Hafta Sonu

[Yaşadım Diyebilmek] Beyaz Toros’a bindirilmek ve sonrası – Şahin Tekgündüz

0

İş yoğunluğu matbaanın kapasitesini zorluyor

Odamda gazetelere göz atıyorum. Bir yandan da kulağım alt kattan gelen ritmik seste. Maya kurulalı dört yılı geçiyor. Karaca Ofset’ten aldığımız makineler zaten bir hayli yaşlı. Son yıllarda iki,bazen üç vardiya çalışmaktan iyice yaşlandı, daha sık arızalanıyor ve üretimi aksatıyor. Ana baskı makinemiz Roland’ın sesi odama yansıyor. Zamanla bu ses bende bir takıntı oluşturuyor. Makine çalışırken, alüminyum baskı kalıplarının sarıldığı ‘kazan’ denilen büyük silindirdeki yaşlılık hasarı vuruntu dediğimiz ritmik bir ses oluşturuyor. Bu ses, makinenin hangi hızda çalıştığının da göstergesi. Kesildiğinde ise ya kalıp değiştiriliyor ya da kâğıt yükleniyordur. Biraz sonra o ritmik vuruntu yeniden başlayacaktır. Bu aralıklar uzayınca huzursuzlanıyorum. Makine arızalanmış ya da herhangi bir nedenle üretim durmuştur. Derhal aşağı inip durumu kolaçan ediyorum, arıza varsa ve giderilememişse kolları sıvayıp girişiyorum. Zira işler yoğun, yarattığımız kalite ve güveni riske sokmamalıyız.

Ankara’yı kirleten afişler!

Bir hafta önce de üç vardiya halinde Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği TÖBDER’in ve Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün afişlerini,broşürlerini ve el ilanlarını basıp yorgun düşüyoruz. Bu kuruluşlar, TİP’in de desteğiyle Tandoğan Meydanı’nda büyük bir miting yapıyor, polisin ağır şekilde müdahale edip dağıtmaya çalıştığı mitingde iktidar yerden yere vuruluyor. Miting nedeniyle Ankara’nın ana caddeleri ve meydanları bizim bastığımız rengârenk afişlerle donatılıyor. Mitingin provokasyona uğraması üzerine düzenleyicilerden önemli bir bölümü gözaltına alınıp İskitler’deki Emniyet Genel Müdürlüğü nezarethanesine kapatılıyor. Gözaltına alma ve tutuklamalara tepki büyüyor ve üniversitelere yansıyor. ODTÜ her zaman olduğu gibi sokaklara dökülüp öğretmenleri destekleyen mitingler yürüyüşler düzenleyip polisle çatışıyor. Üst üste demeçler veren siyasilerin bir kısmı destekliyor bir kısmı kınıyor. Yanlış anımsamıyorsam o dönemin Ankara Valisi Vecdi Gönül, “Başkentin meydanlarını ve sokaklarını kirleten bu anarşist afişlerin sahipleri hesap verecektir” mealinde bir demeç veriyor büyük tepkiye neden oluyor.

