Köşe YazılarıYazarlar

‘Overtourism’ ya da bildiğimiz turizmin sonu – Aslıhan Aykaç Yanardağ

0

Turizm sezonu başlarken tatili eziyete çevirmemek, gittiğimiz yerlerde daha küçük bir karbon ayak izi bırakmak ve gerçek bir kültür deneyimi yaşamak için ezber bozmakta, sorumlu davranmakta ve piyasanın dayattığı ‘tatil’, ‘tur’, ‘turizm’ anlayışını sorgulamakta fayda var.

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde iletişim ve ulaşım teknolojilerinin yaygınlaşması ve ucuzlamasıyla birlikte insan hareketliliğinde azımsanamayacak bir artış ve hızlanma yaşandı. Bu durum yapısal olarak tüm göç süreçlerini etkilerken, belli sosyal ve kültürel motivasyonlara dayalı olarak ortaya çıkan turizm faaliyetlerinin de çeşitlenmesine, bu tür faaliyetlerin coğrafi kapsamının genişlemesine, alışıldık kitle turizmi etkinliklerinin yanı sıra dijital göçebelerin, küresel gezginlerin ve turizmi yaşam biçimi edinen farklı turist kimliklerinin de ortaya çıkmasına yol açtı. Küresel düzeydeki toplumsal etkileşimlerin kültürel çeşitlilik, hoşgörü ve çokkültürlülüğe dayanan bir dünya görüşünün gelişmesine katkısı olduğu söylenebilir, ancak diğer taraftan herkesin her zaman her yere ulaşabilir olmasının mekânsal sabitler olarak değerlendireceğimiz yerel kültürler, yerli halklar, yerli küçük üreticiler açısından belli maliyetler doğurduğunu da göz ardı etmemek gerek. Bu noktada “overtourism” ya da aşırı turizm, turizm fazlası kavramı herhangi bir turizm beldesinin sosyal ve ekonomik anlamda taşıma kapasitesinin üstünde ilgiye maruz kalması sonucu ortaya çıkan bir turizm sorununu ifade etmektedir.

Ot festivali yüzünden ot kalmıyor

Bu aşırı turizm hali yerli ve yabancı, kır kent ayrımı yapmaksızın dünyada ve Türkiye’de çeşitli bölgeleri etkisi altına almakta. Örneğin yılda yaklaşık 30 milyon ziyaretçi ağırlayan Venedik turist akınını kontrol etmek için günübirlik ziyaretçilerden bir giriş vergisi almayı planlıyor. Bazı günler turist sayısı şehirde ikamet edenlerin sayısını aşıyor. Benzer bir durum hali hazırda yoğun bir nüfusu olan Barcelona’da da gözlemleniyor. Şehrin yerli nüfusu turist akınından dolayı belli bölgelerden dışlanıyor, gelen turist akını hem doğayı hem de şehrin kültürel özgünlüğünü tehdit edecek düzeye ulaşıyor.

Yerli turizmde de durum farklı değil. Alaçatı Ot Festivali, Urla Enginar Festivali, Bozcaada Bağbozumu Festivali ya da Seferihisar Mandalina Festivali iç turizmi hedefleyen yerel etkinliklerden bazıları. Ancak bu etkinliklerde her sene ziyaretçi rekoru kırılıyor, o kadar ki Alaçatı Ot Festivali nedeniyle ot kalmıyor, Urla Enginar Festivali’nde adım atmak mümkün olmuyor. Kısa dönemlik turist akınları buralarda yaşayan halk için yaşamı zorlaştırıyor, kalabalıklar uzun konvoylar halinde uzaklaşırken geriye çöp yığınları kalıyor. Buradaki en büyük sorunlardan biri de festivallere ya da yerel pazarlara katılan üreticilerin yerli olmaması ya da festival temasıyla bağı olmayan ürünleri pazarlamaları. Dolayısıyla bir yerden sonra hangi beldeyi ziyaret ettiğiniz, hangi festivale gittiğiniz fark etmiyor, her yerde aynı standart hizmete ya da aynı ürüne ulaşabiliyorsunuz. Böyle olunca turizmin en temel kaynağı olan doğal ürünler, el sanatları ya da kültürel ürünler özgün değerini kaybetmiş oluyor. Bugün hangi turistik köye gitseniz aynı örgü oyuncaklar, aynı renkli sabunlar, aynı Çin malı hediyelik eşyalarla karşılaşıyor; aynı gözleme-sarma-baklava döngüsüne maruz kalıyorsunuz.

Aşırı turizm faaliyetleri bir taraftan yarattıkları sosyal ve kültürel risklerle mekânsal bir tehdit oluştururken, diğer taraftan yerli halk için çok önemli bir gelir kapısı yaratıyor. Örneğin iç turizmde dikkat çeken festivallerin gerçekleştiği birkaç gün içinde üreticiler önemli bir gelir elde edebiliyorlar. Bu ekonomik getiri mevcut ekonomik kriz ortamında sosyo-kültürel maliyetlere karşı önceliğini koruyor. Özellikle yerli festivallere katılan üreticiler her zaman yerli halktan olmuyor, ya da yöresel ürünler satmıyor. Böyle olunca turizm merkezleri piyasa ilişkilerinin nüfuz ettiği herhangi bir mekânsal odak haline dönüşmüş oluyor. Buradaki temel çelişki yerli halkın kısa vadeli ekonomik getirilerini uzun vadeli ekonomik ve toplumsal sürdürülebilirliğe tercih etmesi. Bu tercih yalnızca toplumsal düzenin bozulmasına değil, aynı zamanda turizm ekonomisinin beslendiği doğal, kültürel kaynakların da tüketilmesine yol açıyor.

