Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Bilgi, deva da olur zehir de…

0

‘Afetleri yalnızca doğa olaylarına bağlamak, onlara neden olan nesneleştirici yönetim politikalarını ve bilgi üretim süreçlerini gizlemek içindir. Bu yüzden afetlerin “sosyal cinayetler” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Afetler, antropojenik olgulardır, insan yapımıdır.’

Bilmiyorum sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Afetleri yalnızca 17 Ağustos anmalarında sanki hatırlar gibi yapıyoruz. Sonra tekrar normal yaşantımıza dönüyoruz ve unutuyoruz. Tıpkı ölüm karşısındaki tutumumuz gibi: Başımıza gelebileceğini bildiğimiz halde bilmiyormuş gibi yapıyoruz. Televizyon kanallarında gördüğümüz felaketlerin, yıkımların, ölümlerin bize dokunmadığını ve hayatta kaldığımız sürece başkalarının başına geldiğini biliyoruz. Edilgin izleyiciler olarak rahatlıyoruz. Karşı karşıya olduğumuz  sistemi sorgulayacak, değiştirecek adımlar atamıyoruz. Çünkü bilgi alanı eylemsellik kazanamıyor, yönetimsellik meselesi, politik alan, şehircilik deneyimleri karanlıkta kalıyor. Planlama süreçleri farklı tezlerin, araştırmaların çarpıştığı uygulamalı, kitlelerle etkileşimli bir alan olarak açık uçlu hale gelemiyor.

Her yıl 17 Ağustos’u anmak için yapılan televizyon programlarında depremlerin “doğa olayı” olarak tanımları yapılıyor, fay hatları üzerine konuşuluyor. Şehrin risk haritası, zemin koşulları değerlendiriliyor.  Uzmanların, araştırmacıların ortaya koydukları bilgiler ile gözlerimiz kamaştırılıyor. Fay hatlarının yerini öğrenmek, depremlerin büyüklüklerini ve zamansallıklarını bilmek, İstanbul’da risk haritaları çıkarmak, ne kadar binanın yıkılacağını, zarar göreceğini, kaç İstanbullunun öleceğini, bunların sayısını farklı senaryolara göre öğrenmek, … bütün bunlar hiç şüphesiz çok değerli. Ancak “peki şehirleri, yapıları afetlere karşı dayanıklı olarak planlamak, inşa etmek için ne yapmak gerekir” diye sorarsanız, bu çalışmalarda tam bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Olası depremin boyutları, zamanları, fay hatlarının kırılma yerleri, felaketlerin sonuçları gibi bilgilerin kör edici bilgilerin ışığı altında asıl mesele karanlıkta kalıyor. Doğrusu karanlıkta kalıyor değil, bırakılıyor.

Topluluklar olarak hepimiz sanki bir sığınmacılar teknesinde yolculuk eder gibiyiz. Çürük ve elverişsiz bir tekne ile yolculuk ettiğimizin farkındayız. Ama elimizden bir şey gelmiyor. Yalnızca fırtına çıkmasın, tekne batmasın diye dua ediyoruz. Yapabildiğimiz iş yalnızca bu. Bir de elbette eğer fırtına çıkar, tekne batarsa, nasıl kurtuluruz diye düşünüyoruz. Belki bir can yeleğimiz, düdüğümüz olsun diye uğraşıyoruz, eğer hayatta kalırsak, kurtarma ekipleri sesimizi duysun. Ama bunlar da göstermelik. Neden bu durumda olduğumuzu sorgulayacak, düşünecek bir halimiz bile yok.

Afetler antropojenik olgulardır

Bilgi; travmatik kaybın farkındalığını bulandırmaktan başka bir işlev görmeyen, “kentsel dönüşüm” kavramı, spekülatörlerin siparişiyle uzmanlık kurumları adına verilen “çürük raporları”, entropik süreçlere hizmet eden ideolojik bir özellik kazanıyor.

Dikkat ederseniz fay hatlarının kırılma biçimleri, zamansallıkları ile ilgili birbiriyle yarışan farklı tezler var. Ne kadar zorlansa da bilim alanını kapalı bir sisteme dönüştürme imkanı yok. Küresel ölçekte, her alandan çok sayıda bilim insanı araştırma, değerlendirme süreçlerine katılabiliyor. Bu süreç doğası gereği açık olmak zorunda. Ama uygulama alanına gelince, eylemlilik alanına geldiğimizde durum tam tersi.

Bir tarafta gözlerimizi alan, aydınlatılmış bir alan, diğer tarafta karanlıkta kalan bir alan… Ölüm gerçekliği… Her an onunla yüz yüze olduğumuzu hatırlatan, yaşamın sürmesi için aynı zamanda kayıtlardan silinmesi, yok edilmesi, hafızamızdan kazınması gereken bir rahatsızlık. Gerçekliğe karşı etkileşimli pratiklere karşı dirençli olduğu kadar kayıtsız kalan bu travmatik karşılaşma ile eylemlilikler bilinç dışına itiliyor. Eylemlilik biçimini değiştirmek için bu karşılaşma biçiminini sorun etmemiz ve temellerine kadar uzanmamızı gerektiriyor. Başka bir iyileşme, koşulları değiştirme imkanımız yok. Sorun bize sunulan gerçeklikte değil, bu karşılaşma biçiminde. Bilginin beslenebileceği, kök verebileceği zemin üzerine. Diğeri konformizm üretiyor. Paradigmasının doğası gereği kapalı.

