Günün ManşetiKadınManşet

Feminist Distopyan Edebiyat: Kadınların öfkesi ve kaygısı için bir kanal

0
Yüksek yargı adayı Brett Kavanaugh senato duruşma salonunda ifade verirken protestocular "Handmaid's Tale" kostümleri içindeler.

The New York Times’da Alexandra Alter imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Karya Ayyıldız‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Sophie Mackintosh’un sarsıcı romanı “The Water Cure” basit, netameli bir sorundan yola çıkıyor. Ya erkeklik gerçekten zehirleyiciyse.

Issız bir adada izole edilmiş üç kız kardeş, kadınların hastalanmasına neden olan bir salgından ayrı tutularak yetiştiriliyorlar. Kardeşler, erkeklerin kadınlara bulaştırabildiği bu toksinlerden kendilerini korumak için, boğulma tatbikatı yapmak, tuzlu su içmek ve kendilerini aşırı sıcağa ve soğuğa maruz bırakmak gibi şeyleri içeren arındırıcı ritüelleri yerine getiriyorlar. Tüm bunların yanı sıra erkeklerle temasa geçmekten kaçınmayı öğreniyorlar.

Az önce okuduğunuz, Sophie Mackintosh’ın sarsıcı çıkış romanı, “The Water Cure”un tüyleri ürperten öncülü. Roman, bir yandan çağ ötesi, bir yandan da korkutucu bir şekilde alışkın olduğumuz bir hikaye gibi geliyor. Ortaya çıkışı ise basit, uğursuz bir soru: ya erkeklik geçekten de toksikse?

ABD’de ocak ayında çıkacak olan ve Man Booker Ödülü için uzun zamandır listede olan “The Water Cure”, yaygınlaşan cinsiyet eşitsizliği, kadın düşmanlığı ile kadına karşı şiddet, üreme haklarının aşınması ve kurumsallaşmış cinsiyetçiliğin doğurduğu uç sonuçlar gibi rahatsız edici konuları gündeme getiren çağ ötesi çalışmaların arasına, kadın merkezli distopyan edebiyat dalgasına katılmıştır.

Bu konular Mackintosh için hiç de rahatsız edici gelmiyor.

Toksik ataerki fikrini kurarken daha somut ve fiziksel yapmaya karar verdim çünkü bazen gerçekten fiziksel hissedilebiliyor,” diyor Mackintosh. “Bir facia yaratmam gerekiyormuş gibi hissetmedim çünkü hali hazırda gerçekleşen bir facia var.”

Bu kutsal feminist distopyan kurgu, içinde Mackintosh, Naomi Alderman, Leni Zumas ve İdra Novey gibi geleceği parlak roman yazarlarını, aynı zamanda Louise Erdrich ve Joyce Carol Oates gibi bu işin ünlü isimlerinin kitaplarını barındırıyor. Diğer yazarları ise kadın haklarının belirsizliği ve cinsiyet eşitliği adına atılan ileri adımların geriye dönmesi veya durdurulması gibi konularda düşünmeye itiyor.

Bu yeni distopyan hikayelerin çoğu gelecekte yer alıyor, buna rağmen günümüzün, yani aynı düşünen kadınların ve erkeklerin cinsiyet rollerini değiştirmekle ve MeToo hareketinin karışık ve halen daha devam eden sonuçlarıyla boğuştuğu zamanın öfkesine ve kaygılarına kanal oluyorlar. Oldukça yüklü ve polarize eden, rekor sayıda kadının siyasete katıldığı ve makamlarda yer almaya başladığı ve daha da fazla kadının cinsel istismar ile tacize ses çıkardıkları bir zamanda, bunlar cuk diye oturuyor.

Hem yeni hem de klasik distopyan romanlar, cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili rahatsızlığın arttığı bir dönemde, okuyucular ve eleştirmenler arasında yankı uyandırmakta. Alderman’ın sapkın feminist bir kurgu olan ve kadınların elektro şok verme yeteneğine sahip oldukları bir dünyada geçen “The Power” isimli romanı, yüz binlerce nüsha satmış ve bir televizyon dizisi olarak uyarlanma sürecinde.

Aynı zamanda okuyucular, günümüzün siyasi ikliminde yeni bir önem kazanmış olan bu türün klasiklerine de kucak açıyorlar. Margaret Atwood’un 1985 yılında yazmış olduğu, kadınların üretim makinesi gibi kullanıldıkları gelecekteki teokratik bir devlette yer alan romanı “The Handmaid’s Tale”, 2017’den beri ABD’de 3.5 milyondan fazla nüsha satmış, toplam satışı 5 milyonu geçmiş ve ödüllü bir televizyon dizisi olarak uyarlanmıştır.

