Dış Köşeİklim KriziManşet

‘Korkutucu’ rakamların gölgesinde iklim göçleri: Kriz mi fırsat mı? – Bulut Bagadır

0

İnsan hareketliliğinin başlıca nedenlerinden biri olan iklim değişikliği kapıdan içeri girdi. Yayımlanan farklı raporlar, milyonların iklim değişikliği nedeniyle göç edeceğini söylerken yaratılan “korku” iklimi bunun arkasındaki nedenleri görmezden geliyor, iklim adaleti kavramına ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Evet, insanlar yaşamak için göç etmek durumunda. Ancak zaten insanlık tarihi insan hareketliliği üzerine kurulu değil mi? Peki insan hareketliliğini sadece bir kriz olarak mı ele alacağız? Bu korku ve endişe çağında gözden kaçırdıklarımız neler? Önümüzde cevaplamamız gereken gerçekten çok soru var…

İnsanlık tarihi bir nevi insan hare­ketliliği üzerine kurulu. Savaşlar, kay­naklara erişim, gıda güvensizliği, terör, siyasi istikrarsızlık, ekolojik dengenin bozulması… Özellikle 2011 yılından bu yana devam eden Suriye krizi ve bu krizin ardında iklim değişikliğinin bu­lunduğu savı, iklim değişikliği ve göç konusunu başta politik alanda olmak üzere yeniden gündeme taşıdı. İklim değişikliği ve göç tartışılırken ortaya bazı rakamların atıldığını görüyoruz.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yük­sek Komiserliği (UNHRC) verilerine göre 2008’den beri her yıl ortalama 21,5 milyon insan sel ve kuraklık gibi afetlerden dolayı göç etmek zorunda kalıyor.

Dünya Bankası’nın geçtiğimiz yılın mart ayında yayımlanan raporu, iklim değişikliğinin 143 milyondan fazla in­sanı 2050 yılına kadar “iklim göçmen­lerine” dönüştürerek mahsullerin ye­tersizliğinden, su kıtlığından ve deniz seviyesinin yükselmesinden kaçacak­larını belirtiyor. Bu nüfus değişiminin çoğu, gelişmekte olan dünya nüfusu­nun %55’ini temsil eden üç “sıcak nok­ta” olan Sahraaltı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika’da gerçekleşecek. Daha “korkutucu” rakamları farklı ra­porlarda da görebilirsiniz. Rakamları bir kenara bırakabiliriz. Onlar, politi­kacıların işi ve “kaygısı”.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) iklim değişikliğinin göç akım­larını üç şekilde etkileyeceğini öngörü­yor. Bunlardan ilki, ısınmanın bazı böl­gelerde tarımsal verimliliği azaltması ve temiz su, bereketli toprak gibi eko­sistem hizmetlerinin azalmasına sebep olması nedeniyle yaşanacak olan göç. İkincisi, özellikle tropikal bölgelerde aşırı yağış nedeniyle yaşanacak ani sel ya da akarsu taşmaları gibi aşırı hava olaylarının artması nedeniyle insanları kitlesel olarak yer değiştirmeye itecek olan göç. Üçüncüsü ise deniz seviyesi­nin yükselmesi nedeniyle seviyenin al­tında kalan kıyı bölgelerinin yok olması üzerine milyonlarca insanı yer değiştir­mek zorunda bırakacak olan göç.

Avrupa Komisyonu tarafından yayımla­nan “Çevre Politikası için Bilim” bül­teninin “Çevresel değişikliğe karşılık olarak göç” başlıklı tematik sayısının editörlüğünü yapan Profesör Rogger Zetter, çevresel değişiklik ile göç ara­sındaki ilişkinin araştırılmasının çok önemli olduğunu söylerken bu ilişki­nin ne kadar karmaşık olduğunun da özellikle altını çiziyor. Genellikle eko­nomik, sosyal ve politik olarak katmanlı nedenleri olan göç hareketi incelenir­ken, kalkınma ya da demografik deği­şiklikler kadar çevresel değişiklik de vurgulanıyor. Çevresel değişiklik nede­niyle meydana gelen göç de aynı ülke içinde ya da başka bir ülkeye, gönüllü olarak ya da göçe zorlanarak, geçici göç ya da kalıcı göç olarak kendi içinde sı­nıflandırılıyor.

