Hafta SonuManşet

And So My Face Became My Scar (Yüzüm Artık Yaram Oldu) – Ergi İşbilen

0

Avrupa Birliğinin Creative Europe Programı tarafından fonlanan, İtalyan oyun yazarı Matteo Latino anısına düzenlenen EU Collective Plays! uluslararası oyun yazarlığı rezidansında farklı ülkelerden 4 yazarın bir araya gelerek oluşturdukları And So My Face Became My Scar oyunu 26 Ağustos 2018 tarihinde gerçekleştirilen prömiyer ile seyirci önüne çıktı.

Rezidans, her bir oyun yazarının kendine özgü üslubunu ve dilini koruyarak, seçilen diğer oyun yazarlarıyla bir araya gelerek kolektif bir oyun yazacakları proje; tiyatro, oyun yazarlığı ve ortak çalışma pratiklerini cesaretlendirerek daha sosyal, yaratıcı ve barışçıl bir toplum ve dünya yaratılmasına katkıda bulunmayı hedefliyor. Uluslararası çok keyifli ve çok prestijli bu projede Türkiye’den de bir oyun yazarı bulunuyor; Erdem Avşar. Bu yazıya başlarken oyun üzerine mi, proje üzerine mi yoğunlaşmalıyım karar veremedim. Sonra sevgili Erdem’e yoğunlaşmaya karar verdim.

***

Ergi: Ben bu projeyi seninle tanıdım ve senin ilk paylaşımlarından beri EU Collective Plays! (Avrupa Oyun Yazarlığı Kolektifi) projesi çok renkli ve ilgi çekici görünüyor.  Genel hatlarıyla bahseder misin?

Erdem: EU Collective Plays! genç bir proje ama dayandığı prensip daha eski. 90’lara kadar gidiyor. Temelinde “çok seslilik” yani kolektif oyun yazarlığı var.

EU Collective Plays!  tiyatronun tarihindeki kolektivite düşüncesini alıp yeniden merkeze koyarak, oyun yazma sürecini de çok sesli bir hale getiriyor. Benim de başvurduğum yıl 30 yaş altı yazarlar için bir çağrı yayımlanmıştı ama aslında daha önce bizim süpervizörümüz Gian Maria Cervo da Marius von Mayenburg ve Albert Ostermaier gibi Avrupa tiyatrosu için çok önemli yazarlarla çok sesli bir oyun yazmış. Prensibi eski, 30 yaş altı genç yazarlara açılması yeni bir proje diyebiliriz.

Ergi: Yarışmaya geçmeden önce bu cevabın üzerine bir soru eklemek istiyorum. Tiyatro aslında kendi tarihi itibariyle çok sesli bir sanat dalı değil mi?

Erdem: Evet ve bu bakımdan birçok başka sanattan ayrılıyor. Doğasında kolektif olmak, bir ritüel yaratmak ve bir komünite duygusu var. Neticede bir oyun çoğu zaman kâğıt üstünde yazılmış bir metin olarak kalmıyor. Oyuncularla paylaşılıyor, yönetmenle paylaşılıyor, teknik ekip varsa onlarla paylaşılıyor, sonunda daha önce birbirini hiç tanımayan bir grup yabancı olan seyircilerle paylaşılıyor… Bir roman da elbette okuruna ulaşıyor ama “iş yapış biçimi” bakımından daha yalnız bir iş. Çoğu zaman sadece bir editörle iletişim halindesiniz o kadar.

Soldan sağa: Gian Maria Cervo, Danielle Pearson, Erdem Avşar, Joele Anastasi

Ergi: Peki, yarışma süreci nasıl ilerledi?

Erdem: 2016 Aralık’ta ayında İtalya merkezli uluslararası Quartieri dell’Arte festivali yarışmanın çağrısını yayımladı. Ben de daha önce yazdığım oyunlar ve bir dosyayla başvurdum. Önce 11 kişilik bir liste açıklandı. Ardından ikinci bir elemeyle toplam dört kişi yarışmayı kazandık. İngiltere’den Danielle Pearson, Kuzey İrlanda’dan Emily Gillmor Murphy, İtalya’dan Joele Anastasi ve Türkiye’den ise ben. Bu başvuru süreci ve sonradan kazananların açıklanması bile çok heyecan vericiydi. Başvuru dosyalarında bir de hepimiz tiyatroya olan bakışımızı anlattığımız kısa yazılar vardı. Daha onları okur okumaz hepimizin ne kadar farklı düşündüğünü bir çırpıda anladık. Bir anda insanın zihninde acayip bir ihtimaller dizisi beliriyor öyle bir çeşitlilikle karşılaşınca.

Ergi:  Projede bir araya gelerek yazdığınız oyunda her yazarın kendi üslubunu koruması esas diyorsun. Burada aslında buluşmalar ve oyunun yazım sürecini de çok merak ediyorum.

