Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Alnıma Dayanan Namlu… – Şahin Tekgündüz

0

Muhabere Okul Komutanlığı’na bağlı Doğu Bölgesi İnzibat ve Trafik Komutanlığı, doğuda Kayaş’tan batıda Altındağ’a, kuzeyde Karapürçek köyünden güneyde Abidinpaşa’ya kadar uzanan geniş bir bölgeyi kapsıyordu. Komutanlığın karakolu ise Muhabere Okulu’nun Mamak girişinde idi. İki barakadan ve geniş bir alandan oluşan Karakol’da bir astsubay başçavuşla kırk kadar inzibat eri görev yapıyor, garnizonun güvenliğinin yanı sıra erlerin ve öğrencilerin garnizona giriş çıkışlarını, çevredeki davranışlarını denetliyordu. Karakolun bir görevi de özellikle sabah ve akşam saatlerinde bölgedeki yoğunlaşan trafiği kontrol etmekti.

Karakolun komutanı benim ilkokuldan sınıf arkadaşım Üsteğmen İrfan Bayyurt’tu. Tipinden beklenmeyecek kadar sert bir askerdi. Askerler ve öğrenciler daha adını duyunca selama dururlardı. O günlerde karakola yeni bir subayın daha atanacağı haberleri dolaşmaya başlamış, muhabere temel kursuna katılan Harp Okulu mezunu teğmenler İrfan Bayyurt’un etrafında pervane dönmeye başlamışlardı. Bunlardan en şanslı görülenler Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Sıtkı Ulay’ın yeğeni Teğmen Önder Ulay’la grubun en parlak teğmenlerinden Halil Hatiboğlu idi. Benim ve benim gibi yedek subayların ise böyle bir göreve getirilmesi, hayal bile edilemezdi.

Karakol komutanı oluyorum

Sanırım Nisan başlarıydı. Astsubay Muhabere Okulu’nda takım subayı olarak görev yapmakta, ele avuca sığmaz astsubay öğrencileriyle boğuşmaktaydım. İrfan Bayyurt’un benden telefon beklediğini söylediler. Aradım, kısa bir hal hatır sormadan sonra beni karakola davet etti. Aklıma ilk gelen, Kızılay’da katıldığım eylemler nedeniyle bir ihbar ihtimali idi. Çaylarımızı yudumlarken, “Bak Şahin, seni ne kadar sevdiğimi bilirsin, benim için kardeşimden ilerisin. Bu günlerde ortalık çok karışık, paşam karakolu takviye etmemi emretti. Şartları biliyorsun, buranın ehemmiyeti gittikçe artıyor, bir teğmen daha alacağız benim yardımcım olarak… Ben seni düşünüyorum, ama tahmin edersin buranın işi ağırdır ve zordur. Yüksek disiplin ve yüksek mesuliyet gerektirir. Ne dersin, altından kalkabilir misin?..” dedi. Donup kalmıştım. Pek tarzı değildi ama acaba şaka mı yapıyor diye bir an durakladım. Bu, garnizondaki muvazzaf subayları ayağa kaldıracak bir durumdu ama İrfan da böyle bir kararı yukardakilere danışmadan almayacak kadar profesyonel bir subaydı.

İrfan’la çalışmak öyle her babayiğidin kârı değildi ama, üstleneceğim görev ve edineceğim statü paha biçilmez değerde idi. Özellikle, önünde kırmızı zemin üzerine kocaman beyaz harflerle AS-İZ, arkasında ise açık açık ASKERİ İNZİBAT VE TRAFİK yazısı bulunan Willys jiple dolaşmak, yüzbaşıya kadar bütün subayların rüyasıydı. İrfan’a teşekkür ettim ve teklifin üzerine atlamış görünmemek için “İrfancığım bu benim için büyük bir sorumluluk demektir, izin ver yarın sabaha kadar bi’ düşüneyim” dedim ve ayrıldım.  Ertesi gün de sol koluma “AS-İZ” yazan kırmızı kumaş bandı takarak göreve başladım. Astsubay okulu komutanına ve oradaki arkadaşlarıma veda etmek için garnizona çıktığımda bütün gözler üzerimdeydi ya da bana öyle geliyordu. Mamak’ta yıl sonuna kadar sürecek krallığımı ilan etmiştim. Etmiştim de beni oraya getirten çocukluk arkadaşımın bir gün alnıma tabanca dayayacağını aklımın köşesinden geçirmemiştim.

