Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek[ Absürt bir serüven ve mutlu son 3 – Şahin Tekgündüz

0

Zorlu ama keyifli günler 

Haluk Yetiş’e gönderdiğimiz şartlarımızı bildiren mektuba dört gün sonra ekindeki sözleşmeyle birlikte yanıt geliyor. “Şahin Bey, göndereceğiniz kaparoya, nakliye ve montaj giderlerini karşılamak üzere lütfen yedi bin beş yüz lira daha ekleyin ve bu meblağı, ikinci ödeme olan yirmi beş bin liradan mahsup edin. Bu değişikliği de ihtiva eden sözleşme ekte, ben de önümüzdeki hafta Ankara’ya geleceğim; müsait olursa Orhan Hekimoğlu da benimle gelecek, yeri görmek istiyor, etraflıca konuşuruz. Hayırlı olsun…” (O yıllarda telefon ve telgraf dışındaki en seri haberleşme aracı, üzerinde ‘Par Avion’ yazan özel zarflar içinde uçakla gönderilen mektuplardı.)

Güzel sekreterimiz Öjeni Levi’nin “Şahin Bey gözünüz aydın, sonunda sizin dediğiniz oldu, tebrik ederim” diyerek önüme koyduğu sözleşmeyi dikkatle okuyorum. Kaparoyla birlikte ödenmesi istenen yedi bin beş yüz lira dışında benim gönderdiğim şartların tümü cümlelere bile dokunulmadan sözleşmeye aktarılmış. Yapılacak iş, Eskişehir’den sağlanan yirmi sekiz bin lirayı, yedi bin beş yüz lira ekleyerek İstanbul’a havale etmek. O dönemin altyapı inşaatlarında önemli bir firma olan Kiska Holding müşterimiz. Bağlı şirketlerinden Sutek’in ortağı ve yöneticisi Cevdet Kösemen ise aynı zamanda ‘abi’ diye hitap ettiğimiz yakın dostumuz. Ondan, devam eden işle ilgili bir ön ödeme istemeye karar veriyoruz. Cevdet Abi matbaa kurduğumuzu öğrenince bizim istediğimizin iki katı ödeme yapıyor ve İstanbul’un beklediği kaparoyu havale edebiliyoruz. Önümüzdeki ikinci sorun Orhan Hekimoğlu gelmeden matbaanın kurulacağı yeri bulmamız. Küçükesat’taki bina sahibinin avukatıyla bir an önce  görüşmem lazım.

Bu arada Nihat Asyalı ve eşi Süheyla’ya aylar önce ailece verdiğimiz bir söz var. Süheyla Merkez Bankası’nın dış ilişkiler bölümünde çalışıyor ve hemen her yaz tatillerini bankanın Gümüldür’deki tesislerinde geçiriyorlar. Temmuzun başlarındayız. Ağustos ayı için bizi de davet ediyorlar; Hacettepe Hastanesi ameliyathaneler baş hemşiresi olan eşim bir ay süreyle tesisin hemşireliğini üstlenecek ve herhangi bir ücret ödemeyeceğiz. Bir yandan matbaa satın almanın bir yandan da tatili bedavaya getirmenin çelişkileri içindeyim. Gümüldür’e gidebilmemiz için matbaanın taşınıp kurulması ve deneme baskısının tamamlanması gerekiyor. Önümüzde dağ gibi sorunlar beni bekliyor. Matbaanın İstanbul’dan gelecekler dışındaki eksiklerini tamamlamak, kadrosunu oluşturmak ve en önemlisi de müşteri ve iş bulmak… Başıma ne büyük dertler açtığımı düşündükçe uykularım kaçıyor.

