Hafta SonuManşet

İnsan soyunun tükenmesi bir trajedi mi olur?

0

Todd May’in New York Times’da yayınlanan yazısını Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak’ın çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Türümüz içken değer taşıyor taşımasına ama yine de dünyayı yerle yeksan ediyor ve hayvanlara akla hayale sığmayacak eziyetler ediyoruz.

Bu günlerde felsefeyle ilgilenen çevrelerde insan soyunun tükenmesi hakkında heyecan verici tartışmalar dönüyor. İklim değşikliğinin tehditkâr yırtıcılığı düşünüldüğünde şaşırtıcı olmamalı bu. Bu meseleyi ele alırken tek bir soruya – felsefi alanın tümünü kapsamasa da önemli bir boyutu – yanıt önermek istiyorum. İnsan soyunun tükenmesi bir trajedi olur mu?

Bu soruya odaklanmak için onu diğer birkaç ilgili sorudan ayrıştırmama izin verin. İnsan deneyiminin sona ermesinin kötü bir şey olup olmayacağını sormuyorum. (Bu sayfalarda Samuel Scheffler bunun kötü olacağını düşündüğüne dair bize önemli bir sebep sundu.) Bir tür olarak insanlığın yok olmayı hak edip etmediğini de sormuyorum. Bu önemli bir soru olmakla birlikte farklı tefekkürleri kapsar. Terk-i diyar olasılığımızı tamamıyla ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutacaksak eğer bu soruların ve onlar gibi başkalarının irdelenmesi gerekir. Fakat ben burada basitçe gezegenin bundan böyle insan barındırmayacak olmasının bir trajedi olup olmayacağını soruyorum. Vereceğim yanıt ilk başta anlaşılmaz görünebilir. Bir miktar tereddütle de olsa, bunun hem bir trajedi hem de iyi bir şey olacağını iddia etmek istiyorum.

Bu iddiayı daha az anlaşılmaz kılmak için, trajedi hakkında iki çift laf etmeme izin verin. Tiyatroda trajik karakter genellikle bir kusur – çoğu zaman önemli bir kusur – işlemesine rağmen düşüşüne sempati duyduğumuz biridir. Sofokles’in Oedipus’u, Shakespeare’in Lear’i ve Arthur Miller’ın Willy Loman’ı örnek gösterilebilir. Bu durumda, trajik karakter insanlıktır. Kusur işleyen insanlıktır, ortadan kalkması muhtemelen türlerin ortadan kalkmasını gerektirecek bir kusur, yine de az sonra ele alacağım sebeplerle ona sempati duyabiliriz.

Gerekçemi açıklamak için ilk başta depresif, üzerine kafa yorunca ise tartışmasız geleceğini düşündüğüm bir iddia ile başlayayım. İnsanlar yaşanılabilir dünyanın büyük kısmını yok ediyor ve orada yaşayan hayvanların çoğuna akla hayale sığmayacak eziyetler ediyorlar. Bu en azından üç yolla gerçekleşiyor. Birincisi, Times’daki Yellowstone Park hakkındaki yakın zamanlı makalenin örneklerle açıkladığı gibi, iklim değişikliğine insan katkısı ekosistemleri yok ediyor. İkincisi, artan insan nüfusu diğer türlü bozulmamış kalacak olan ekosistemlere tecavüz ediyor. Üçüncüsü, endüstriyel hayvancılık milyarlarca hayvan yaratılmasını teşvik ederken onları genellikle barbarca yöntemlerle katletmeden önce acı ve zulümden başka hiçbir şey sunmuyor. Bu uygulamaların yakın zamanda azalarak biteceğini düşünmek için hiçbir sebep yok. Tam aksine.

O halde insanlık, anlaşılması zor ölçüde, bilinci yerinde olan hayvanlar için bir yıkım kaynağıdır.

Elbette, doğanın kendisi de bir barış ve uyum Valhalla’sı değil. Hayvanlar diğer hayvanları düzenli aralıklarla genellikle bizlerin (onların değil) acımasız olarak nitelediği şekillerde öldürür. Oysa doğada yırtıcı davranışı bizim kadar derin ya da filozof Christine Korsgaard’ın ismi ile müsemma duyarlı kitabında adlandırdığı gibi “bizimle aynı türden yaratıklar”a karşı sergilediğimiz davranış kadar yaygın hiçbir hayvan yoktur.

Eğer hikâye bundan ibaret olsaydı, trajedi olmazdı. İnsan türünün tükenmesi iyi bir şey olurdu, nokta. Fakat hikâyenin devamı var. İnsanlar gezegene diğer hayvanların getiremediği şeyler getiriyorlar. Örneğin, hayvanların hepsine değilse de çoğuna yabancı olan dünyaya şaşkın gözlerle bakabilmemizi sağlayan ileri seviyede muhakeme getiriyoruz. Çeşitli alanlarda sanat üretiyoruz: içlerinde edebiyat, müzik ve resim de var. Evreni ve evrendeki yerimizi anlamaya çalışan bilimlerle uğraşıyoruz. Türümüz tükenirse, bunların hepsi kaybolacak.

Bu noktada, soyumuz tükenirse bunun bir kayıp olmayacağını, zira geride bu şeylere erişimi olmamanın kayıp sayılabileceği hiçkimsenin kalmayacağını iddia eden mızıkçılar çıkabilir. Bence bu itiraz bu pratiklerle olan ilişkimizi yanlış anlıyor. Bu pratikleri takdir etmemizin ve genellikle de iştirak etmemizin sebebi onlara dâhil olmanın iyi bir şey olduğuna inanmamız, onları buna değer bulmamamızdır. Bizi çeken pratiklerin ve deneyimlerin erdemidir. Bu yüzden, bu pratikler ve tecrübeler yeryüzünden silindiği takdirde dünya için bir kayıp olacaktır bu.