Ünüm 28. Tümen’e kadar ulaşmıştı. İnzibat erlerinden birinin Tümen’deki hemşerisi beni görmek için karakola gelmiş ve “Tümen teğmeni merak ediyor, belalı biri olmasa yedeksubaydan seçilmezdi” demiş. Duyunca için için güldüm. Garnizonda da başta erler olmak üzere herkesin bana karşı tavrı değişmişti. Özellikle sonradan sıkı dost olduğum Halil Hatiboğlu’nun beni tebrik ederkenki yüz ifadesini hiç unutamam.

Teğmen âşıksın galiba?..

Artık eve seyrek gidiyor, barakadaki yatakta uyuyor, geç saatlere kadar bahçedeki kameriyede küçük transistörlü radyodan cızırtılar içinde caz dinliyordum. Subay Gazinosu’ndaki akşam yemeklerim birer şölene dönüşmüştü. Garson erler etrafımda pervane dönüyor, tabldot dışında bir emrim olup olmadığını soruyor, masamı itibarlı subaylar için ayrılmış bonfileler ve özel mezelerle donatıyorlar, pikapta (O dönemde müzik pikap denilen elektrikli gramofonlarla dinlenirdi) öncelikle benim istediğim şarkıları çalıyorlardı. Zira hepsinin saçları uzundu ve garnizondaki erlerin saçlarını üç numaradan fazla uzatmaları yasaktı. O günlerde ilk karıma âşıktım ve favori şarkılarım ‘Yoksun bu gece yine zehroldu şarâbım’ ve ‘Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken’di. Bir gece bu şarkıları dinleyerek şarabımı yudumlarken Nöbetçi Âmiri Binbaşı Mustafa Karagözoğlu masama gelip çakırkeyf bir ifadeyle “Âfiyet olsun teğmen, âşıksın galiba?” demiş sonra da garsona “Oğlum bana teğmenden bir kadeh şarap!..” diye seslenmişti. Bir binbaşıya üstelik de nöbetçi âmirine subay gazinosunda şarap ısmarlamak hangi yedeksubayın harcı olabilirdi ki?..

Komutanlığımı doludizgin yaşıyordum ve çok mutluydum. İrfan’ın sert kişiliğinden sonra benim yumuşak ve anlayışlı tavrım inzibat erlerini de çok mutlu etmişti. Bana yaranmak için giyim kuşamlarına özen gösteriyor, karakolu pırıl pırıl temiz ve düzenli tutuyor, görevlerini dakika sektirmeden yerine getiriyorlardı. İrfan’ın yüzbaşılığa terfi ederek İstanbul’daki 55 Tümen’e tayin edileceği söyleniyordu; karakola da uğramaz olmuştu.

Komutanlık bir genelge yayımlamış ve garnizonda esrar kullanımının artmasına dikkat çekerek gerekli önlemlerin alınmasını istemişti. Bu önlemlerin başında da esrarın garnizona girmesini önlemek geliyordu. Gerçekten gün geçmiyordu ki esrar çekmiş bir ya da birkaç er yakalanıp karşıma çıkarılmasın. Onlara önce esrar içip içmediklerini soruyor, doğru söylerlerse hiçbir şey yapmayacağımı, durumu birliğine bildirmeyeceğimi, sadece sohbet edeceğimi söylüyordum. Tabii bu vaadime inanan da pek çıkmıyordu. Sadece İstanbul’da kaportacılık yapan Ali adında bir erle bir saate yakın konuştuk. Esrar çekmesinin nedeni olarak ailevi sorunlarını anlattı. Sudan şeylerdi, ama hiç öyle imiş gibi davranmadım. Terhisine bir buçuk ay kalmıştı. Dostça öğüt verdikten sonra serbest bıraktım. Terhisine kadar sık sık karakola uğrayıp elimi öpmek istemiş, İstanbul’a döneceği gün de sivilleriyle ve bir kutu lokumla gelip veda etmişti. Sanıyorum esrarı da bırakmıştı.

