Köşe Yazıları

Kır-Kent Ayrımını Yeniden Düşünmek – Aslıhan Aykaç Yanardağ

0

Yirminci yüzyıldan kalan en önemli dönüşümlerden biri ilerici olduğunu iddia eden tüm sosyo-ekonomik modellerin kırsala yönelik olumsuz bakışı oldu. İster kalkınma ister ekonomik büyüme odaklı olsun, ilerlemeden anlaşılan şey kırsalın bir üretim modeli ve bir yaşam biçimi olarak geride bırakılması gereken bir aşama olduğu yönündeydi. Ekonomik alanda sanayi üretiminin tarıma nüfuz etmesi ve doğal süreci etkinleştirme çabası akıllı tohumlar, kimyasal gübreler ve son olarak genetik çalışmalarla kırsal ekonomiyi dönüştürdü. Toplumsal yapı açısından bakıldığında ise kentleşmenin bir kalkınma göstergesi olarak kabul edilmesi bir taraftan kırdan kente göçü tetikledi diğer taraftan kırsal alanlarında kentleşmesine, özgün dokusunu kaybetmesine neden oldu. Tarımın ve kendine has üretim biçiminin dönüşümü yaşam biçiminin dönüşümüyle tamamlandığında kırın ölümü, kırsalın terk edilmişliği içler acısı bir hal aldı. Bugün kırsal, içinde yaşayanlar için bir alacakaranlık kuşağı, ona özenenler içinse sürekli ertelenen bir köye dönüş, köye dönüşle birlikte öze dönüş ütopyası.

Kentte yaşayan ve sıklıkla modern sektörlerde istihdam edilen kesimlerin en büyük gelecek hayali “sayfiyeye yerleşmek”, “köyde bir ev alıp bağ-bahçeyle uğraşmak”, “güneyde küçük bir sahil kasabasında sakin bir hayat sürmek”. Kenttekilerin önemli bir kısmı hayatları boyunca hiç temas etmedikleri, en iyi ihtimalle yıllık izinlerde turistik ziyaretlerde bulundukları bu seçenekler hakkında romantik hayallere kapılıyor. Özellikle medyada sürekli pompalanan sağlıklı yaşam, çevre bilinci, ruhsal yenilenme anlatıları bu hayalleri besliyor. Ancak bu orta sınıf hayatların kır tahayyülü çoğu zaman kent hayatının konforunu, akıllı evlerin ve güvenlikli sitelerin imkanlarını, dört çeker arabaları ve kent insanının tüketim alışkanlıklarını da içeriyor. Dolayısıyla köye yerleşip öze dönen kent insanı fırına gitmek yerine “artisan bakery” arıyor, gittiği yerde market olsun, banka olsun, “fine dining” olsun istiyor; böyle olunca son derece steril ve dokunulmazlığı olan bir kır hayatı yaratıyor kendine.

Kırsalda yaşayanlar için durum hem ekonomik hem de toplumsal yapı açısından oldukça zorlu. Bunun en önemli nedeni tarımsal üretimin ekonomik olarak varlığını sürdürebilecek verimlilikte olmaması. Tarımsal girdi maliyetlerinin yüksek seyrine karşılık tarım ürünlerinin tarla çıkışı fiyatlarının düşük olması kırsal kesimin üretim motivasyonunu kırıyor. Hasat zamanı emek maliyetlerinden ötürü ürünün tarlada kalması sık sık gündeme gelen bir başka sorun. Mevsimsel değişimler ve zorlu iklim koşullarından kaynaklanan kayıplar çiftçilerin beklenmedik oranlarda borçlanmasına neden oluyor. Bütün bunlara karşılık tarımsal üretimi iyileştirecek devlet politikaları yerine tarım ürünü ithalatını destekleyen vergi indirimleri yerli üretimin sürdürülmesi için hiçbir gerekçe bırakmıyor. Dolayısıyla orta sınıf ve üst orta sınıf kentliler daha iyi bir yaşam hayaliyle köye göç ederken, tarlasını işleyecek girdilerin maliyetlerini karşılayamayan, hasadını yapamayan kırsal nüfus da bir başka hayalin peşinde, bir varoluş umuduyla kente göçüyor. Her iki kesim de gittiği yerde kendine ait bir dünya inşa ederken eklektik ve hiçbir yere ait olmayan başka hayatlar kuruyor.

Bu noktada kır-kent ayrımına dayalı olarak ortaya çıkan karmaşayı netleştirmek adına politika seçeneklerinden söz edilebilir. Kentleşme politikalarının etkinlikten yoksun olması, başta İstanbul olmak üzere kentlerimizde uzun vadeli planlama yerine kısa vadeli ve çıkar odaklı kararlar alınması, dikey büyüme eleştirilebilir. Diğer taraftan tarım politikalarına küçük üreticinin durumunu dikkate alacak politika önermeleri yapılabilir. Üçüncü olarak kır ve kent arasındaki karşılıklı göçe yönelik bir göç yönetimi üzerinde durulabilir. Ancak bu tür çok boyutlu konuları politika yapımı ile çözmeye çalışmak toplumsal dinamiklerin ikinci sıraya itilmesine ve tepeden inme kararların ilgili kesimlere dayatılmasına yol açabilir. Burada asıl üzerinde durulması gereken kır ve kenti nasıl tanımladığımız, nasıl ilişkilendirdiğimiz ve bunun sonucunda aradaki bağı yeniden inşa etme olanaklarımız olabilir.