Son zamanlarda Atwood’un kurgu distopyası gerçek hayattaki siyasal eylemleri de etkilemiştir, kadınların kürtaj ve sağlık hizmetlerine ulaşma hakkını elinden alan politikaları protesto etmek üzere eylemciler, kırmızı pelerin ve beyaz boneler ile hizmetçiler gibi giyinerek ülke çapındaki eyalet merkezlerinde toplanmışlardır. Eylül ayında, ABD Yüksek Mahkemesi üyeliği bulunan, cinsel tacizde bulunmaktan suçlanan ve Roe v. Wade davasını alt üst edebilecek kararda oy hakkına sahip olan Brett M. Kavanaugh’nun ABD senatosundaki duruşması sırasında kırmızı pelerinli bir grup eylem yapmıştır.

Yüksek yargı adayı Brett Kavanaugh senato duruşma salonunda ifade verirken protestocular “Handmaid’s Tale” kostümleri içindeler.

Senatodaki son eylemleri düzenleyen liberal savunma grubu Demand Justice danışmanlığı yapan Lori Lodes, “İçinde bulunduğumuz zaman birçok kadın için korkutucu zamanlar ve Margaret Atwood’un yaratmış olduğu hikaye bu korkuyu çok iyi ifade etmekte,” demiştir.

İlerleme bir hayaldir’

Kadınlar yüz yıllardır Distopyan kurgular yazıyorlar. Bilim kurgu ve fantezi türündeki en etkileyici kadın öncülerden, Ursula K. Le Guin, Octavia Butler ve Angela Carter dahil bazıları, bu türü cinsel kimlik ve kısıtlamaları üzerine yazmak için alan olarak kullanmışlardır.

Son dönemdeki feminist distopyan çalışmaların yaygınlaşması da bu edebiyat şekli üstüne kuruludur. Bu çalışmalar, bilim kurgu objektifinden güncel kaygıları geleceğe yansıtarak, bir yandan da geçmişe atıfta bulunmakta.

Bir röportajda Atwood kitapları şöyle anlatmıştır, “Onlar ben bu durumda olsaydım, ne yapardım kitpları gibi. Yani, nasıl? Veya ben ne yapardım? kitapları da diyebiliriz.” Ayrıca şunu da ekliyor, “Tarihin her zaman gelişme göstereceği düşüncesi bir hayalden ibaret.”

Romanlardan bazıları siyasal eylemsizlik ile rahatlık ve kadınların eşitliğinin bir gün kısıtlanmış olabileceğine karşın bir uyarıcı niteliğinde olmak için yazılmıştır.

Kasım ayında çıkacak olan romanı “Hazards of Time Travel”da Joyce Carol Oates, neredeyse abartısız bir yaklaşımla zamanın kadın hakları aleyhine dönebileceğini anlatmıştır. Roman, öğrencilere erkeklerin kadınlardan yüksek IQ’ya sahip oldukları öğretilen gelecekteki otokratik bir ABD’de başlıyor ve okullardaki rejimi sorguladığı için hainlikten tutuklanan genç bir kadının üstünde yoğunlaşıyor. Cezası ise, 1959 Wisconsin’ine ışınlanarak yeniden eğitilmesi ve daha söz dinler hale getirilmek.

Christina Dalcher’in yakın zamandaki çıkış romanı “Vox”da aşırı derecede muhafazakar siyasal bir parti ABD kongresinin ve Beyaz Saray’ın başına geliyor ve kadınların itaatkar ev hanımları olmalarına dair yasa çıkartıyor. Artık kızlara okuma veya yazma öğretilmiyor, kadınların siyasi alanlarda çalışmaları veya yürütmeleri ve hatta kendilerini ifade etmeleri bile yasaklanıyor.

Emekli bir dil bilimci olan Dalcher, 2016 seçimlerinden sonra ülke çapında gerçekleşen kadın yürüyüşlerinden etkilendiğini söylüyor.

Bu olanları izleyip göz devirerek, keşke bir sussalar, diye düşünen tonlarca insan olmalı diye düşünmüştüm,” diyor. “Bir insanın itaat etmesini sağlamanın onu insan yapan tek şeyi, dili, elinden almaktan daha iyi ne olabilir ki?”

Biz Zaten Bir Distopyadayız”

Son zamanlarda birçok distopya romanı, tıpkı “The Handmaid’s Tale” gibi doğurganlığın toplumun gözünde kadını nasıl tanımladığı ve devletin doğumu manda altına alması ve kontrol etmesi halinde nelerin olabileceği üzerinde durmaya başlamıştır.

Leni Zumas, kürtajın ve tüp bebeğin yasal dışı olduğu ve embriyoların “yaşama hakkı” ile kutsallaştırıldıkları yakın gelecekteki ABD’de geçen son romanı “Red Clocks”ı yazmaya başladığı dönemde hamile kalmaya çalışıyordu. Bu hikayesinin fikrine, doğum tedavilerini araştırırken tüpte döllenmenin yasa dışı olmasına yönelik referanslarla karşılaşmasıyla ulaştığını söylüyor.

Romandaki olayları sıradan ve böylece daha korkutucu yapmak oldukça bilinçli bir şeydi,” diyor. “Dünyaya feminist bir objektiften bakmakla ilgili şeylerden biri zaten bir distopyada yaşadığımızı görmektir.”