Kulağım seste gözüm önümdeki gazetelerde iken bahçeye bir beyaz Toros girdiğini fark ediyorum. Üstelik kapısında da POLİS yazıyor. Tamam, beklenen an geldi, aslında geç bile kaldılar diye geçiriyorum içimden. İki genç polis iyi günler diyerek masamın önündeki koltuklara oturuyorlar. Durumu fark eden Özkan Taner’le Kenan Bulut da dalıyorlar odaya. Polislerden biri “Önemli bir şey yok,normal denetim, Derleme Defteri’nizi görebilir miyiz?” diyor. Kenan hemen camlı dolaptaki kalın, ciltli defteri çıkarıp önlerine koyuyor. Matbaalar için yıllardır devam eden bir uygulama var. Hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum. Basılan her işten birer örnek en geç üç gün içinde aralarında Emniyet Müdürlüğü, İl Emniyet Amirliği, Basın Yayın Genel Müdürlüğü, basın savcılığı, İçişleri Bakanlığı, Milli Kütüphane’nin de bulunduğu ondan fazla devlet birimine imza karşılığında teslim ediliyor; aksatmanın önemli cezaları var. Biz TİP ve sol örgütlere de hizmet verdiğimiz için dağıtım ve Derleme Defteri konusunda çok titiz davranıyoruz. Dağıtım işinin sorumlusu Kenan Bulut; çocuğun oradan oraya koşuşturup imza toplamaktan canı çıkıyor, ama işini hiç aksatmıyor. Çaylarını yudumlayan polisler defteri dikkatle incelerken ben gerekli bilgileri ve bu konuda ne kadar titiz davrandığımızı anlatıyorum. TÖBDER ve TÖS afişlerini soruyorlar; Kenan anında gösteriyor defterdeki imzaları. Biz Doğrucu Davut’uz ya, Kenan kitaplıktaki büyük ve kalın iki kitabı önlerine koyup sayfalarını açarak, polis ağzıyla “Amirim bir tek ikinci baskı olan bu teknik kitapları dağıtıma sokmadık, içinde çizimlerle resimler var sadece” diyor. Polislerin gözü parlıyor. Biri suç delili bulmanın büyük mutluluğu içinde “Bunları ve derleme defterini alıyoruz Şahin Bey, endişelenmeyin iade edeceğiz” diyor ve ayrılıyorlar. Götürdükleri kitaplar Devlet Güzel Sanatlar Akademisi öğretim üyesi Profesör Utarit İzgi’nin, kalın ve lüks kağıda basılmış PENCERE adlı teknik kitaplarının ikinci basımları. Çok pahalıya mal oldukları için sadece bir takı kendi arşivimiz için alıkoymuştum. Kenan’a gösterdiği saflık nedeniyle bir şey söyleyemiyorum ve bu netameli günde iyi sınav verdik galiba diyerek derin bir nefes alıyorum. Ama aklım giden kitaplarda kalıyor ve saf saf, bu kitapları herhalde ne kadar titiz davrandığımızı âmirlerine kanıtlamak için aldıklarını düşünmek istiyorum.

Türk polisi kül yutmaz

Günlerden Cuma, herkes hafta sonunu planlarken ben mahzunum, çünkü iş yoğunluğu nedeniyle cumartesi pazarı da büyük ölçüde matbaada geçireceğim. Meğer beterin beteri varmış da farkında değilmişim. Akşama doğru alt katta basılan işleri kontrol ederken çaycımız Nusret ürkek ürkek yanıma yaklaşıyor, iki polisin yukarıda beni beklediğini söylüyor. Herhalde derleme defteriyle aldıkları kitapları getirdiler saflığı ile çıkıyorum yukarıya. Polisler ayakta bekliyor. “Şahin Bey, müdüriyete kadar gideceğiz sizinle” diyorlar. Bu davet, durumun boka sardığını göstermeye yetiyor ama yine de moralimi bozmadan nedenini soruyorum. Bilemeyiz deyip geçiştiriyorlar. Bir anda herkes binanın önünde toplanıp polisleri soru yağmuruna tutuyorlar ama onlarda tıs yok. Bu sırada Özkan yanıma yaklaşıp, “Sakın moralini bozma, şimdi gereken yerlerle görüşmeye başlıyoruz” deyip cebime elli lira sıkıştırıyor. Neyse ki ellerimi kelepçelemiyorlar. Yol boyunca herhangi bir açıklamada bulunmuyorlar.

Emniyet Müdürlüğü’nün İskitler semtindeki sekiz katlı çirkin binasına giriyoruz. Beni biraz bekletip loş, soğuk ve sigara dumanı dalga dalga dolaşan bir odaya alıyorlar. Ortada büyükçe bir masa ve etrafına altı yedi polis. Beni tepeden tırnağa süzdükten sonra masanın ucundaki boş sandalyeyi gösterip oturmamı söylüyorlar. Polislerden biri kapıda bekleyen polise “Hamza bize sekiz çay!..” diye sesleniyor. Derleme defterimiz ve Pencere kitapları masanın başında oturan orta yaşlı polisin önünde. Ona baktığımı görünce laubali ve alaycı bir ifadeyle, “Ne yapmışsın sen böyle yav, memleketi ayağa kaldırdın! Meydanı boş mu sandın?”diyor. Hafifçe tebessüm etmem üzerine “Aklı başında gibi görünüyorsun, bir de gazeteciymişsin galiba, ama yemedik halt da bırakmamışsın. Ayıp değil mi, yakışıyor mu sana yasak şeyleri kaçak kaçak basıp da meydanları anarşistlere, komünistlere bırakmak, ayıp ayıp…” diyor. Bir şeyler söylemem lazım. Son derece ölçülü bir sesle “Efendim hiç kaçak bir şey basmıyoruz, bastıklarımızın hepsini de size ve ilgili mercilere imza mukabili teslim ediyoruz… Derleme defterimizi gördünüz…” diyorum. Bu sözlerim üzerine o sakince konuşan adam birden celalleniyor, derleme defterini masanın ortasına fırlatıyor ve kükrüyor. “Sahte imzalarla mı? Bu defterdeki bütün imzalar sahte, sen kimi kandırmaya çalışıyorsun!” diye bağırıyor. Efendice davranmanın işe yaramadığını kestiriyorum ve kendimden beklemediğim bir cesaret, belki de öfkeyle ayağa kalkarak “Memur Bey, bu defterde on beşe yakın resmî mercideki yetkilinin imzaları var, siz nasıl bunların hepsinin sahte olduğunu iddia ediyorsunuz?.. Biz Ankara’nın merkezinde beş yıldır açık açık faaliyet gösteren ve bütün yükümlülüklerini yerine getiren bir matbaayız, bizi böyle suçlayamazsınız!” diyerek yerime oturuyorum. Bu sözlerim birkaç saniyelik bir sessizliğe neden oluyor. Sözlerime tepki çok farklı ve çok sert oluyor. “Muharrem anlaşılan konuşacak bir şey yok, atın bunu nezarete de kafa tutmanın ne demek olduğunu öğrensin!” diye bağırıyor. Yanımdaki iki polis kollarımdan tutup odadan çıkarıyor beni.

