

Bugün 12 Eylül. Darbenin 39’uncu yılı. Darbeci generallerin hiçbiri hayatta değil artık. Son ikisine hasta yataklarında “hesap sorulur gibi” yapıldı. Dostlar alışverişte görsün niyetiyle hazırlanmış vahim bir iddianame ile yargılandılar.

Bugünden bakıldığında, darbecilerin pek çok konuda son derece başarılı olduklarını, darbenin hedefine ulaştığını görmek mümkün. Kurdukları hukuk sistemi büyük ölçüde yürürlükte, tercih ettikleri hükümet sisteminin ise daha beteriyle yönetiliyoruz. Dönemin, siyasi alanı belirleyen “temel” yasaları pek az değiştirildi. Türkiye siyasetine yön veren yüzde 10’luk seçim barajı garabetine dokunulmadı. Darbenin alameti farikası olan seçim barajına canhıraş biçimde sahip çıkmak, bir mahcubiyet nedeni olmaktan da çıktı üstelik. Zira herhangi bir nedenden “yüz kızarması” pek revaçta değil artık toprağımızda.

Büyük sermaye/TÜSİAD destekli 12 Eylül rejiminin bu ülkeye kötülüklerini saymakla bitirmek mümkün mü? İnsani, kurumsal, hukuksal… Toplumda neden olduğu tahribat? Sol-emekçi hareketlerin üzerinden silindir gibi geçerek kapıları azgın kapitalizme ve sonu siyasal İslam’a varan siyasete açması? Tüm bu marifetlerin de, Atatürk’ü ağızlarından bir an olsun düşürmeyenlerce gerçekleştirilmesi! Bugünün siyasal İslamcı güruhu, darbeci generallere, İhsan Doğramacı’ya, burnundan kıl aldırmazmış gibi yapan namlı sermayedara çok şey borçlu.

Bu yazıda derdim, zaten herkesin bildiği 12 Eylül’ün muhasebesini yapmak değil. Tek bir metni (konuşmayı) bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Darbecilerin sonrasında yapacaklarının peşrevi olduğu için değil yalnızca, aynı zamanda bugün karşı karşıya olup sıklıkla şikâyet ettiğimiz yurttaş profilinin kökeni hakkında da fikir verdiği için.

1961 Anayasası da bir darbe ardından hazırlanmıştı ancak gerek iki darbenin nitelikleri ve sınıfsal kökeni, gerekse sonunda ortaya çıkan anayasalar arasında köklü farklılıklar vardı. Sevapları günahlarıyla karşılaştırılmayacak kadar çok olan 1961 Anayasası hakkında Bülent Tanör’ün, “siyasallaştırıcı, hukuksallaştırıcı ve sosyalleştirici” etkileri olduğu yönündeki yorumunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Özellikle temel hak ve özgürlükler ile özerk kurumlara dair düzenlemeler yurttaşta bir “hak bilinci” yaratmaya yönelikti. Örneğin anayasacılığımız sosyal haklar demetiyle ilk kez (1924 Anayasası’ndaki bir düzenleme sayılmazsa) tanışmıştı. Öyle ki, sosyalist TİP’in Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar dahi, partisinin siyasetinin/ideolojisinin anayasal sınırlar içinde ve meşru olduğunu anlatabilmek için sıklıkla Anayasa’nın hak ve özgürlükler rejimine vurgu yapmak gereğini hissetmişti.

Türkiye sağı, 1960’ların sonundan itibaren anayasa aleyhine propagandaya başlamış, tüm siyasal açmazların sorumluluğunu, ayak bağı olarak gördükleri anayasal kurumlara yıkmıştı. Bu nedenle, 12 Mart’ta Süleyman Demirel “şapkasını alıp” gitmişti gitmiş olmasına, fakat muhtıracıların önayak oldukları anayasa değişikliklerinin neredeyse tamamı, AP’lilerin (Adalet Partisi) taleplerine uygundu. 12 Mart, 12 Eylül’ün sade sayılabilecek bir provasıydı.