Erdem: Toplam iki rezidans yaptık. İlki Roma’nın güneyindeki Mattinata’ya bağlı küçük bir dağ köyünde oldu. İlk rezidans sanırım en önemlisiydi. Hem tüm yazarlar ilk kez bir araya geldik hem de projeyi şekillendiren asıl tartışmaların çoğunu orada yürüttük. Bir yandan çok heyecanlı bir iş tabii ama bir yandan da o heyecan ortak yazma sürecini kolaylaştırmıyor. Ama bahsettiğim zorluk bir tür “yazar inadı” değil. Hiçbir zaman “benim dediğim olacak, hayır şu hikâye anlatılacak” türünden bir tartışma yaşamadık.

İşin en zor kısmı ortak bir tiyatro diline kavuşmak oldu. Birbirimizi tanımak demek, birbirimizin ilham kaynaklarını öğrenmek demekti. Bunu yaparken de oturup uzun uzun tiyatro geleneklerini, kendi yazarlık biçimlerimizi, yazmak istediğimiz janrları konuşmamız gerekti. Hatta uzunca bir zaman dünyada olup bitenleri konuştuk, bazen şehre inip kaldığımız yeri araştırdık, kiliseleri, kasabaları gezdik ve hep tiyatrodan bahsettik. Ama hiçbir zaman “hadi bir an önce konu bulalım, şimdi ne yapıyoruz” cinsinden bir telaşa kapılmadık. Çok konuştuk, çok okuduk, çok araştırdık. Galiba o ortak tiyatro diline de öyle ulaştık.

İlk rezidansın ancak sonuna geldiğimizde yazacağımız oyunun asıl çatısı üstünde anlaşabildik. Önce ortak bir karaktere (yüzünde bir yara olan bir çocuk) karar verdik, sonra da az çok o karakterin başına neler geleceğine. Elimizde notlarımız, okunacak, izlenecek kaynaklarla ülkelerimize döndük ve ikinci rezidansa kadar herkes kendi bölümlerini yazmaya başladı. 

Ergi: İkinci rezidans ve sonraki süreç?

Erdem: İkinci rezidans Viterbo’da yapıldı. O buluşmada ilk rezidanstaki gibi her şeyden konuşmaya ve tartışmaya devam ettik ama elimizde üstüne çalışabileceğimiz somut malzemeler olduğu için ilkine kıyasla işimiz daha kolay oldu diyebilirim. Bu aşamada daha çok ayrı ayrı yazdığımız bölümlerin birbirine nasıl bağlandığını, oyunun genel dramaturjik bağlamını, sözünü, bölümler bir araya geldiğinde tüm oyunun ne anlama geldiğini, içinde yaşadığımız dünyaya dair ne söylediğini konuştuk.

İkinci rezidans, bir başka deyişle, tüm oyuna kuş bakışı baktığımız, genel bir değerlendirme yaptığımız süreç oldu. Yeniden yazılacak ve düzeltilecek yerleri tespit ettik ve yeni ara ek bölümler yazmaya karar verdik. Neyse ki hepimiz yeniden yazma meselesine aşina ve gönüllü yazarlardık. O yüzden hiç zorlanmadık.

İkinci rezidanstan sonra, o sırada konuştuklarımız ve aldığımız notları gözden geçirerek son taslaklarını yazıp Gian Maria Cervo’ya, Joele’ye ve EU Collective Plays! ekibine yolladık. Joele’nin yaptığı kalabalık bir oyuncu ekibiyle uzun provalardan sonra oyunumuz And So My Face Became My Scar ismiyle sonunda 26 Ağustos 2018’de Civita di Bagnoregio’da, Quartieri dell’Arte festivalinin açılış oyunu olarak sahnelendi. Prömiyerde de oyun gayet iyi tepkiler aldı. Elbette çok sesli ve kolektif yazılmış bir oyunun sahnelenmesini görmek de ayrıca ilginçti. Neticede oyunun yönetmeni rejisiyle metinde bizim yarattığımız anlamın üstüne bir anlam daha koyuyor. Bu da daha da çok seslilik anlamına geliyor. Örneğin Joele kendi prodüksiyonunda fiziksel tiyatroyla bağları çok kuvvetli bir reji tercih etti.

Ergi:  Oyun ve karaktere dönmek istiyorum. Oyunun merkezinde yüzü yaralı bir çocuk var. “Yara almış bir çocuk” ifadesi aslında çok güzel bir ön fikir yaratıyor, karakteri tanıyınca buna şaşırmıyoruz ama oyun tahminlere yer bırakmayıp çok güzel yerlere götürüyor seyirciyi. Bu karakterin ortaya çıkışı ve dört farklı anlatının bir araya gelişi nasıl oldu?