Çözüm rakı masasında

Küçükesat’taki binanın sahibinin avukatı Gültekin Bey’in adını bir yerlerden hatırlıyorum ama bir türlü çıkaramıyorum. Kafamdaki soruyu akşam karım cevaplıyor. Gültekin Bey, onun yakın arkadaşı Hamiyet’in kocası. Altı ay kadar önce bir başka arkadaşının Balin Otel’deki düğününde büyük bir yuvarlak masada birlikte olmuşuz. Gerekirse bu tanışıklığı kullanacağımı düşünüyorum ve onu, maun lambriler, mobilyalar, deri koltuklar ve pahalı halılarla döşeli yazıhanesinde ziyaret ediyorum. O dekora uyacak yapıda ve kiloda ve genç denilecek yaşta bir Laz. Yeniden tanışma ve hal hatır sormadan sonra konuya giriyoruz; müvekkilinin on beş bin lira kira, bir kefil ve üç aylık peşin istediğini söylüyor. Tahmin ettiğim bir durumla karşılaştığım için şaşırmıyorum. Binayı bu şartlarda kiralayabilmemiz elbette mümkün değil. Yeni bir yatırım içinde olduğumuzu, ancak on bin lira kira ödeyebileceğimizi üç aylık peşin de veremeyeceğimizi, kefil bulmanın ise sorun olmadığını anlatıyorum. Gültekin Bey mülk sahibi Hüsamettin Bey’in yakın akrabası olduğunu, teklifimizi ileteceğini ama kabul edilmesini pek mümkün görmediğini söylüyor. Laz inadı tutmasından korktuğum için tartışmaya girmiyorum ve ortaklarımla konuşacağımı söyleyerek ayrılıyorum. Anladığım kadarıyla, müvekkili nezdinde ağırlığı olan bir avukat.

Kafamdaki plan onu eşiyle birlikte evde yemeğe davet etmek ve pazarlığı rakı masasına taşımak. Düşünmemi karıma açıyorum o da destekliyor, hattâ Hamiyet’i de devreye sokabileceğini söylüyor. İki gün sonra evde mükellef bir rakı sofrası hazırlanıyor; ben de Sıhhiye pazarındaki balıkçım Halil’den bir büyük turna balığı alıyorum. Rakı erbabını baştan çıkarıcı bir manzara. Gültekin Beyler ellerinde büyük bir buketle gelip masaya kuruluyorlar. Konuyu açmamaya dikkat ediyorum. Rakı işlevini aksatmıyor, iyiden iyiye senlibenli durumdayız ama Gültekin Bey biraz sıkıntılı ve sanki mahcup. Laf lafı açıyor, konu matbaaya ve binaya gelince ben, sohbetin havasından algıladığım duyguyla matbaa ve bina konusuna girip, matbaayı TİP’e destek sağlamak için kurduğumuzu çıtlatıyorum. Ok ânında hedefine ulaşıyor ve Gültekin Bey’in gözünde bir ışıltı beliriyor. Birden yağa kalkıp kaldırıyor, Karadenizli şivesiyle “Şahinciğim niye daha önce söylemedin bunu, takma be kafana, senin kefilin benim… Hüsam dürzüsünü de ikna ederim; on bir bine bağlayalım kirayı olsun bitsin, peşini de boş ver…” diyor. Masa birden şenlik havasına dönüyor, kalkıp öpüşüyoruz ve bu cesur kararı kutluyoruz. Ertesi gün de ortaklarım beni kutluyor. Kiranın üç binini OPA, sekiz binini de matbaa şirketinin ödemesini kararlaştırıyoruz.

MAYA Matbaacılık Yayıncılık Ltd. şirketi oluşuyor

Sırada bir de kurulması gereken yeni şirket var. Ortaklarla uzun uzun tartıştıktan sonra şirketin aynı zamanda yayıncılık da yapmasını kararlaştırıyoruz ve adını MAYA (Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti.) koyuyoruz. İlk işim, logo için Bülent Erkmen’i aramak oluyor.

Kira kontratını imzaladıktan sonra üst ve orta katın boya ve badanasına hızla girişiyoruz. Matbaa katında ise verandanın kapatılması ve zeminin güçlendirilmesi işi başlıyor. Bu arada Haluk Bey telefon ediyor, makinelerin söküm ve revizyon işine başladıklarını, birkaç gün içinde Orhan Bey’le birlikte Ankara’ya geleceklerini, haftaya da makinelerin nakledileceğini bildiriyor. Onları garda karşılayıp doğruca yeni yerimize götürüyorum. Binayı çok beğeniyorlar. Orhan Bey, “Tam bir butik matbaa mekânı, hayırlı olsun” diyor. Haluk Bey eski tüfek, Ankara’da özellikle TİP çevresinde çok yakın dostları var. Matbaaya TİP’in de katıldığını öğrenince çok mutlu oluyor “Şahin Bey bizi köşeye sıkıştırmakta ne kadar haklı olduğunuzu şimdi daha iyi anlıyorum. Çok isabetli bir iş yaptınız, elimden geldiğince destekleyeceğim sizi” diyor ve dostlarını ziyarete gidiyor.