Yüksek dereceli bir risk

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2014 yılında başlat­tığı İklim Değişikliği 5. Değerlendirme Raporu (AR5), insan hareketliliğine daha fazla dikkat çekilmesi gerektiğini vurguluyordu. IPCC, özetlemek gere­kirse, iklim değişikliği kaynaklı göçü yüksek dereceli bir risk olarak belirti­yordu.

İklim değişikliği ve göç konusunda AR5’in en önemli mesajlarından biri­si, göçün ve yerinden edilmenin çeşitli sosyal, politik, kültürel, ekonomik ve çevresel faktörlere bağlı olduğu; etkile­şen iklimsel ve iklimsel olmayan çok sa­yıda etkinin varlığı nedeniyle nedensel­lik zincirleri ve göç ile iklim değişikliği arasındaki bağlantıyı (genel anlamda göç ve çevresel yıkım) belirli bir güven derecesi içinde ortaya koymanın ve değerlendirmenin zor olduğuydu. Bu­nunla birlikte, AR5 tam da bu noktada göçü, kilit bir risk olma potansiyeli ile ortaya çıkan bir risk olarak tanımlıyor ve “iklim değiştikçe insan güvenliğinin giderek tehdit altında olacağını” ve “ik­lim değişikliğinin insanların önlemesi gereken göçü artırarak (…) insan gü­venliğine yönelik tehditlerde önemli bir faktör” haline geldiğini ifade edi­yordu. Rapor aynı zamanda ısınmadaki artış yükseldikçe, riskin artacağını da güçlü bir şekilde vurguluyordu.

İklim değişikliği doğal afetlerin şidde­tini, ısınmayı ve kuraklığı artırması ve deniz seviyesini yükseltmesiyle özellik­le kıyı bölgelerini ve bazı ada devlet­lerini giderek daha yaşanılmaz kılıyor. Doğal kaynaklar konusunda rekabete neden olan çatışmaları ve insanların yerinden edilmesi ile son bulan göç akımlarını potansiyel olarak etkiliyor.

Ortadoğu, Afrika, Güneydoğu Asya, Avustralya, Kuzey Amerika, Orta ve Güney Amerika, Kutup Bölgeleri ve Küçük Ada Devletleri iklim değişikliği tarafından tetiklenen göçlerin yoğun­laştığı bölgeler arasında gösteriliyor. Özellikle küçük ada ülkeleri için, iklim değişikliğinin neden olduğu deniz se­viyesinin yükselmesi, geçici ve nihaye­tinde kalıcı yer değiştirme riski taşıyor. Bu ülkelerin egemenliklerinin de pek tabii bu durumdan etkilenmesi bek­leniyor. Özellikle küçük adalardaki ve kıyı bölgelerindeki toprak kaybı ve ye­rinden olma ile ilişkilendirilen kültürel değerler de tehdit altında. Bunun öte­sinde hiçbir bölge iklim değişikliğine karşı bağışıklık kazanamıyor, ancak ye­rinden etme riskleri, tehlikelere yüksek oranda maruz kalan ve yeterince hazır­lanabilecek kapasiteye veya kaynağa sahip olmayan alanlarda geniş nüfuslu ülkeler için en büyük risk olarak karşı­mıza çıkıyor.

