Günün ManşetiManşetRöportaj

Sinek Sekiz Yayınevi’nin kurucusu İrem Çağıl: Sahip olmak beni daha özgür yapmıyor

0

Yol arkadaşı Kiraz (kızı) ile bir Ege köyünde yaşayan İrem Çağıl ile yollarımız 5. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nde kesişti.

Festival kapsamında “Doğal Ekosistemler” üzerine bir sunum ve söyleşi gerçekleştiren İrem ile köy yaşamını, emek kavramını, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, yayıncılık sektörünü de ekonomik darboğaza sokan krizi ve alternatif varoluş çözümlerini konuştuk.

***

İrem, kentten kırsala göçenlerden birisin. Kendine alternatif bir yaşam kurdun. Senin için mülkiyet kavramı ne ifade ediyor?

Kırsala yerleşmek ve mülkiyeti birlikte düşünerek cevaplamamı istiyorsunuz zannediyorum. Artık kalıp şeklinde kullanılan bu ‘kırsala yerleşmek’teki kırsal, ülkemiz bağlamında nereye denk düşüyor daha net ifade etsek daha iyi olacak sanki. Çünkü şehir olmayan her yer ‘kırsal’ bu kırsal da yekpare, homojen bir bütünmüş gibi düşünülüyor. Halbuki değil; her bölge kırsalındaki dinamik bambaşka. Karadeniz’e örneğin, eğer oralı değilseniz yerleşmek, hele toprak mülkiyeti alarak zordur. Ege turizmden dolayı dışarıya daha açıktır, ‘yabancılar’a (oralı olmayanlar ve Türkiyeli olmayanlara) toprak ve mülkiyet satışı vardır.

Ben kendi ailesel kökenime çok da uzak olmayan bir yere, Güney Ege’nin kırsalında bir köye göçtüm. Mülk edinmesi görece kolay, pahaca yüksek bölgeler. Mülk edinmedim, oldukça eski bir evi baştan aşağı onarma karşılığında belirli bir süreliğine ev ve araziyi kullanma hakkı elde ettim. Mülkiyetin benim için ne olduğunu kavramsal olarak tartışmaktan çok, Türkiye’de kimin mülkiyet edinemediği, kimin edindiği, bunun şartları ve koşullarına bakmak, bunu ifade etmek daha önemli geliyor.

“Mülkiyetin ona sahip olanların kim olduğu ve bunu nasıl kullandıklarına göre önem kazandığını söyleyebilirim”

Örneğin benim bulunduğum bölgede, mülkiyet fiyatları orada yaşayan insanlara göre değil, orada yaşamayan, yurt dışından tatile gelip, döviz kurundaki dev farklarla çok kolaylıkla mülk sahibi olabilen insanlara göre belirleniyor. Halihazırda orada yaşayan ve oranın yerlisi insanların mülkiyetinde olan topraklarsa, bu insanların geçim kaynağı olan tarımla ya da küçük işletmelerle ilgili koşullar devlet eliyle bilinçli olarak kötüleştirildiği için satılıyor, el değiştiriyor.

Benim hayatım özelinde ise illa bir şey diyeceksek, mülkiyetin ona sahip olanların kim olduğu ve bunu nasıl kullandıklarına göre önem kazandığını söyleyebilirim. Kendi başına özel bir önemi yok; bir şeye sahip olmak o kadar ilgimi çekmiyor. Güç tanımım farklı; sahip olunca güçlü hissetmiyorum, özgür olduğumda güçlü hissediyorum. Sahip olmak ise beni daha özgür yapmıyor.

“Hükmetmek için güç, güç için çok insana ihtiyaç var”

Hızlı yaşıyor ve hızlı tüketiyoruz. Kısa zamanda da pek çok şeye sahip olmak istiyoruz ama istediğimiz şeylere ulaşmak için ne kadar emek harcadığımız tartışılır. Kentte verdiğimiz emekle kırsaldaki arasındaki farklara dair gözlemlerin ne oldu?

Türkiye özelinde bahsedeceğim, zira dünyadaki her şehir bir değil. Türkiye’deki kentler özelinde bence şu anda en öne çıkan şey, hükmetmenin hayatı aşırı derece belirler hale gelmesi sanırım. Hükmetmek için güç, güç için çok insana ihtiyaç var. Bu yüzden kentler baskının en yoğun hissedildiği yerler. Bunun dışındaki en mühim şey, temel ihtiyaçlardaki bağımlılık hali. Şehirdeki her şey bir yerlerden geliyor.

“Şehirde yaşarken en çok hissedilen ama hiç yokmuşçasına bastırılan 2 duygu korku ve çaresizlik”

İhtiyaçlar doğrudan, ihtiyaç sahipleri tarafından değil de hep başkaları tarafından karşılanıyor. Direksiyon başında ömür tüketerek marketlere yiyecek taşıyan şoförler o kamyonları kullanmasalar örneğin, şehirdeki insanlar aç kalır. Kaç saat aç kalabilirsiniz? Şehir, insanları parayla köleleştiren bir sistemi yegane olasılık olarak sunduğu için bu döngü devam edebiliyor. Bunun ekmeğini yiyen çok küçük bir azınlık dışında, insanların çoğu bir mecburiyet hissiyle bunun içinde türlü şekilde konumlanıyor. Bu yüzden şehirde yaşarken en çok hissedilen ama hiç yokmuşçasına bastırılan 2 duygu korku ve çaresizlik.