Nezarette misafir olmak

Her tarafından gacır gucur sesler gelen büyük bir asansörle yavaş yavaş çıkıyoruz Emniyet Müdürlüğü’nün hücreleri, işkenceleri ve intihar olaylarıyla ünlü altıncı katına. Asansörde birlikte çıktığımız Muharrem adlı polis memuru son derece saygılı davranıyor. Kata girince koridorun sağında peş peşe sıralanmış,dikiz pencereli küçük kapılar görüyorum. Merakımı fark eden Muharrem bunların geçici hücre kapıları olduğunu söylüyor, sırtımdan aşağı soğuk bir ter iniyor. Çift kanatlı bir kapıdan genişçe bir yere giriyoruz. Karşıdaki pencerelerden karanlık basmış şehir görünüyor. Pencerenin önünde büyükçe bir masanın başında telefonla konuşan iri kıyım bir polis oturuyor. Önünde yıpranmış iki koltuk. Muharrem “Rüstem Şahin Bey bu gece senin misafirin, gazeteci matbaacıdır kendileri” diyor. Bu gazeteci matbaacı tanımlamasında bir uyarı gizli gibi geliyor bana. Belki bu nedenle bana kötü muamele yapmazlar diye düşünüyorum. Polis Rüstem telefonu kapatıyor, elimi sıkıp hoş geldiniz diyor ve Muharrem’in elindeki tek sayfalık tutanağımsı belgeyi alıp önündeki kütük defteri gibi büyük deftere işliyor; sorduğu birkaç soruya cevap veriyorum. Biraz sonra sol taraftaki büyük kapıyı açıyor ve beni içeri alıyor.Uzunlamasına büyük bir salon ve sıra sıra ahşap kanepelerle dolu. Geceyi bu kanepelerde geçireceğimi söylüyor. Benden başka kimse yok. Kanepenin birisine oturup olacakları beklemeye başlıyorum.

Akşam ilerlemiş saat yediye yaklaşıyor. Rüstem kapıyı aralayıp, Karadeniz şivesiyle kendisine etli pide getirteceğini, istersem benim için de isteyebileceğini söylüyor. Biraz sonra onun masasında üzeri yumurtalı etli pidelerimizi sohbet ederek yiyoruz. Rüstem Giresunlu. İki yıl önce askerliğini Polatlı’da yapmış ve orada tanıdığı bir hemşehrisinin kızıyla evlenmiş, askerlikten sonra da polis olmuş. Cüssesiyle bağdaşmayan, sempatik ve hoşsohbet bir delikanlı. Nezarete çok fazla öğrenci getirildiğini ve hep tek kişilik hücrelerde tutulduklarını,daha sonra binanın bodrum katlarında bulunan asıl hücrelere aktarıldıklarını anlatıyor ve “Abi onların hepsine bacım kardeşim gibi yardım ederim, ihtiyaçlarını karşılamaya, bizim uşaklar kötü davranışlarını engellemeye çalışırım” diyor. Onun bu sözleri beni duygulandırıyor. O sırada benim niçin getirildiği merak ediyor ve anlatıyorum. Aramızda sıcak bir ilişki, âdetâ dostluk oluşuyor. Hiç ihtimal vermediği halde telefon edip edemeyeceğimi soruyorum, masasındaki telefonun santrala bağlı olduğunu ve dışarıyla konuşmanın mümkün olmadığını söylüyor. Saat ona yaklaşırken, “Abi bugün seni yormuştur bizimkiler. İçeri de şansından boş bu gece, sana bir yer ayarlayalım da dinlen biraz, nasıl olsa pazartesiye kadar bizim misafirimizsin” diyor. Sonra iki kanepeyi birleştiriyoruz, içerideki dolaptan üç battaniye getiriyor, birisini yatak gibi kanepelerin üzerine yatak gibi yayıyoruz, iki battaniyeyi de üzerimi örtmem için veriyor. Geceyi birkaç bağırış çağırış ve gürültü patırtı dışında rahat geçiriyorum.