Burada bunun yalnızca bir insanın bakış açısından kayıp olacağı ve neslimiz tükenirse bu bakış açısının da artık varolmayacağı söylenerek itiraz devam ettirilebilir. Bu doğrudur. Fakat tüm bu düşünce dizisi bir insanın bakış açısından gerçekleşmektedir. Burada sorduğumuz soruları felsefenin insan pratiği içerisine yerleştirmeden soramayız. İnsanların gezegenin yüzünden yok olmasının trajedi olup olmayacağını sormak bile insanlarla sınırlı olan normatif bir çerçeve gerektirir.

Öyleyse dönelim ve soruyu diğer taraftan ele alalım, insan soyunun tükenmesinin hem bir trajedi hem de bütünüyle kötü bir şey olduğunu düşünenlerin tarafından. Bu pratiklerin varlığı çevreye ve çevrede yaşayan hayvanlara verdiğimiz zarara ağır basmıyor mu? Türümüzün süregelen varlığını meşrulaştırmıyor, hatta bu denli çok sayıda insandışı yaşama uyguladığımız zulmü onaylamıyor mu?

Bu soruya değinmek için, bir başka soru soralım. Shakespeare’in eserlerini muhafaza etmek için kaç kişinin hayatını gözden çıkarmaya değer? Shakespeare’in eserlerini yok olmaktan kurtarmak için insan kurban etmeye kalkışmamız gerekse, kaç tane insan haddinden fazla olur? Kendi payıma, bence yanıt birdir. Tek bir insanın hayatı bardağı taşırırdı (ya da gereksiz sözlü münakaşaların önününe geçmek için, tek bir masum insanın hayatı), en azından benim fikrime göre. Sayı her ne olursa olsun, oldukça az olacaktır.

Ya da bir teröristin Louvre’a bomba yerleştirdiğini ve müdaheleye ilk gelenlerin müzedeki birkaç kişiyi kurtarmak ile sanat eserlerini kurtarmak arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıklarını varsayalım. Kaçımız ciddi ciddi sanat eserlerini kurtarmayı düşünür ki?

Öyleyse, Shakespeare’i, bilim dallarımızı ve benzerini kurtarmak için insandışı hayatın ne kadar acı çekmesini ve ölmesini uygun görmeye hevesli oluruz? İnsan ile insandışı hayvanların statüsü hakkında böylesine derin bir ahlaki uçurum olduğuna inandığımız takdirde, ortaya attığımız her mantıklı yanıt hayvanlara musallat ettiğimiz zarar ve zulüm tarafından gölgede bırakılacaktır. O kadar çok hayvana o kadar çok uygulanan eziyet var ki, üstelik bunun devam ederek muhtemelen artacağı da son derece kesin bir olasılık; bu da tahsilat defterinin diğer tarafına yerleştirebileceğimiz herşeyi bastıracaktır. Kaldı ki, aramızda böyle bir uçurum olduğuna inanan kimseler, belki de çok sayıdaki şuurlu hayvan dostumuzun yaşamlarının zenginliğine daha da aşina olmalıdırlar. Kendi bilimimiz bizim için bu zenginliği ortaya çıkarırken, ironik olarak kendi sürekli varlığımızın yanı sıra onu da ortadan kaldırmak için bize bir sebep verir.

Bu fikir dikkate alındığında, hâlihazırda burada mevcut olanlarımızın hayvanlara daha fazla eziyet edilmesini önlemek için yaşamlarımıza son vermemizin iyi bir şey olup olmayacağı sorulabilir. Bu soruya nihai bir yanıtım olmamakla birlikte, gelecekteki insanların durumuyla şimdi varolan insanların durumunun birbirinden oldukça farklı olduğunu ayırt etmemiz gerekiyor. Hâlihazırda varolan insanlardan yaşamlarına son vermelerini talep etmek, ölmekle kaybedecek çok şeyi olanlar arasında hatırısayılır derecede güçlük çıkaracaktır. Aksine, gelecekteki insanların varolmalarını önlemek böyle bir acıya neden olmayacaktır, zira o insanlar var olmayacak ve bu yüzden de feda etmeleri gereken bir yaşamları olmayacaktır. O halde, bu iki durum karşılaştırılamaz.

Şu durumda, insanlığın neslinin tükenmesi pekâlâ dünyayı daha iyi bir duruma sokacak ve bu yine de bir trajedi olacak olabilir. Mesele son derece karmaşık olduğu için bunu kesin olarak söylemek istemiyorum. Ama kesinlikle dikkate değer bir olasılık olarak görünüyor ve bu bile kendi başına bana rahatsızlık veriyor.

Bütün bunların bir başka trajik boyutu daha var. Dramatik trajedilerin çoğunda, protagonistin ızdırabı kendi elinden olur. Oedipus’un kendi babasını öldürmesi trajik farkındalığına giden olaylar dizisini başlatır ve Lear’in kızı Cordelia’ya yönelik zorbalığı ölümüne sebep olur. Biz insanların bizzat kendi ellerimizle kendi neslimizin tükenmesine ya da en azından buna yakın bir şeyi getirerek, alışkanlıklarımızla trajik sonumuza katkıda bulunduğumuz da söylenebilir.

.

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: Todd May

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

.

(Yeşil Gazete, New York Times)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.