Bu çerçevede önemli uyum potansi­yelleri mevcut ki birazdan tartışacağız ancak ek olarak harici kaynak ve tek­nolojilere ihtiyaç duyuluyor. Aslında BMİDÇS’nin (Birleşmiş Milletler İk­lim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) kabulünden bu yana iklim müzake­relerinin de en çok tıkandığı noktalar yoksul ve zengin ülke ayrımı konuşul­duğunda yaşanıyor. 2018/19 Mercator-İPM Araştırmacısı Cem İskender Ay­dın, EKOIQ’ya daha önce verdiği bir röportajda iklim adaletsizliği olarak tanımladığı bu sorunu çözmek için en azından şu üç konuda kapsamlı çö­zümlere ihtiyaç olduğunu söylüyordu: İklim finansmanı, kayıp ve zararların tazmini ve emisyon azaltımındaki yük dağılımı. Her üç madde de iklim de­ğişikliğinin ve göçlerin sorumlusunun kim olduğunu hatırlatıyor ve haliyle ge­lişmiş ülkelerden bu konularda eylem talep ediyor.

Finansal engellerin yanındaki hukuksal engeller

İklim kaynaklı göç ve yer değiştirme söz konusu olduğunda finansal en­gellerin yanında hukuksal sorunlar da bulunuyor. Mesela yabancı bir ülkeye göç etme kararında çevresel bir bileşen olan göçmenlerin ve yerlerinden edil­miş kişilerin kabul edilme ya da orada kalmaya devam etmeleri, yani uluslara­rası mülteci hukukunun uygulanabilir­liği gibi yasal engeller.

Bu hukuksal sorunlara karşı Paris Anlaşması’nın giriş kısmı ile göçmenler ilk kez uluslararası çevre sözleşmesin­de tanınmışlardı. 2016 yılında duyu­rulan ve Paris Anlaşması’ndan da söz eden New York Deklarasyonu’nun birinci maddesinde ise şu ifadelere yer veriliyor: “En erken zamanlardan beri insanlık hareket halinde. Bazı insanlar yeni ekonomik fırsatlar ve ufuklar ara­yışıyla hareket ettiler. Bazıları ise si­lahlı çatışmalardan, yoksulluktan, gıda güvensizliğinden, terörden veya insan hakları ihlallerinden ve suiistimallerin­den kaçmak için. Diğerleri halen iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine, doğal afetlere (ki bazıları iklim değişikliğine bağlı olabilir) veya diğer çevresel fak­törlere cevap olarak hareket ediyorlar. Birçoğu, sonuç olarak, bu nedenlerin bileşimi sebebiyle yer değiştiriyorlar.” Deklarasyondaki bu ve benzeri mad­delerin iklim değişikliği nedeniyle göç eden insanları tanıması ve buna karşı önlem alınmasına dair yaklaşımlar, hu­kuksal alanda da gözlerin buraya çevril­diğini gösteriyor. Ancak tabii ki gözle­rin buraya çevrilmesi yetmez. Böyle bir kavramın tam anlamıyla işlevsel olması için iklim değişikliğine adalet temelin­de yaklaşmak gerekiyor.

Bu arada küçük bir not: ABD, New York Deklarasyonu, ABD ve Trump yönetiminin göçmen ve sığınmacı po­litikalarına istikrarsız bir yaklaşım için­de hareket etmesini neden göstererek deklarasyondan ayrılma kararı aldı.

IPCC’nin 2018 yılının Ekim ayında yayımladığı IPCC 1,5 Derece Özel Raporu da iklim değişikliği ve göç ile ilgili oldukça önemli verileri paylaşıyor. AR5 raporuna da atıfta bulunan araş­tırma, genel anlamda küresel ısınma­nın 1,5 derece ile sınırlandırılmasının aciliyetini vurgularken dünyanın gittiği tehlikeli yoldan çıkabilmesi için toplu­mun her alanında hızlı, geniş kapsamlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler gerektiğini vurguluyordu.

