Hafta SonuManşet

Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nin ardından – Zeynep Kunt

0

Ekim ayında Bozcaada’da umutlu şeyler oluyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesi Ethem Özgüven’in koordinatörlüğünde ada belediyesi ve gönüllü işletmelerin, Üniversitenin, bağımsız medya kurumlarının, sanatçıların desteği, Özgüven’in öğrencilerinin özverili çalışmalarıyla beş yıldır düzenlenen BİFED’e (Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali) bu yıl üçüncü kez izleyici olarak katıldım.

BİFED’de bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi Bozcaada’yı değil, Bozcaada’dan dünyayı gördük. Adalıları ve dünyanın farklı şehirlerinden gelen insanları beş gün boyunca altmışa yakın filmle buluşturan festival, katılımcılar için dönüştürücü bir sürecin de başlangıcı olabiliyor. Festivaldeki filmler, söyleşiler ve atölyeler seyircilerin kafasındaki “ekoloji” tanımını sarsıyor. Örneğin, iki film arasında seyircilerin kendi aralarında mülteci konusunun ekolojiye dahil olmasına ilişkin tartışmalarını duyabiliyorsunuz. Atölyelerde şehirli olarak köyde yaşamaya geçişle ilgili izlenimlerden (İrem Çağıl), masalla çıkılan yolculuğa (Alper Tolga Akkuş), güvenli gıdaya ulaşım yollarına (Nejat Pars) keyifli ve ufuk açıcı yolculuklara çıkabiliyorsunuz.

Festival boyunca ellerinde işaretledikleri festival kitapçığıyla adanın iki film salonu ile atölye ve söyleşi mekanları arasında mekik dokuyan katılımcılar, sevgili Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanındaki “sinemadan çıkmış insan*”ını hatırlatıyor. [“… ve Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor…” (Aylak Adam, 1959)

BİFED’in birbirinden uzak coğrafyalarda geçen filmlerinde, insanlığın doğaya hükmederken dünyanın geleceğini yok edişi, çarpıcı anlatımlarla izleyicilerin yüzüne çarpıyor. Filmlere yetişmek ve seyrettiklerinizi hazmetmek arasında ikilemde, adanın sokaklarında yürürken, karşınıza çıkan tanıdık, tanımadık yüzler, adanın rüzgarlı temiz havası, denizin uğultusu, renkler, köşe başları sürprizli sokaklar sizi bir nebze teselli ediyor. En büyük gücü, yeşil’i dert edinmiş insanlarla birlikte olmaktan alıyorsunuz. Bir noktada festivalin Bozcada’da yapılmasının tesadüf olmadığını hatırlıyorsunuz. Bunu, İstanbul’dan 10 saat süren yolculuğun sonunda feribottan “ada” göründüğünde aldığınız derin nefesle sezmiştiniz aslında.

Köyünden, kasabasından adaya çıkagelenler bu deneyimi şehirlilerden farklı yaşıyor mu diye düşünüyorum. Daha az mekanikleşmiş ve doğayla daha uyumlu olduklarını gözlemliyorum. Daha az suçlu hissediyorlar belki, doğada daha az iz bırakıyorlar. Otobüs yolculuğu sırasında tanıştığım, Fransa’da dağda yaşadığı kasabanın eko-yerleşim olup olmadığını merak ettiğim Fransız yönetmen, sorumu “geleneksel bir kasaba” diyerek yanıtlıyor. Bahçesinde sebze yetiştirmeye, şömineyle ısınmaya, kütüphanesindekileri okumaya ve belgeseller yapmaya orada devam ediyor. Çalışırken şehirde yaşama zorunluluğuna dair geliştirdiğimiz nedenleri düşünüyorum. “Kışın sıkılmıyor musun” diye sormuyorum. Sıkılmıyor.

Filmlere gelince, bu yıl benim izlemeye yetişebildiğim filmlerde ağırlık çiftçiler ve inekler konusundaydı. Dünyada endüstriye karşı direnen yerel işletmelerin bugün sürdürdükleri varoluş mücadelesi düşünülünce bunun da tesadüf olmadığı anlaşılıyor. Festivalin koordinatörü ve Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Ethem Özgüven’in ve Festival Yönetmeni Petra Holzer’in nasıl büyük bir çaba ve özverili bir ekiple festivali yaşattığını biliyorum.

Özgüven’in kendi belgeseli “Kötü Tohum” da vardı bu yıl. Küçük ölçekli çiftçiler ve büyük şehirlerdeki endüstriyel üretimin oluşturduğu tezatı gözler önüne seren filmin sonundaki söyleşide, izleyicilerin neredeyse hep bir ağızdan sordukları “peki biz nasıl bu düzenden kurtulacağız” sorusunu uzun bir süre daha tartışacağız gibi duruyor, yine de sorma aşamasına gelmek umut verici. Bu filme paralel bir söyleşi de organik yetiştiricilik ve tohum üzerine kendi çiftliğinde çalışmalar yapan Nejat Pars’ın Güvenli Gıda ve Güvenli Gıda’ya Ulaşım söyleşisiydi. Doğal gıdaya ulaşmanın sanıldığı gibi zor ve pahalı olmadığı, market fiyatlarına yakın fiyatlara küçük üreticiden gıda almanın doğrudan, pazarlarla ya da online satış yöntemiyle mümkün olduğu konuşuldu. Şehir hayatını bırakmayı beklemeden balkonunda üretim yapmaya başlamak isteyenler için “tohum takas etkinlikleri” gibi yollar önerildi.