Bürokrat yalakalığı midemi bulandırıyor

Sabah erken uyanıyorum. Saat sekize geliyor, ortalık sessiz. Ben uyurken salona iki kişi daha alınmış, biri horlayarak uyuyor. Sessizce dışarı çıkıyorum. Rüstem simitle çay içiyor. Beni görünce “Günaydın abi, uyuyabildin mi?” diye soruyor ve yanındaki etajerden bir tabak üzerinde iki simit çıkarıp koyuyor önüme. Biraz sonra çay da geliyor. Teşekkür edip simidimi yerken Rüstem’in telefonu çalıyor, “Baş üstüne amirim, hazırlanmasını söylerim, emriniz olur âmirim…” deyip bana dönüyor ve “Abi Birinci Şube Müdürü İbrahim Bey geliyormuş, o buraya pek gelmez, senin için geliyor olmasın? Hem de bugün cumartesi” diyor. Bu gelişme beni de şaşırtıyor. Simidimi ve çayımı bitirip salona geçiyorum. Asansör gürültüsünün peşinden “Burada gazeteci bir misafirimiz varmış, iyi ağırladınız mı beyefendiyi evladım…”diyen birisinin sesi geliyor dışarıdan. Bu sözler bir iltifatı mı, yoksa alayı mı ifade ediyor kestiremiyorum. Biraz sonra salonun kapısı açılıyor ve arkasında iki polisle, orta yaşlarda, uzun boylu, zayıf, gri elbiseli biri giriyor içeriye. Ayağa kalkıyorum. Salonun arkalarında birkaç kişi daha var,onlar da kalkıyor. Bana doğru yaklaşıp elini uzatıyor ve “Gazeteci Şahin Bey sizsiniz değil mi, ne kadar endişe etmişsiniz beyefendi, hizmette bir kusur mu edildi? Neredeyse Ankara’yı ayağa kaldırmışsınız, sakin olun efendim sakin olun…” diyor. Söyleyecek söz bulamayıp elini sıkıyorum. Sonra yanındaki polislere bir şeyler söylüyor, birisi emredersiniz müdürüm diye fırlıyor. “Şimdi burada sizin kısa bir ifadenize başvuracağız ve mesai başladığında da nöbetçi basın savcısına göndereceğiz. Buyurun oturun, rahatsız olmayın…” diye devam ediyor iltifatlarına. Kırk yıllık ahbapmışız gibi işlerin nasıl gittiğiyle, özel hayatımla, çoluk çocukla dolu düzmece bir sohbet saldırısına mâruz kalıyorum. Biraz sonra küçük bir masa, Remington bir daktilo makinesi ve ufak tefek bir polis giriyor içeri ve hemen tezgah kuruluyor. Bilinen her şeyi bir kez daha tekrarlıyorum, işimizi ve sorumluluklarımızı ne denli önemseyerek çalıştığımızı anlatıyorum. Daktilodan çıkan tutanağı imzalıyorum. İbrahim Bey, “Bir saat kadar sonra arkadaşlar sizi basın savcısına götürecek, geçmiş olsun, inşallah bir daha misafir etmek zorunda kalmayız sizi” diye gizli bir tehdit savuruyor ve elimi sıkarak ayrılıyor. O gittikten sonra Rüstem yanıma gelip, “Abi arkan baya kuvvetliymiş, hadi geçmiş olsun” diyor.