Ankara küçük yer, matbaa kurmakta olduğumuz haberi hızla yayılıyor. O yıllarda Ankara’da ofset matbaa sayısı az, en büyüğü de Ajanstürk; baskı kalitesi açısından ise Tarih Kurumu Basımevi ve Dönmez Ofset en ön sırada. Ajanstürk’ün DİSK’e (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bağlı Basın İş Sendikası’yla yaptığı toplu sözleşme görüşmeleri olumsuz gelişiyor. Ajans Türk çalışanlarından mücellithane (cilt atölyesi) şefi ve sendika sözcüsü Mehmet Varan hiç beklenmedik bir anda bana geliyor. Görüşmelerin greve doğru gittiğini, istediğim anda istediğim elemanı getirebileceğini söylüyor. Kadroyu oluşturma konusunda bu görüşme son derece önemli.

Netâmeli tatil ve sonrası

Üst katın onarımı tamamlandığı için OPA taşınıyor, ben makinelerin gelmesini bekliyorum. Makine montajları biter bitmez Nihatlarla Gümüldür’e gideceğiz. Aslında hiç içimden gelmiyor bu tatil. Bunca iş ve bunca sorun varken tatil yapmak neyimize; ama söz verdik bir defa, üstelik eşimin adı nöbetçi hemşire olarak turistik tesise bildirildi bile. Oğlum Can’ın birinci doğum günü olan 20 Temmuz’da makinelerin ve diğer donanımın yüklü olduğu büyük bir kamyon dayanıyor kapıya. Ertesi gün de yardımcısıyla birlikte Orhan Bey geliyor. Makinelerin kurulması ve deneme baskıları uzun sürmüyor. Ama matbaanın iş yapabilmesi için kadro dahil, daha bir yığın eksik var. Gümüldür tatilini iptal etmek için çevirmediğim dolap kalmıyor ama ortaklarım dahil kimseyi ikna edemiyorum. Matbaanın işler duruma gelmesi için gerekenleri tatil dönüşüne bırakıp OPA’nın Anadol Steyşın arabasıyla Süheyla ve Nihat Asyalı, bir yaşındaki oğlum, karım ve ben Gümüldür’e doğru yola çıkıyoruz. Aklım Ankara’da, gözüm yollarda Merkez Bankası’nın tatil köyüne ulaşıyoruz. Tatil havasına uyum sağlamam zaman alıyor. İlk işim Ankara’yla görüşebileceğim telefonu keşfetmek.

 

Ankara’yla bir telefon görüşmesinde Özkan matbaa haberinin iyice yayıldığını, Ankara Mimarlar Odası ile İnşaat Mühendisleri Odası’nın aylık dergilerini basıp basamayacağımızı sorduklarını, matbaanın en erken bir-bir buçuk ay sonra üretime geçebileceğini söylediğini bildiriyor. Türk Dil Kurumu’ndan da yakın dostum Ali Püsküllüoğlu aramış. Matbaa işini duymuş olabilir sevgili Ali. Haberin sevindirici olmasına rağmen, orada olmadığım için huzursuzum. Akşam deniz kenarındaki rakı masaları, sıcak sohbetler, deniz sefaları ve Nihat’la hararetli tavla partileri bile huzursuzluğumu gideremiyor. Günleri sayıyorum.

Troklearis nedir bilir misiniz?

Tatilin tam ortasındayız; bir sabah sersemleyerek kalkıyorum yataktan. Üzerimde, özellikle gözlerimde bir gariplik var, her şeyi çift görüyorum. Uyku sersemliğine veriyorum ve birazdan geçer diye düşünüyorum. Huzursuzum. Kahvaltıda tedirgin hâlim önce karımın dikkatini çekiyor “Akşamki rakıdandır” diyor. Bunu, onun sıradan tepkisi olarak değerlendirip üzerinde durmuyorum. Gözlerimi ovuşturmama, sağa sola oynatmama rağmen değişen bir şey yok. Başımı yana eğdiğimde normal görüyorum, yoksa önümdeki iki çay bardağından hangisini alacağımı kestiremiyorum. Kahvaltıdan sonra kampın doktoruna gidiyorum, sorunun kendisini ilgilendirir bir yanı olmadığını, bir gözcüye gitmemiz gerektiğini söylüyor. Huzursuzluğum huysuzluğa dönüşüyor; geçer umuduyla odaya gidip yatıyorum ve uyumaya çalışıyorum.