‘Sorumlu turizm’

Bütün dünyada farklı yerellerde yoğunlaşan bu turizm patlamasının olumsuz etkilerine kontrol etmeye yönelik çabalar mevcut. Bir taraftan yerel yönetimler, turistlerden giriş vergisi alınması, araçların turizm beldelerine alınmaması, büyük seyahat gemilerinin rotalarının ya da hareket zamanlarının değiştirilmesi gibi çeşitli önlemler alarak turist akınını ve turizm patlamasını kontrol etmeye çalışıyor.

Diğer taraftan Dünya Turizm Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı gibi uluslararası örgütler çeşitli kurallar ve iyi örnekleri görünür kılarak yerel yönetimlerin ve yerel halkların sürdürülebilirlik prensiplerine bağlı kalması için çaba harcıyor. 1999 yılında İtalya’da ortaya çıkan ve zamanla 28 ülkeye yayılan Sakin Şehir (Citta Slow) hareketi doğrudan turizm etkinliklerini hedef almasa da turizmi de kapsayan bir yaşanabilir kent anlayışını savunmaktadır. 2002 yılında, ‘Destinasyonlarda Sorumlu Turizm’ temalı uluslararası konferans “sorumlu turizm” prensiplerini somutlaştırmıştır. Buradan çıkan Cape Town Deklarasyonu’na göre sorumlu turizm, ekonomik, sosyal ve çevresel etkileri en aza indirmeyi, yerel halkın turizme katılımında çalışma koşullarını ve ekonomik kazançlarını korumayı, karar alma süreçlerine yerel halkın dahil edilmesini, doğal ve kültürel mirasın korunmasına katkı sağlamayı, dünyadaki çeşitliliği korumayı, turistlerin yerel halkla anlamlı ilişkiler kurmasını ve kültürel, sosyal ve çevresel farkındalıklarını, fiziksel zorluğu olanların ulaşımını, ve turist ve yerli halk arasındaki etkileşimde saygıyı kapsar.

Piyasanın dayattığı tatil anlayışına itiraz

Bütün bunlar elbette değerli prensipler ve söylemlerdir. Ancak bütün bu prensipleri temenni olmaktan çıkarıp hayata geçirilen değerler ve pratikler haline getirmek daha fazla çabayı gerektiriyor. Bu durumu hukuki veya siyasi mekanizmaları işleterek, yani yetki sahibi kişi ve kurumların tepeden inme uygulamalarıyla, ya da yasal yaptırımla çözmek mümkün değil. Bu gibi durumlarda artan vergiler ya da cezai yaptırımların dahi caydırıcılığı belli bir ölçüde geçerli olabilir. Burada turizm sürecinde etkileşimin her iki yanında yer alan kesimlerin de ekonomik, sosyo-kültürel ama en önemlisi çevresel unsurları dikkate alması, kalıcı bir farkındalığı hayata geçirmeleri gerek. Bunun için çok katmanlı, en küçük toplumsal birimden kente ve hatta ulusal düzeye kadar yayılan, çok aktörlü, yani merkezi yönetimden belediyelere, yerel halktan turistlere, sivil toplumdan kamu kurumlarına kadar herkesin söz sahibi olduğu katılımcı bir müzakere sürecini başlatmak lazım. Bu süreçte söylenenler, iyi örneklerle birleştirilerek pilot bölgelerde uygulamalar yapılabilir. Örneğin turizm sezonunun yaz aylarının ötesinde uzatılması, tur operatörlerinin mevsimsel yığılmalara karşı uyarılması değerlendirilebilir. Yerel düzeyde en basitinden, bir trafik düzenlemesi ile araçların turistik alanların dışında bırakılması, atıkların toplanması ya da ayrıştırılması gibi somut ve pratik hedefler belirlenebilir. Ancak bu tek taraflı, tek boyutlu ya da tek bir aktörün sorumluluğuna terk edildiği sürece bir zihniyet dönüşümünden söz etmek zorlaşır. Katılımcılık bu noktada belki de en anahtar belirleyici olacaktır.

Sorumlu turizm anlayışındaki dönüşüm arz yönlü olduğu kadar talep yönlü de bir dönüşümü gerektiriyor. Turistlerin de gittiği yerlerde kitlesel bir trafik, kirlilik, kalabalık eziyetine maruz kalmaması için doğru seçimler yapması gerekiyor. Turizm sezonu başlarken tatili eziyete çevirmemek, gittiğimiz yerlerde daha küçük bir karbon ayak izi bırakmak ve gerçek bir kültür deneyimi yaşamak için ezber bozmakta, sorumlu davranmakta ve piyasanın dayattığı “tatil”, “tur”, “turizm” anlayışını sorgulamakta fayda var.

(Prof. Aslıhan Aykaç Yanardağ – Yeşil Gazete)

You may also like

Comments

Comments are closed.