12 Eylül’ün mimarı cuntanın 1961 Anayasası’na duyduğu nefret boşuna değildi anlayacağınız! Öyle bir nefret ki, örneğin TBMM’nin yetkilerini kullanan MGK’nin (beş kişiden oluşan konsey) elinde, anayasayı “yasa” çıkararak değiştirme imkanı varken, aldıkları bazı “kararları” dahi değişiklik kabul etmişlerdi. Anayasayı/hukuku ‘aşağılamak’ için.

İşte hatırlatmak istediğim konuşma/karar, darbecilerin “gönlündeki” anayasanın içeriği hakkında fikir verirken, aynı zamanda sermayenin ve faşizan zihniyetin rahatsızlık duyduğu konuların dökümünü görmek açısından da son derece yararlı. Kenan Evren’in, 12 Eylül 1980 cuma günü “Genelkurmay ve MGK Başkanı” sıfatıyla “Türk milletine” yönelik konuşması.

Konuşma, Resmi Gazete‘nin (RG) aynı günlü nüshasında yayımlanmıştır. (Mükerrer- 17103) Evren’in konuşmasını okumayı ola ki bugüne dek ihmal eden “daha genç” arkadaşlarımız varsa, RG arşivine girerek şöyle bir göz atmalarını öneririm. Konuşma baştan sona nasıl bir insan tipi yaratılmak istenildiğine dair çokça ipucu barındırıyor. Bana kalırsa metnin geneline hâkim olan düşünce, yurttaşa kesinlikle yurttaş muamelesi yapılmasının reddedilmesi! Halimiz düşünüldüğünde darbecilerin başarısız olduğunu söylemek mümkün mü?

RG’deki metin beş sayfa. Kolay değil tabii, anayasal sistemin bütünüyle ortadan kaldırılmasına bir gerekçe bulmak. Evren, “kardeş kavgasını” anlatır öncelikle. Nasıl da “tutan” bir ifade değil mi? Oysa olan kardeş kavgası değil, komando kamplarında eğitilen ve arkasına devlet desteği alanların, “sola” saldırıp yok etmeleri talimatıyla hareket etmesiydi. Aynı devlet, adeti olduğu üzere o dönem kullandığı saldırganlardan bir kısmını daha sonra yüzüstü bıraktı. Her neyse, asıl konu bu değil…

Kenan Evren, terör ortamının nasıl doğduğunu, ülkenin sürüklendiği felaketi, siyasetçilerin yani sivillerin basiretsizliğine yaptığı vurgu eşliğinde anlatır. Siyasetçiler: “Türk Devletinin niteliklerine ters düşen gizli ve açık emeller arasında kaybolup gitmiştir.”

Darbecilere göre, anayasa, hukuk devleti vs. denilerek devletin bekası görmezden gelinmiştir. Yani Evren, hukuka “teferruat” muamelesi yapar! Tanıdık geldi mi bir yerlerden? Bakın ne diyor, hukuk ve yurttaş hakkında:

“Ağızlarından düşürmedikleri hukuk devleti kavramı bir kısım anayasal kuruluşlarca devletin parçalanması pahasına da olsa yalnız kişilerin müdafaası olarak yorumlanmış, devletin ve milletin savunulması ise sahipsiz kalmıştır.”

Çok açık niyet beyanıdır bu. Devlet, kişilere karşı korunmalıdır! Aslolan onun bekasıdır. Klasik burjuva demokrasisinin “yurttaş hakları” ilkesinin ters yüz edilmesi. Yurttaş, kendi emeği ve vergisiyle var olabilecek bir örgütlenmenin varlığına, kendi çıkarlarından daha fazla önem vermeli. Her şey devlet için. Günümüzde AKP’ye en muhalif yurttaş kesimlerinin dahi, özenle hükümet-devlet ayrımı yapıp “biz devlete değil AKP’ye muhalifiz” tepkisinde ısrarı boşuna mı?!