Öncelikle kır-kent ayrımını toplumsal ilişkiler üzerinden yeniden tanımlamanın imkanlarını değerlendirmek gerekir. Kır ve kent birbirini tamamen dışlayan ikili bir zıtlık değildir. İnsanlar ikisinden birini seçerek hayatlarını bu tekil seçim üzerinde kurmak zorunda kalmayabilir. Kent insanına doğal hayata ulaşmanın, kırda aradığı fiziksel etkinliğin, toprağa temas etmenin, üretime doğrudan katılımın yollarını açmak bir seçenek olabilir. Aynı şey kırdan kente göç eden kesim için de geçerli, kırdan kente göçün ekonomik gerekçeleri ortadan kaldırıldığında, kırsaldaki altyapı sorunları çözüldüğünde bu kesimin kentteki aidiyet sorunu da ortadan kalkar. Kent ve kır birbirini tamamlayan iki farklı yapı olarak düşünüldüğünde bütünlüklü bir anlayış kurmak da mümkün olur. Bu tamamlayıcı ilişki kır ve kent arasında yapay bir köprü kurmaktansa daha geçirgen ve esnek bir sınır tanımlayarak inşa edilebilir. Kır ve kent arasında toplumsal teması artırmanın bir yolu bölgesel sosyo-ekonomik farkların azaltılmasına yönelik yaklaşımlardan, ikincisi farklı kesimler arasındaki iletişimi artırmaktan geçiyor. Toplumsal temasın artması karşılıklılık ve ortak bir anlayışın kurulması açısından önem taşıyor.

İkinci olarak kır-kent ayrımını mekânsal sınırlara bağlı olarak tanımlamak yerine kentte kırı yaratmanın ve yaşatmanın imkanlarıyla, kırsaldaki mekânsal olanakları iyileştirmenin yolları üzerinden düşünmek gerek. Kentli insanın aradığı doğal yaşamı, tarımsal faaliyeti, toprağa temas etmesine imkân sunan bir üretim sürecini kentte kurmak mümkün mü? Bu mutlaka ve mutlaka bir göçü ve kentten radikal bir kopuşu gerektiriyor mu? Örneğin kentsel dönüşümün yalnızca eskiyen binaların yenilenmesine yönelik bir model olmaktan çıkıp kamusal alanların da yeniden düzenlenmesini, yeşil alanların da daha katılımcı bir anlayışa uygun biçimde işlerlik kazanmasını kapsayan bir kentleşme aracı haline getirilmesi mümkün olabilir. Buna karşılık, eğer kırdan kente göçü ekonomik gerekçeler ve sosyo-ekonomik imkanlarla açıklıyorsak, bu etkileri ortadan kaldırmanın yollarını aramak ve kırdaki yaşamı sürdürülebilir hale getirmek bir seçenek olabilir. Kırsaldaki nüfusun ekonomik koşullarını ve altyapısını geliştirmek için ne yapılabilir? Kır nüfusunu kent ekonomisinin entegre bir parçası haline getirecek üretim modelleri üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor. Topluluk destekli tarım, ekolojik pazarlar ya da hem üretim hem de tüketim işlevlerini bir araya getiren kooperatif modelleri böyle bir kır-kent uzamı içinde değerlendirildiğinde, yalnızca kırdan kopuk kent insanının doğa özlemini karşılamanın ötesinde bir toplumsal dönüşümün öncüsü olabilir.

 Son olarak meseleyi bireysel olarak gözlemleyebildiğimiz bir yerel düzeyin ötesinde de değerlendirmek gerekir. Burada özellikle Türkiye’nin hem nüfus hem de coğrafya açısından büyük bir ülke olması ve derin bölgesel farklılıkları barındırması göz ardı edilmemesi gereken bir başka boyut. Kent planlaması ve kentleşme politikaları açısından İstanbul’u Diyarbakır’la, İzmir’i Kayseri’yle bir tutamayacağımız gibi, her bir kentin kendi kırsalıyla kurduğu ilişkinin özgünlüğünü de dikkate almamız gerekir. Bunun için de verileri detaylı ve karşılaştırmalı bir biçimde değerlendirecek bir yaklaşım kaçınılmaz. Bölgesel kalkınma devletin, sivil toplum kuruluşlarının, yerel sermayenin ve kalkınma ajanslarının ortak katılımıyla kurgulanmalı, ancak kalıcı bir etki için bölgesel kalkınma dönemsel geçerliği olan bir politika inşası değil, bir zihniyet dönüşümünü hedeflemek zorunda, aksi takdirde yapısal sorunlara geçici çözümler sunmak politikacıların söylemlerine malzeme üretmekten başka bir işe yaramaz.

Prof. Dr. Aslıhan Aykaç Yanardağ

You may also like

Comments

Comments are closed.