Afetler bilişsel bir düzensizlik yaratır. Bilgi üretimindeki asimetri, parçaların üst üste binmesi, birbirini örtmek için kullanılması gibi edilginleştirici düzenleyici kalıplar kısmen de olsa, bir anda yıkılıverir.

Afetleri yalnızca doğa olaylarına bağlamak, onlara neden olan nesneleştirici yönetim politikalarını ve bilgi üretim süreçlerini gizlemek içindir. Bu yüzden afetlerin “sosyal cinayetler” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Afetler, antropojenik olgulardır, insan yapımıdır.

Afetlerde genellikle bir değil, iki cinayet işlenir. Birinci cinayet zaten ortadadır, afetlerin görünür nedeni olan kötü tasarlanmış insan yapımı binalardır, mekanlardır. İkinci cinayet ise afetler sonrası ortaya çıkan farkındalığı, eylemlilik biçimlerini ortadan kaldırmak, kayıtlardan silmek ve yeni afetleri hazırlamak için işlenir. Üstelik bu ikinci cinayeti işleyenler, hiç bildiğimiz katillere benzemezler. Afetlerde enkaza dönüşen, işlevsiz kalan şeyleştirici, edilginleştirici kurumsal sistemleri onarmak, yeniden tesis etmek için harekete geçerler.

Örnek: İstanbul Deprem Master Planı adı verilen şey

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hazırlattığı ve unuttuğu Deprem Master Planı’na bakarsanız, gözlerimizi kamaştıran bilgi birikimi yanında yönetimsellik meselesinin ele alınmadığını görürsünüz. 22 sayfalık katılım ve yönetimsellikle ilgili konular aklımızın alamayacağı bir naiflik içinde ele alınır. Sivil toplum afet sonrasında yardımcı olması gereken bir unsurdur. Arama kurtarma faaliyetleri falan yapar, yardım toplar. Sonra gene “normal”, yani edilgin hayatına geri döner. Katılım bundan ibarettir. Bilinçlendirilmesi gerekir, v.s… Bu planın katılımla ilgili bölümü dahi burnunun dibinde gerçekleşen dönüşümü görmemiş ve yöntem olarak eylemsel olmayan, edilgin bir katılım modelini empoze etmektedir. Nitekim bu “Master Plan” Büyükşehir Belediyesi’nin billboardlarında kapağı gözüken bir cilt olarak sergilendikten sonra, kısa bir sure içinde ortadan kaybolur.

17 Ağustos sonrası oluşan muazzam toplumsal seferberlikte sivil toplum, kamunun yapamadığını yaptı.

Bernard Stiegler‘in, Platon ve Derrida’dan aldığı ilhamla “teknolojinin farmokolojisi” adını verdiği durum, bilginin tıpkı bir ilaç gibi iyileştirici, sorunlara deva gibi etkilerinin ya da bir zehir gibi yok edici bir işlevinin olabileceğine işaret ediyor (1).  Antroposen adı verilen ve insanın jeofizik bir güç olarak canlılar, cansızlar üzerinde etkiler yarattığı dönemin aynı zamanda bir “Entroposen” çağı olduğunu belirtiyor . Bu zehirleyici etkileri, entropik durumu yaratanın da da bilginin kapalı sistemler içine alınması. Sorun Stiegler’in dediği gibi bilginin farmakolojisinde…. Bilgi, deva da olur, zehir de…

Gerçekle yüzleşme imkanlarının olmadığı durumlarda bir gerçek başka bir gerçeği gizlemek için kullanılır. Zannedersem 17 Ağustos felaketi ile ilgili programlarda, anmalarında,  böyle bir durum söz konusu. Çünkü bu mesele konuşulsa, kapalı sistemlerden açık sistemlere geçilmesi gerekecek. Belediyeler ile kapalı kapılar ardında zehirleyici güçler kazananlar imtiyazlarını kaybedecekler. O zaman halk süreçler hakkında bilgi sahibi olacak, daha dayanıklı yapılar yapılacak. Daha nitelikli yaşam çevreleri oluşacak, eşitsizlikler, haksız kazançlar sona erecek.

Bu açıdan bugün unutturulmaya çalışılan, üzerinden “ıslak sünger”le geçilen, bundan 20 sene önce, 17 Ağustos sonrası oluşan muazzam toplumsal seferberliğin önemli ipuçları taşıdığını düşünüyorum. O tarihte kapalı alanlar içinde atıl hale gelmiş olan uzmanlar, sivil toplum bireyleri yönetimsellik alanında bu çapta bir deneyimleri olmasa da hemen harekete geçtiler, elinde sınırsız imkanlar olduğu halde enkazın altında kalmış olan kamunun yapamadığını yaptılar. 17 Ağustos sabahından başlayarak kendi imkanları ile yerel ve uluslararası bütün arama-kurtarma, sağlık ekiplerinin, malzeme akışlarının koordinasyonuna, bilgi akışının düzenlenmesine, ulaşım kararlarından, ihtiyaçların yönlendirilmesine, afet sonrası barınma probleminin geri kazanılabilir ve doğayı kirletmeyen yapılarla çözülmesine, afet sonrası hayatın yeniden örgütlenmesine, yönetimlerin gerçekleştiremediği ne iş varsa hepsinin gerçekleştirilmesine kadar her alanda muazzam bir iş başardılar.

Bu açıdan bugün bize unutturulmaya çalışılan bu deneyimin tekrar hatırlanmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

“Antroposenden Çıkmak”,  Bernard Stiegler, Cogito Sayı 93 Bahar 2019, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 199.

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.