Louise Erdrich ise, insanlığın geleceğini tehdit eden dehşet verici biyolojik bir olaydan sonra devletin hamile kadınları toplayıp, bebeklerine el koyması üzerinde duran “Future Home of the Living God” kitabında, üreme ve kadının fiziksel otonomisi konularına kıyamet senaryosu gibi bir bakış açısıyla yaklaşıyor.

Erdrich kitabını yıllar önce dördüncü kızına hamileyken yazmaya başlamış, kitabı yazmayı bir kenara bırakmıştı ta ki 2016 yılı başkan seçimlerine, Cumhuriyetçi merkezli bir Kongre ve Beyaz Saray’a ve de liberal eylemcilerin kadının üreme haklarının potansiyel bir tehdit altında olmasına dikkat çekmelerine kadar. Erdrich, on yıllar önce kadın özgürlüğü hareketi ile kazanılanların kaybedilmesi durumunda dünyanın bir yere dönüşeceği ile ilgili endişelenmeye başladı.

Erdrich yazdığı bir e-postada, “Kadın hakları için mücadele etmek, boyun eğmeyecek bir mücadeledir,” yazmıştır. “Kızlarımın insanlığın kalkınması sürecinin yıkımıyla yaşaması gerekebileceğini fark ettim.” diyor.

““The Handmaid’s Tale”de izlediklerimizden bile kötü”

Kadın odaklı kurgudaki dalgalanmalar Kuzey Amerika’ya ve Birleşik Krallığa kadar uzanmış durumda. Batıdaki yazarlar distopik mecazları kadın hakları adına yapılan ilerlemelerin geriye dönmesi halinde ne olacağını incelemek için kullanırken, Orta Doğu ve Asya’daki bazı yazarlar bölgedeki kadın baskısına dikkat çekmek için kullanıyorlar.

Maggie Shen King’in çıkış romanı “An Excess Male”, 2030 yılında Çin’de geçiyor, ele aldığı konu ise fetüslerde cinsiyet tercihiyle kürtaja yol açan Çin’in eski tek çocuk politikası. Shen King’in romanında bu politika, çoğunluğu oluşturan, kendilerine eş bulamayan 40 milyon erkeğin ortaya çıkmasına ve kadınların devlet tarafından birden fazla erkekle evlendirilmeye zorlanmalarına sebep oluyor.

Benzer bir düşünceyle yola çıkmış bir başka roman ise, Pakistanlı yazar Bina Shah’ın yeni romanı, “Before She Sleeps”. Roman, nükleer savaştan çıkmış otokratik bir güneybatı Asya ülkesinde ortaya çıkan ve milyonlarca kadının ölmesine neden olan genetik mutasyon salımı sonucu oluşmuş bir rahim ağzı kanserini ele alıyor. Devletin nüfusu tekrar kaldırma çabası ile kadınlar birden fazla erkekle evlenmeye ve üçüzler, hatta beşizler doğurmalarına sebep olan doğurganlık hapları almaya zorlanıyorlar. Shah, “cinsiyet krizi” fikrine Hindistan ve Çin’deki cinsiyet tercihiyle kürtaj ve kız bebeklerinin öldürülmesi haberlerinden kapıldığını söylüyor. Birçok gelenekçi ve kabile toplumunda olduğu gibi, kadınları “kutsal kaynaklar” olarak gören ama buna rağmen onlar üzerinde baskı kuran bir toplum canlandırdığını söylüyor.

Ataerkil düzende, kadınlar her zaman kaybeden taraf olmuştur,” diyor Shas. “Şu an Suudi Arabistan, Pakistan ve Afganistan’da olanlar, “The Handmaid’s Tale”de olanlardan çok daha kötü.”

Feminist distopyan kurgunun koruyucu azizi haline gelmiş ve türü genişletmeye devam eden genç yazarlara ilham olmuş Atwood için “The Handmaid’s Tale”e duyulan ilginin yeniden doğması, kadın hakları savunucularının romanındaki dili ve imgeleri, kadın düşmanlığına karşı çıkmak adına kullanmaları açısından hem ilham verici hem de sıkıntı veren bir durum olmuştur.

Kitabı yazdığımda, bu tarz eylemlere gerek duyulmayacak bir durumda olacağımızı ummuştum,” diyor Atwood. “Kadın bedenini ABD’nin bir malı haline getirmeye yönelik toplu bir baskı söz konusu.”

Öte yandan, ifade özgürlüğünün olmadığı totaliter bir devlette mümkün olmayacak bir senaryonun, yani distopyan kurguyu okuyanların ve yazanların sayısının artmasıyla rahatlamış hissediyor.

Bunları okuyabiliyor olmamız bile henüz bir şeylerin o kadar kötü olmadığını gösterir,” diye ekliyor.

 

Makalenin İngilizce Orjinali

Yeşil Gazete için çeviren: Karya Ayyıldız

 

(Yeşil Gazete, The New York Times)

You may also like

Comments

Comments are closed.