Yine bir beyaz Toros’tayım. Üç polisle birlikte Anafartalar Caddesi’ndeki Adliye Binası’na gidiyoruz. Polislerin üçü de bana geçmiş olsun diyor, yanıt vermiyorum. Tarihi Adliye binasının ikinci katındayız. Kürsüde genç bir savcı oturuyor. Kimlik tespitinden sonra önündeki ifade tutanağını okuyor. Polislerden, tutanaklarda adı geçen derleme defterini ve Profesör Utarit İzgi’nin derlemeye sokulmayan PENCERE kitabını istiyor. Derleme defterini kısaca inceledikten sonra kitabı karıştırıyor, bazı sayfalarına dikkatle bakıyor. Sonra bana Pencere kitabını niçin dağıtıma sokmadığımızı soruyor. İlk baskısını defterde de görüldüğü gibi, ilgili kurumların hepsine imza karşılığında teslim ettiğimizi, hem baştan sona teknik bir kitap olduğu ve de çok pahalıya mal olduğu için ikinci baskıyı dağıtıma sokma gereği duymadığımızı anlatıyorum. Parmağını sallayarak “Olmadı bu” diyor ve devam ediyor.

Beyefendi kanun kanundur, yönetmelik de kanun hükmünde bir belgedir, onları kendi keyfimize göre yorumlayamayız. Yönetmelik basılan her şey şu noktalara imza mukabili teslim edilecek diyorsa gereğini yerine getirmekle yükümlüyüz, anlatabildim mi?.. Yoksa şu cumartesi günü üç polis sizi apar topar karşıma dikiverir, bir daha tekerrür etmesin, size on beş lira ceza yazıyorum. Sakın bunu da altı üstü on beş lira ne önemi var deyip ödememezlik etmeyin, bu defa sizi hapisle tecziye etmek zorunda kalırım”diyor. Savcı bu hukuk dersinden sonra polislere dönüyor ve bir ders de onlara veriyor:

Size ne demeli bilemiyorum, insan utanır biraz. Sadece şu masum kitabı dağıtıma göndermedi diye matbaanın sahibini içeri almalısınız. Şu Ankara baştan sona merdiven altı matbaayla dolu, yedikleri haltın haddi hesabı yok. Ticanilerin risâlelerinden tutun da dolandırıcıların el ilanları, kitapları, broşürleri, anarşistlerin bildirileri afişleri ortalıkta dolaşıyor, yüz kızartıcı müstehcen yayınları hiç saymıyorum bile, durum böyle iken siz onların peşine düşmüyor, benim karşıma bir beyefendiyi çıkarıyorsunuz. Şimdi Şahin Bey’i arabanıza bindirip, aldığınız yere kadar götüreceksiniz tamam mı?” Bu sözleri dinlerken içim buz gibi oluyor.

Yarım saat kadar sonra koltuğumun altında derleme defteri ve Pencere kitabının iki cildi, savaş kazanmış bir komutan gibi matbaanın önünde buluyorum kendimi. Bir anda çevrem iş arkadaşlarım ve birçok yakın dostumla sarılıveriyor. Karıma haber verdikleri için o da aralarında. Sarılıp kucaklaşıp geçmiş olsun dileklerini dinledikten sonra üst kata çıkıyoruz ve beni nasıl kurtardıklarını anlatıyorlar. Geç saatlere kadar Emniyet’in akla gelen bütün birimleri benim gözaltına alındığımı doğrulamıyor ve kayıtlarımızda böyle birisi yok diyor. O günlerde ülkücü tosuncukların ya da derin devlet militanlarının polis kisvesi altında kaçırdıklarının nasıl kayıplara karıştığı bilindiği için büyük panik yaşanıyor. Bunun üzerine tanıdık gazeteciler aranıyor. İlhami Soysal, Mustafa Ekmekçi, Teoman Erel, Uluç Gürkan, Mehmet Arif Demirer ve daha birçokları…

Asıl önemli olan ve hafta başı beklenmeden salıverilmemi sağlayan hiç aklımın köşesinden geçirmediğim birisi, dönemin İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk. Asiltürk, ortağım Özkan Taner’in eşi Sönmez’in babası Mustafa Akçalı ve amcası Cevdet Akçalı’nın yakın dostu. Durum ona aktarılıyor ve ilgilenmesi isteniyor. Saat on ikiye doğru da sabah serbest bırakılacağım haberi geliyor. Herkes derin bir nefes alıyor. Sonuçta Birinci Şube Müdürü’nün söylediği gibi, İçişleri Bakanı dâhil Ankara’yı ayağa kaldırıyoruz.

Şahin Tekgündüz 

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.