Çatışmalar ve daha fazlası

Rapordaki detaylara bakacak olur­sak sıcaklığın, 163 ülkede göçmenlik üzerinde son 10 yılda, yalnızca tarıma bağımlı ülkeler için istatistiksel olarak önemli bir etkisi olduğu belirtiliyor.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) Uluslararası Göç Veri Tabanı’nda, ortalama sıcak­lıkta 1 derecelik artış, 142 gönderici ülkeden ve 19 alıcı ülkeden ikili göç akışlarında %1,9’luk bir artış; ek 1 mili­metrelik ortalama yıllık yağış ise göçte %0,5’lik bir artış ile ilişkilendiriliyor. İç ve uluslararası göçlerin küçük adalar için önemli olduğu belirtilen 1,5 De­rece Özel Raporu’nda, AR5’te olduğu gibi, göç için ilk neden olduğu du­rumların çok nadir olduğu; iş, eğitim, yaşam kalitesi, aile bağları, kaynaklara ulaşım ve kalkınma gibi birçok faktö­rün önemli olduğu vurgulanıyor.

Çalışmada 2 derecelik sıcaklıkta, tropik bölgelerde yoğunlaşmış nüfusun yer değiştirme potansiyelinden söz edili­yor. Hatta küresel ortalama sıcaklığın 2011-2030 arasından yüzyılın sonuna kadar 2 derece artması durumunda, tropik nüfusun 1000 km’den daha uzak mesafelere taşınmak zorunda kalabile­ceği belirtiliyor. Tropiklerden orantısız derecede hızlı bir tahliyenin ise, nüfus yoğunluğunun %300 veya daha fazla artabileceği tropik sınırlarda ve subtro­piklerde nüfus yoğunluğuna yol açabi­leceği de ekleniyor. İklim değişikliği ve göç konusunda en çok tartışılan konulardan biri de çatış­malar. Sınırlı kaynaklar sebebiyle ça­tışan toplulukların kırılgan kesimlerin göç etmesine neden olduğu hep belir­tiliyor. IPCC de çalışmasında çatışma­lara yer vermiş.

Rapor bu üç olgunun değerlendirildiği bölümde şu ifadelere yer veriyor: “Bir­den fazla çatışma faktörünün yetersiz­ce dikkate alınması, iklim değişikliği ile çatışma arasında tutarsız ilişkilerin rapor edilmesine yol açıyor. Ayrıca ik­lim değişikliği, göç ve çatışma arasında tutarsız ilişkiler var. Dünyanın farklı bölgelerinde ve uluslararası düzeyden mikro düzeye doğru, kuraklık ve çatış­ma arasındaki ilişki çoğu durumda za­yıf. Bununla birlikte, kuraklık, özellikle korunmasız uluslar veya gruplar için uzun süreli çatışma olasılığını, geçim kaynaklarının tarıma olan bağımlılı­ğı nedeniyle önemli ölçüde artırıyor. Bu, özellikle Sahraaltı Afrika ve Orta­doğu’daki en az gelişmiş ülkelerdeki gruplar için geçerli. (…) Sıcaklıktaki 1 derece veya daha fazla aşırı yağış artışı, gruplar arası çatışma sıklığını %14 ar­tırıyor. Dünya 2050’ye kadar 2-4 dere­ce ısınırsa, insanların çatışma oranları artabilir. (…) Sıcaklık artışındaki stan­dart sapma kişilerarası çatışma riskini %2,4, gruplar arası çatışma riskini ise %11,3 artırıyor. Silahlı çatışma riskleri ve iklimle ilgili felaketler, etnik olarak parçalara ayrılmış ülkelerde göreceli olarak yaygın, bu da çevresel felaket­lerin doğrudan silahlı çatışmaları tetik­lediğine dair açık bir işaret olmadığını gösteriyor. Özetle, 1,5 dereceyi aşan ortalama küresel sıcaklıkların, küresel çapta birçok toplumda yoksulluk ve de­zavantajı artırdığı tahmin ediliyor (orta güven). 21. yüzyılın ortalarına kadar ik­lim değişikliğinin yoksul insanları yok­sullaştıran ve yoksul kişi sayısını artıran bir yoksulluk çarpanı olduğu tahmin ediliyor.”