Ertesi sabah da aynı durumda kalkınca bir göz doktoruna görünmem gerektiğine karar veriyoruz ve Nihat’la İzmir’e gidiyoruz. Alsancak’ta sora soruştura bir göz doktoru buluyoruz. Yaşlıca, askerlikten emekli doktor şikâyetlerimi dinleyip muayene ettikten sonra “Durum biraz ciddi görünüyor, ama maalesef kesin bir teşhis koyamadım. Gözlerinizde belli sorun yok, muhtemelen göz sinirlerinizle ilgili…” diyor. Ankara’dan Gümüldür’de tatil için geldiğimizi öğrenince bir an önce Ankara’ya dönüp bir hastanede muayene olmamı öneriyor ve gözlerimi dinlendirmem, kesinlikle araba kullanmamam gerektiğini söylüyor. Bu gelişme huzursuzluğuma bir de panik havası katıyor. Ankara’ya dönme kararı veriyoruz. Karımın üstlendiği hemşirelik görevini bırakmak zorunda kalması anlayışla karşılanıyor. Herkes arabayı orada bırakıp otobüsle dönmemiz konusunda ısrarcı oluyor, hattâ baskı yapmaya kalkışıyorlar ama benim berbat bir inatçı olduğumu bilmiyorlar.

Ertesi gün arabayı yavaş kullanmam ve sık sık mola vermem önerileri arasında edindiğimiz yeni dostlara ve Nihatlara vedâ edip yola koyuluyoruz. Araba kullanırken önümü çift görmemek için başımı iyice sola yatırmak zorunda kalıyorum. Bu da bir süre sonra boynumun ağrımasına sebep oluyor ve ağrı giderek artıyor. Yapmam gereken tek şey olabildiğince hızlı gitmek ve bir an önce eve ulaşmak. Öğle yemeği için ara verdiğimiz benzinlikte arabanın port bagajına bağladığımız pusetin yerinde yeller estiğini görüyoruz. Hızın yarattığı rüzgâr bağlantılarını koparmış ve uçurmuş. Ankara’ya on beş gün önce geliyoruz ama boynumun tutulmasından iki gün evden çıkamıyorum. Çıkar çıkmaz da Ankara’nın en ünlü göz hekimi Cahit Örgen’in karşısında buluyorum kendimi. Cahit bey muayene edip beni dinle yaşantımla ilgi birtakım sorular da sorduktan sonra,

Bu tipik bir troklearis felci; aşırı yorgunluk ve gerginlikler sonucunda görülür, bunları bertaraf etmezseniz gözlerinizi bile kaybedebilirsiniz. Ben göz sinirlerinizi güçlendirmek için size birtakım ilaçlar yazacağım ama aslında bir psikiyatrist hastasısınız, var mı tanıdığınız yoksa ben mi tavsiye edeyim?” diyor. Donup kalıyorum. Önümde beni bekleyen dev gibi sorunları düşünüp daha da geriliyorum.

Ertesi gün psikiyatrist Vâkıf Özkul’un muayenehanesindeyim. Vâkıf çok yakın aile dostum, arkadaşım. Özel yaşantımı da yakından bilir. Başıma gelenleri de bütün ayrıntısıyla anlatıyorum. “Senin inatçı domuz olduğunu bilirim ama mâdem bana geldin, hekim olarak üzerime düşeni yapıp, her şeyi açık açık söyleyeceğim” diyor ve sıralıyor:

Ağır bir depresyon yaşıyorsun, sâkinleştirici ilaçlar vereceğim ama asıl yapman gerekenler önemli. Şu matbaa işini tümüyle başkasına havale edeceksin bir, işinden, evinden, karından, çocuklarından tümüyle kopup en az üç ay bir köyde yaşayacaksın iki, televizyon, gazete, kitap okumayacaksın üç, bol bol gezip tozup, köylülerle, çocuklarla dostluk kurup hoş vakit geçirmeye çalışacaksın dört, üç ay sonra da evine uğramadan bana geleceksin ve durumunu anlatacaksın beş…” Ağın’lı olduğu için beni Ağın’ın yakın köylerinden birine gönderebileceğini, orada yakın hısımlarının çiftliği olduğunu ve beni el üstünde taşıyacaklarını söylüyor. Bön bön bakıyorum ona…

Haftaya:

Absürt Bir Serüven ve Mutlu Son

-4-

Çivi çiviyi söker mi?

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.