İçinde olduğumuz durum giderek kötüleşirken festivalin rolü her yıl daha da önem kazanıyor. Benzer sorunlarla boğuşan ülkelerin direnirken birbirinden ilham alabileceği filmlerden biri de Fransa’da çiftçilerin devlete karşı örgütlendikleri ZAD direnişinin hikayesiydi. “Her şey Dağılırken Her Şey Biraraya Geliyor: ZAD” filmi, Fransa’nın Nantes şehri yakınlarında inşa edilmesi planlanan havaalanına karşı halkın verdiği mücadeleyi konu alıyor. Bu film, pek çok açıdan umutlu bir örnek. Sözkonusu arazide çiftçilerin kulübelerinin bir gecede sökülmesi, polisin Sezar Operasyonu adıyla başlattığı müdahaleye halkın zaman kaybetmeden ve espriyi elden bırakmadan Asteriks Operasyonu  adlı direnişle karşılık vermesi… Direnişte Fransa’nın dört bir yanından gelen çiftçilerin traktörlerini birbirine zincirleyerek alanın etrafını çevirdiği sahne gözümün önünden gitmeyecek.  40 bin kişilik direniş sonrasında bölgede yıkılan çiftçi kulübelerinin yeniden inşası, fırınlar, atölyeler ve kütüphanelerin kurulmasıyla bölgede kalıcılığın sağlanması gibi aşamaların bölümler halinde kurgulandığı filmin son bölümü beklenmedik bir meseleyi ortaya koyuyor: Peki bu tür bir komün düzeninde mutlu son var mı? Bu sorunun cevabının çoğunluk yönetimi olmadığı kesin. Fakat direniş sırasında hesabı yapılmayan fikir ayrılıklarıyla birarada yaşamak mümkün mü? İşte bu soruyla film, direnişin kalıcılığı sorusunu da perdeye bırakıyor. Birlikte direnirken, gruplar arasındaki farklara saygı duyarak yaşamak mümkün mü? Filmin sonunda sorgulanan bir konu da bugün çözüm gibi görünen alternatif komün yaşamının sistem karşısında etkili olup olamayacağı. Sistemi tehdit eder ölçekte olmayan ufak ve dağınık direnişlerin aslında bir araya gelmeden sistemi hiçbir zaman tehdit etmeyeceği gerçeği…

Festivalin üçüncülük ödülünü kazanan “Be’ Jam Be Hiç Bitmeyen Şarkı“, etkilendiğim başka bir film. Antropolog olan yönetmenlerden Cyprien Ponson film sonrasındaki söyleşi sırasında filmin ağır akışıyla ilgili eleştiriler de aldı. Yönetmen, durağan kamera kullanımı ve montajla ilgili, konu aldığı insanların yaşam akışına göndermede bulunarak, modern çağın koşturmacasına zıt yaşam biçimlerini yansıtma tercihini vurguladı. Filmde Malezya’nın Sarawak eyaletinde yaşayan Penan halkının yaşadıkları ormanı korumak için verdikleri mücadele konu alınıyor. Göçebe avcı olan Penan halkı, palm yağı üretmek için ormanlarını yok eden şirketle karşı karşıya geldiğinde, aslında yenilenin Penan halkı değil hepimiz olduğu gerçeği yüzümüze çarpıyor . Filme, Penan halkının hikayelerini nesilden nesile aktarmak için söylediği şarkı da eşlik ediyor.

Filmin ikincilik ödülünü kazanan “Anote’nin Gemisi“, Pasifik’te su altında kalma tehlikesinde olan Kribati Cumhuriyeti’nin hikayesini anlatıyor. Kiribati’nin cumhurbaşkanı Anote Tong, bir yandan ülkesini ve halkının geleceğini korumak için uluslararası platformlarda bir çıkış yolu bulmaya çalışırken bir yandan da kurtarılamaması halinde başka bir ada bulmaya çalışır. Ülkesi için verdiği mücadeleyle Fidel Castro’yu hatırlatan Tong, filmin sonunda yerini yeni cumhurbaşkanına bırakırken mücadeleyi bırakmayacağını söyler. Ada sular altında kalırsa, 4000 yıllık Kribati kültürü de sular altında kalacaktır. Tong, Birleşmiş Milletler’in bir toplantısında, “Buzulların erimesiyle ilgili hepinizin kutup ayılarıyla ilgili endişesini paylaşıyorum. Bu arada Pasifik’te yok olacak insanları da unutmayın lütfen” diye konuşur.

Yönetmen Cyprien Ponson’un da söyleşisinde belirttiği gibi filmlerin en büyük başarısı belki de izleyicilerin film bittikten sonra filmlerdeki hikayeleri takip etmesi, sorunları kendilerine sorun edinmeleri. Bu festivalin bunu başardığını biliyorum. Filmler kendi tüketim seçimlerimizi sorgulamamızı, üretimden olduğu kadar tüketimden gelen gücü de kullanabileceğimizi hatırlatıyor. Aklımda kalan ve bir yerlerde rastlarsanız, bulursanız mutlaka seyretmenizi önereceğim diğer filmler: Astral (birincilik ödülü), Süt Sistemi, İnekler ve Kraliçeler, Otlak, Sıfır Atık Madrid.

*”Sinemadan çıkmış insan” aynı zamanda sinema eleştirmeni Murat Erşahin’in  sinemamuzik.com  sitesindeki köşesinin adı.

 

 

Zeynep Kunt

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.