“Türkiye’de yurttaş olduğunun farkında olan yurttaş yoktur” derken anlatılmak istenen bu işte. Devletine adanmış, bu adanmışlık üzerine yaşamı boyunca bir kez olsun kafa yormamış, kafa yorma ihtimali milli eğitim tornası tarafından kusursuz biçimde engellenmiş bir insan kalabalığı. Haliyle anayasa, bizi devlete karşı koruyan değil, devlete sadakati örgütleyen bir metin! (“Düşünce suçları” olarak adlandırılan saçmalık, başka yazıda ele alınacak.)

Yurttaşı güvence altına alabilecek temel ilkelerden biri olan “güçler ayrılığının” ve “özerk kurumların” hakkını şu şekilde veriyor darbeciler:

“Anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesinin birlikte getirdiği sorumluluk, uygulamada kuvvetler çatışmasına dönüştürülmüştür… bir kısım gerçeğe uymayan özerklik, dar görüşlü, sahibinden başkasının inanmadığı bilimsellik ve koşulları dikkate almayan salt hukuk savunucuları, yıkılacak devletin enkazı altında kalacaklarının, yok olup gideceklerinin idrakinde olmadıkları görünümü vermişlerdir…”

Diyor ki darbeciler; hukuk, bilimsellik gibi hevesler, eğer söz konusu vatansa teferruattır! 39 yıl önce.

Bütün metni anlatmayacağım kuşkusuz. Başından sonuna ideal devlet, hukuk ve yurttaş resmediliyor darbeciler tarafından. Her darbecinin, her faşistin zihninde bir ideal ve ona uymayanlar, uyması gerekenler vardır malum ve 12 Eylülcüler bunun kusursuz bir örneği.

İdeal olan dışındaki herkes bölücü, terörist, anarşist… Peki halk? Ah harika! Halk, işçiler, öğrenciler, dağlar kızı “Heidi” suretinde. Masum, iyi niyetli, altın kalpli, vatansever. Gel gör ki iyi niyetli halkın bir kısmı hainler tarafından kandırılarak kötü yola düşürüldü. İyi kalpli işçiler greve zorlandı. Altın kalpli öğrenciler kamplara ayrıldı. Sonuç?

“…devletin saygınlığı yavaş yavaş erimeye mahkûm olmuş ve dolayısıyla ve ülkemizde tam bir otorite boşluğu teşekkül etmiştir.”

O zaman otorite yeniden tesis edilmeli ve devlet saygınlığı yurttaş aleyhine sağlanmalıdır. Bunun için ezilmesi gerekenler olacaktı kuşkusuz. “Sapık ideolojik amaç sahipleri,” “Enternasyonali söyleyenler,” “Türk milleti gerçeğini unutanlar,” “çalışkan ve vatanperver Türk işçisini tahrik edenler” vesaire… Siyasal alanda, sol düşünceye dair ne var ne yok, darbecilerin hedefindeydi.

Üzerine sayfalarca yazılabilecek bir metindir söz konusu olan. Rejimin nitelik ve niyetini açıkça ilan eder. Kötürüm yurttaş yaratmak, “sağcılaştırmak,” başlıca hedeftir. Büyük ölçüde başarılmıştır. Günümüz ortalama yurttaşı, 12 Eylülcülerin hayalindeki insan ve yurttaş tipidir.

Yazı, eğer kazara okuyan varsa CHP yönetiminden birilerini mutlu edecek bir sözcük tercihiyle bitsin:

12 Eylül 1980 “aksiliği,” bugün tüm canlılığıyla sürüyor. Yurttaş tipinin, ideal olanın, insanın, kurumların, partilerin, iktidar ve muhalefetin sınırlarını 12 Eylül çiziyor, hâlâ. Kuşkusuz yeni olana, doğmakta olana mağlup olacak, buna hiç kuşku yok. Buna mukabil henüz hayatta ve nüfusun kahir ekseriyeti aslında henüz birer 12 Eylülcü…

(Gazete Duvar’dan alınmıştır.)

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.