“Emek verebilmek için hüküm altından çıkmak, başkasına da hükmetmemek, özgürleşmek gerekiyor”

Bütün boyama bu 2 duygunun üstünü kapatmaya yarıyor. Gerçekte üretken olmayan, bir ekonomi de zaten bunun üzerinden dönüyor. “Özgürlüğünü al, korkut, satın almasını sağla, satın aldığı şey daha da özgürlüğünü alsın, daha çok korksun, çare olarak hep satın alacak bir şey sun ve aynı şeye devam et”. Bence emek verebilmek için, herhangi bir şeyi sevgiyle, adanmışlıkla, sahiplik hissi yaratmadan verebilmek için önce hüküm altından çıkmak, başkasına da hükmetmemek, özgürleşmek gerekiyor.

Hayatında hep bilge kadınların izini sürdüğünü söyledin. Bilgeliği nasıl tanımlıyorsun?

Bilge dediklerim yaşamı var eden güçlerin ne olduğunu iyi bilen insanlar. Bu güçlerle yakın temas halinde olarak, yaşamın kendisinden bilgiyi damıtmak diye bir yol var. Bu yolda olagelmiş ya da olmayı özellikle seçmiş insanlar diyebilirim. Büyüdüğüm ülkede, bunu çoğunlukla kadınlarda buldum, onlardan alabildim. İnsanların yaratıkları, hayal ettikleri kadarından başka, asıl yaşam dediğimiz çok acayip, büyük bir şey var. Doğrudan oraya bakmak bir cüret gerektiriyor, risk almayı da içeriyor. İşte bunu her günkü sıradan eylemlerinin içinde, sanki hiçbir şey yapmıyormuşcasına yapan insanlar benim bilge dediklerim.

Köyde doğal malzemelerden çalı süpürgesi üreten Veli Amca (Kaynak:İrem Çağıl)

“Erkeklerin kendi hayatlarını kendi kendine yeterek sürdürmeyi öğrenmeleri lazım”

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği hayatın her noktasında biz kadınların karşısına çıkan ve mücadele gerektiren bir sorun. Senin gözlemlerin ve çözüm önerilerin ne olur, daha iyi bir dünyanın inşası için ne yapmak lazım?

Erkeklerin kendi hayatlarını başkalarını bunun için köle yapmadan, kendi kendine yeterek sürdürmeyi öğrenmeleri lazım. Kadınların erkek çocuklarını büyütürken, yönetmek için korkuyu ve manipülasyonu kullanmayı bırakmaları, yönetmeyi bırakmaları lazım. Hayattaki anlam ve zevk alanının iktidarla ilintili şeylerden başka başka yerlere kayması lazım.

Kiraz ve İrem 

“Borcum yok, bağımlılıklarım yok, az şeyle mutlu olabiliyorum”

10 yıldır kendi yayınevini (Sinek Sekiz) yönetiyorsun. Kırsalda zor olmuyor mu? İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz nedeniyle kağıda yapılan zamlar ve dağıtım kanallarının tekelleşmesi yönündeki baskı yayınevlerini nasıl etkiliyor? Sen kendini bu adil olmayan yapının içinden nasıl sıyırabildin?

Kendimi güvende hissettiğim, beslendiğim, sevdiğim, emek vermemin beni tüketmediği bir yeryüzü parçasındayım. Su var, toprak besin üretiyor, kendime bir barınak ve bostan yapmayı biliyorum, borcum yok, bağımlılıklarım yok, az şeyle mutlu olabiliyorum, bu az şeyi korumak ve onarmak bana iyi geliyor, çok şey öğretiyor.

Küçük bir kızım var, gülüyor, ağaçlara tırmanıyor, ‘bazen uçtuğumu hayal ediyorum’ diyor. Eski insanlardan var yakınımda; çok yaşlı bir ninenin, hiç ölmeyecekmişcesine her gün aynı özenle ve mütevazılıkla yapabildiği kadarını yaptığına şahit oluyorum. Benim dayanaklarım, ruhumun besini, zorluklara acayip bir iyimserlikle yaklaşabilmemin kaynağı bunlar. Ben de işte sevdiğim her şey için elimden geleni yapıyorum.

“Fabrikalar devlet eliyle kapatıldığı için acayip bir ham madde pahalılığı var”

Ekonomik krizle ilgili vaziyetleri zaten ezbere biliyoruz artık, yayıncılık özelinde de kağıt üretmediğimiz, fabrikalar devlet eliyle kapatıldığı için acayip bir ham madde pahalılığı var, bu da üretimi doğrudan etkiliyor tabii. Ama küçük ve bağımsız olan her şeyi ne kadar etkiliyorsa bizi de o kadar. Yaratıcı çözümler, dayanışma ve hayatı basitleştirip, farklı zenginlikler peşinde koşma benim kendimce bulduğum, kullandığım yöntemlerim. Olmuyorsa da olmaz bu arada, yayınevini 2 yıl durdurmuştum, gerekirse yine dururuz. Yaşam her zaman kendine bir yol bulur.

 

 

 

 

Röportaj: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

You may also like

Comments

Comments are closed.