Erdem: Bu sorduğun sorunun cevabı aslında Mattinata’daki ilk rezidansta saklı. İlk rezidans sırasında kendimize bir hikâye, bir olay örgüsü, bir karakter ararken ortak referanslarla konuşmamız iyi olur diye düşündük ve her tartışma seansına bir şekilde bizi etkileyen, üstüne konuşmak istediğimiz kısa videolar, şarkılar ve resimler getirmeye karar verdik. Çoğu da çok faydalı oldu. Ancak bir tanesinde 10-11 yaşlarında bir çocuk vardı. Dudağından kulağına kadar da büyük bir yara vardı yüzünde. Onu görünce çarpıldık, bir anda hepimiz üstüne konuşmaya başladık, bir sürü yeni fikir doğdu. Böylece karakterimize karar verdik.

Dört farklı anlatının çıkması hem senin de tahmin edebileceğin gibi aramızdaki üslup farklarından kaynaklanıyor hem de geldiğimiz yerlerden. Ama bir süre sonra sadece karakter merkezli düşünmeye başladık. Yara almak hem çok ruhsal hem de fiziksel bir şey. Duygusal yaralar gözle pek görülmüyor ama fiziksel yaralar öyle değil. Bizim oyunumuz gibi gerçekle sürreal olanın, büyüyle hakikatin, basitle kompleks olanın bir bileşiminden oluşan bir metinde duygusal olanla fiziksel olanın bir aradalığı da bizim çok ilgimizi çekti. Bir yandan da şu var, ilk buluştuğumuzda hepimiz ayrı politik ve kültürel nedenlerden çok öfkeliydik. Ama ne zaman bunlardan konuşmaya başlasak iş dönüp dolaşıp “ya, peki ne yapacağız?” sorusuna, ardından da bizim zamanımızdan çok önce yaşanmış belli politik krizlere, kitlesel hareketlere, katliamlara geliyordu. “A, işte bu” dedik. O yara o yüzden çok önemli, biz dört kişi farklı yerlerden geliyoruz, hepimizin bir kendi kişisel tarihi var bir de kimliğimiz üstünde etkili olan majör bir tarih… Bunların hepsini birleştirmemiz gerek, biz şimdi yara alıyoruz ama bizden öncekiler de aldı. Şimdi dirilseler ve bu dünyaya baksalar ne yapmak isterlerdi örneğin? Ya da biz içinde yaşadığımız dünyada ne yapıyoruz? Böylece dört farklı anlatıyı, dört farklı zamana, dört farklı yere yaymaya karar verdik.

Bizim karakterimiz de farklı çağlarda, farklı yerlerde yarasız bir çocuk olarak doğuyor, büyüyor, sonra işler istediği gibi gitmiyor, bir şey yapmaya çalışıyor, yüzündeki o yarayı alıyor ve ölüyor. Sonra tekrar canlanıyor, bir daha, bir daha…

Ergi: Bizim kuşağın omuzlarına çok yüklenmiş bir his bu tarif ettiğin baskı; ülkenin, dünyanın sorumluluğunu almak… Senden önceki başarısızlıkları telafi etmek… Birçok yeni oluşum ve gençlik projesinde de açıkça bu baskı tarif edilmese de buna karşı bir isyan seziyorum ben.

Erdem: Kesinlikle. Hem senden öncekileri telafi etmek hem de kendine bir çare bulmak. İlla başarısızlık demek de doğru değil belki. Başarı-başarısızlık deyince tüm toplumsal hareketlerin sonuçlarını iki zorunlu zıtlığın tepesine yerleştirmiş oluyorsun. Halbuki çoğu zaman iş o kadar basit değil. Ama evet, hadi, eksik kapatmak diyelim. Geri dönüp bakmanın getirdiği bir rahatlık da var. “Ben olsam, öyle yapmazdım.” Zaten yapamazdın, sen de toplumsal-tarihsel koşullarla belirlendiğin için sen, sen olmayacaktın. (Gülüyor.) Şaka bir yana, oyundaki karakterin de yaptığı şey bu. Danielle Pearson’un bölümü İngiliz folk hikayeleriyle açılıyor. Ardından benim bölümüm geliyor: Rönesans. Sonra günümüz ve yakın bir gelecek. Danielle’in bölümünde sıkı kuralları olan bir komünün bir parçası ve bizzat o komünden alıyor yarasını. Sonra kendini Rönesans döneminde bulunca dinin ve efsanelerin açtığı yarayı sanat ve akılla kapatmaya çalışıyor. Olmuyor. Günümüzde yeniden canlanıyor, bu sefer bütün toplumsal kaygının peşini bırakıp kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor ama o da olmuyor. Son bölümde de bir daha yara almamak için faşist bir dünya liderine dönüştüğünü görüyoruz. Ama yine de o yarayı alacak. Hem de en büyüğünü.