İklim adaleti

İklim değişikliğinin temelinde çözül­mesi gereken en öncelikli kavramın iklim adaleti olduğu açık bir şekilde görülüyor. Dünyanın olması gereken­den daha fazla ısınmasına yol açan seragazları emisyonlarının kaynağı, basitçe söylemek gerekirse sanayi top­lumuna geçişlerini tamamlayan zengin ve gelişmiş Batı ülkeleri. Konuya göç temelinde yaklaştığımızda da, yukarıda tartıştığımız gibi temelde iklim değişik­liğinden en çok etkilenecek ülkeler ge­lişmekte olan ve en az gelişmiş ülkeler. Sadece rakamlara indirgenen ancak çözüm için yeterli çabanın sarf edilme­diği, iklim adaleti kavramının ise topal kaldığı bir “korku” iklimi içerisinde ya­şıyoruz.

Ekoloji Kolektifi tarafından yayımla­nan ve Ethemcan Turhan, Arif Cem Gündoğan, Cem İskender Aydın, Mus­tafa Özgür Berke tarafından kaleme alınan “İklim Adaleti Mücadelesi İçin 10 Durak” adlı çalışmada yazarların ifa­de ettiği gibi, “İklim değişikliği yüzün­den yaşanabilecek, ulusal topraklarının bir kısmını kaybeden, göç etmek veya daha kötü koşullarda yaşamak duru­munda kalacak olan toplumsal kesim­lerin kayıpları, takdir edilmelidir ki asla sayılara indirgenemez. İklim adaleti perspektifinden kayıpların istatistiklere indirgenmesi ahlaki ve değerler açısın­dan yıkıcıdır.”

Belki de göç konusunu kriz olmaktan çıkartarak yola koyulmalıyız. Evet, ve dünyanın farklı yerlerinde iklim deği­şikliği nedeniyle yaşanan göçler var. Turhan, burada, korku iklimine karşı göçün aslında istisna değil de norm olarak ele alınması durumunda iklim değişikliğinin, genel kalkınma ve insan güvenliği politikası içerisinde bir fırsat da olabileceğini belirtiyor. İnsan hareketliliğindeki artışın, özel­likle bir uyum ölçütü olarak göçmenlik açısından faydalar sağlayabileceği tartı­şılıyor.

Bunlarla birlikte AR5 en önemli çıktı­larından birini de şu şekilde özetliyor: “Göç düzenlerindeki değişiklikler hem aşırı hava olaylarına hem de uzun va­deli iklim değişkenliği ve değişikliğine cevap verebilir ve göç etkili bir adap­tasyon stratejisi olabilir.” Yani, iklim değişikliğinin yarattığı sorunların çer­çevesinde tartışılan uyum ve adaptas­yon konusuna, yine iklim değişikliğinin bir getirisi olan göç kavramı ile çözüm getirilebiliyor. Ancak kavrama bu nok­tada yeni bir perspektif ve vizyon ile yaklaşılması gerekiyor. Bu vizyon oluş­turulurken, yukarıda Aydın’ın belirttiği maddeler de göz önüne alınarak, tarih­sel eşitsizliklerin yarattığı kırılganlıkları iyi analiz etmek şart.

Paris Anlaşması’nda bu yana iklim değişikliği ile mücadelede ulus dev­letlerin yanı sıra birçok farklı yapının da öne çıktığına şahit oluyoruz. Bun­lardan biri de şehirler. Turhan yakın zamanda yaptıkları bir araştırmaya dair şunları söylüyor: “İklim değişikliği ve göçün kesiştiği yer olan şehirlerde eğer kentsel yurttaşlık tanımı bir müşterek olarak tanımlanırsa ulus devlet ötesine geçecek şekilde eşit hak ve özgürlükler tanımlanabilir. Bununla birlikte iklim değişikliğine karşı farklı toplumsal ke­simlerin farklı kırılganlıkları daha da ön plana çıkarılır ki böylece kentsel yurt­taşlık üzerinden kadınların, farklı göç statüsünde olan insanların, çocukların, engellilerin veya farklı sosyoekonomik kesimlerin kırılganlıkları şehirde daha net olarak tanımlanabilir.”