Ergi: Peki, prömiyer sonrası seyirci yaklaşımları nasıldı ve bundan sonra nasıl bir program var? Biz Türkiye’de izleyebilecek miyiz bu oyunu?

Erdem: Gelen tepkiler çok iyi oldu! Bir meseleye bu kadar çoklu bir perspektiften bakan, deneysel ve avant-garde denebilecek bir oyunun böyle bir karşılık bulmuş olması bizi çok mutlu etti. Bundan sonraki program şu: Aynı oyun 29 Eylül’de tekrar sahnelenecek ancak bu defa farklı yönetmenler tarafından! Her bölüm de farklı yönetmenlere emanet. Bu defa Joele’nin rejisine kıyasla daha metin odaklı, metinlerdeki çok sesliliği iyice ön plana çıkacak bir reji anlayışıyla sahneleniyor. Çok heyecanlıyız tabii.

Türkiye’de oynanmasını çok isterim elbette. Ama biraz “büyük” bir proje. O yüzden bütçesi ve prodüksiyonu bakımından oyunu buraya getirmek ne kadar mümkün emin olamıyoruz. Ama konuşuyoruz. Umarım yakında bir gün.

Ergi: Son olarak, bir başka oyunun, bu defa tek başına yazdığın Yarışmacı / the Contestant da festival kapsamında değil mi?

Erdem: Evet, the Contestant aslında daha eski bir kısa oyunum. 2015’te yazmıştım. Festivalin genel sanat yönetmeni Gian Maria Cervo oyunu beğenince hemen bu yılın programına müthiş bir hızla dahil etti. Finlandiyalı yönetmen Juho Liira yönetti. 18 Eylül’de de Vitorchiano’da the Contestant prömiyerini yaptı.

Ergi: Ondan da biraz bahseder misin?

Erdem: Tabii. Oyunu yazdığım zamanlar sözde “yetenek” yarışmaları televizyonlarda çok popülerdi. Çoğumuz burun kıvırdık belki ama ciddi bir izleyici kitlesi vardı o programların. Şimdi nasıldır bilemiyorum. Ama galiba biraz kayboldu ortadan… O yarışmaları izlerken jürilerin sahneye çıkan sanatçılardan beklentileri bana çok ilginç geliyordu. Kimi yarışmacılar ilk elemelerde elinde bir akustik gitarla sahneye çıkıyor, yumuşacık bir sesle çok tatlı bir şarkı söylediği için herkes beğeniyor diyelim. Sonra bir bakıyorsun aa, üç hafta sonra death metal söyletmeye çalışıyorlar! Sonradan düşündükçe aslında tüm dünyada -bu kadar kaba ve hemen tespit edilebilir bir biçimde olmasa da- her tür sanatsal üretim biçiminin de buna dönüştüğünü düşünmeye başladım. Jüriler yok belki ama seni değiştirmeye ve manipüle etmeye yönelik çaba kurumsal ve kişisel düzeyde geçerliliğini bal gibi koruyor. Bir sanatçı olarak neye ne kadar kendin dönüşüyorsun, kim neye ne kadar müdahale ediyor… Bu sorulara kesin cevaplarımız yok ama bence üstüne düşünmemiz gerek.

Benim oyunumda da yarışmacı sahneye çıkıyor, kötü bir ilişki geçmiş başından, onunla ilgili bir şarkı yazmış alt tarafı. Onu söyleyecek. Jüri beğenmiyor ama yollamıyorlar da… Önce bir cover istiyorlar, olmuyor. Sonra bir hikâye, bir anı anlatmasını istiyorlar. O da olmuyor. İş, kişisel ve politik bir trajedi anlattırmaya kadar gidiyor. Yarışmacı da pes edip, uyduruveriyor bir hikâye. Ancak o zaman “onay”ını almış oluyor. Atölyelerde, rezidanslarda sıklıkla duyduğum “kendi hikayeni anlat, politik olsun” meselesi de canımı çok sıkardı, biraz da ona bir tepkiydi.

Aslında düşününce yine kendi hikâyemi mi anlatmışım, kaçış yok galiba? (Gülüyor.)

Erdem Avşar, oyun yazarı, dramaturg ve çevirmen. Çeşitli kurumlarda Metin İncelemeleri, Dramatik Yazarlık Teknikleri, Oyun Yazarlığı gibi dersler vermektedir. Quartieri dell’Arte festivaliyle ilgilenenler şuradan inceleyebilir: https://quartieridellarte.it EU Collective Plays! web sitesi: http://www.eucollectiveplays.eu

 

Röportaj: Ergi İşbilen

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.