İşin temeli yurttaşlık tanımlamasının yeniden yapılmasına kadar uzanıyor. İklim adaletini sağlamak ve göçü yeni­den tanımlamak adına Turhan’ın gös­terdiği yol, işin özünü anlatıyor olabilir. Tüm bunları bir araya getirince geriye tek bir soru kalıyor. Kriz olarak gördü­ğümüzü fırsat olarak tanımlayabilecek miyiz?

İklim krizi yeni çatışmaları körüklüyor, Türkiye’de yeni çatışma ortamları oluşuyor

Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP), dünyada etkisi giderek daha çok hissedilen iklim krizinin gelecek 10 yılda dünya barışı için ciddi bir tehdit oluşturabileceğini açıkladı. Küresel ısınma sebebiyle 1 milyar insanın iklim krizinden etkilenmesi muhtemel yüksek riskli bölgelerde olduğu vurgulanan raporda, bu kişilerin yaklaşık %40’ının halihazırda çatışmaların ve sorunların devam ettiği ülkelerde bulunduğu da kaydedildi. Raporda, özellikle hızlı iklim değişiklikleriyle ortaya çıkabilecek kıtlık, doğal afet ve kitlesel göçler gibi etmenlerin ülkeler arası çatışmaları artırabileceği vurgulandı. IEP kurucusu Steve Killelea, dünya genelinde şiddet vakalarında kaydedilen gerilemenin kalıcı olarak tanımlanamayacağını kaydetti. Killelea, “Son yıllarda Irak ve Suriye’ye hakim olan çatışmalar azalırken, Yemen, Nikaragua ve Türkiye’de yeni çatışma ortamları oluşuyor” ifadelerini kullandı.

AB İklim Hedefleri, “klişe” olmakla eleştiriliyor

20-21 Haziran’da gerçekleşen AB Liderler Zirvesi’nden önce yayımlanan ve birliğin önceliklerini içeren taslak bir belge, iklim kriziyle mücadelede klişe birkaç öneri içerdiği ve doğal kaynakların yıkımını hızlandırdığı gerekçesiyle WWF gibi STK’lar tarafından eleştirildi. Göç, ticaret ve AB’nin dünyadaki konumunu içeren belge, hedefler, bütçe rakamları veya belirli ülkeler gibi ayrıntıları içermiyor. İklim krizini varoluşsal bir tehdit olarak tanımlayan belge, AB ekonomisinin ve toplumunun “nötr iklime” ulaşması için derinlemesine bir dönüşüme girmesi gerektiğini belirtiyor.

Avrupa ve göç

AB Ortak Araştırma Merkezi ve ABD Enerji Departmanı’nın finanse ettiği ve Columbia Üniversitesi bilim insanlarının yürüttüğü bir araştırma, politik ve ekonomik faktörler olmadan yalnızca iklim değişikliğine bağlı olarak bile milyonlarca insanın her sene Avrupa’dan sığınma talep edeceğini belirtiyor. Araştırma kapsamında, 2000 ve 2014 yılları arasında Avrupa’nın 103 ülkesine yapılan göç başvuruları incelendi. Dört yıllık süreç kapsamında yıllık göç başvurularının sayısı 350 bin civarında gözlemlenirken, sıcaklık ve hava durumu gibi bazı çevresel faktörler başvurularla karşılaştırılınca, 20 derecenin üzerinde bir sıcaklığa sahip olan ülke yurttaşlarının daha az sıcaklığa sahip ülkelerin yurttaşlarına göre daha fazla sığınma talep ettiği görüldü.

(EKOİQ’den alınmıştır.)

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.