Esrar çekmediğini iddia edenler çoğunluktaydı. Onlardan, önce doğru söylemelerini istiyor, direnirlerse yalan makinesine(!) başvuruyordum. Erin barakanın önünde yere tükürmesini istiyordum. “Estağfurullah komutanım!” oluyor, sonra da gözlerimin içine melul melul bakıyor, ısrarım karşısında zorlana zorlana tükürmeye çalışıyor, ancak ağzından bir damla bile çıkmıyordu. “Komutanım heyecandan dilim damağım kurudu, nasıl tüküreyim!” sözü, sık duyduğum mazeretlerdendi. Esrarın tükrük bezlerini kuruttuğunu öğrenmiştim. İkinci test ise önlerine döktürdüğüm bir bardak suyun üzerinden atlamalarını istemekti. Yeterince esrar çekmişlerse o el kadar suyu göl gibi algılayıp, üzerinden atlamaktan korkuyor ve tirtir titremeye başlıyorlardı. Esrar çekenlerin cezası ağır değildi, sadece garnizon hapishanesinde birkaç gün yatıp çıkıyorlar ama kazara esrarla yakalanırlarsa askerlikleri yanıyor ya da askerî mahkemede yargılanıp ciddî cezalara çarptırılıyorlardı.

Bir ara masamın kilitli çekmecelerinden birinin yakalanan esrar plakaları ile dolu olduğunu ve onlara korku ile karışık bir merakla baktığımı anımsıyorum. Garnizondaki erler ve astsubay öğrencileri arasında adım, iyi yürekli teğmene çıkmış, esrarla yakalananları ise hiç bağışlamadığım tevatürü yayılmıştı. Bu durum galiba beni iyice şımartmıştı. Taner adında Eskişehirli bir erin de önüme düşmesiyle uyuşturucu kaçakçılığını temel sorun haline getirmiştim. Taner, garnizona uyuşturucuyu ulaştırma bölüğündeki Diyarbakırlı Recep Toptaş’ın soktuğunu anlatmıştı. İlk iş olarak Taner’in karakola alınmasını sağlamış ama hemen göreve başlatmamıştım. O, ajan olarak Recep Toptaş’la iyice yakınlaşacak, müşterilerinden biri olacak, sonra da onunla oturup birlikte bir plan yapacaktık.

Recep uyuşturucuyu Ulus’ta ara sokaklardaki bir nalburdan sağlıyordu. Bunu öğrenince biz işin çapını biraz daha genişlettik ve polisle işbirliği yapmaya karar verdik. Bu işlerle ilgili birim 2. Şubeydi. Yetkilileriyle bizzat ben görüştüm. Şubenin başında, daha sonraları Cumhurbaşkanlığı Özel Koruma Amirliği’ne kadar yükselen Başkomiser Ahmet Kabadayı ve yardımcısı Komiser Şeref Ayparlar vardı. Daha sonraki yıllarda Küçükesat’ta komşum olan bu Şeref Ayparlar’ın yetmişli yıllarda özellikle Deniz Gezmiş’in koluna yapışmış polis şefi olarak boy boy fotoğrafları yayımlandı gazetelerde.

Muhtarın gecekondusunda baskın

 

Polisle yaptığımız plan çerçevesinde cumartesi günü Taner Recep’le birlikte Ulus’taki satıcıdan uyuşturucuyu alacak, Mamak Bahçelerüstü muhtarının gecekondusunda bir esrar partisi düzenlenecek, biz de polisle birlikte bu partiyi basacak ve elebaşlarını yakalayacaktık. Bahçelerüstü muhtarını bu işe ikna etmek pek kolay olmamıştı. Senaryoya göre muhtarın evi Taner’in yakın bir akrabasına aitti ve bir hastalık nedeniyle Anahtarı Taner’e bırakarak Eskişehir’e gitmişlerdi. Taner de bu fırsattan yararlanarak, gözden ırak bu evde Recep’le birlikte esrar partisi düzenlemişti.

Her şey plana göre saat gibi işliyordu. Recep Toptaş’ı suçüstü yakalayabilmemiz için, üzerlerinde esrar Bulunması gerekiyordu. Akşam kararlaştırılan saatte Ahmet Kabadayı, Eşref Ayparlar, iki sivil polis, ben ve İnzibat karakolun gözbebeği Karslı Orhan Çavuş gecekondunun etrafını sararak ağaçların ve çalıların arkasına saklandık. Kendimi, Amerikan filmlerindeki gangsterlere savaş açmış federal polis gibi hissediyordum ve heyecandan yüreğim çılgınlar gibi atıyordu. Oyunun aktörleri önce gecekondunun bahçesinde topladıkları çalı çırpı ile bir güzel ateş yaktılar. Sonra bir yerlerden buldukları bir teneke parçasının üzerine, toz esrarı döküp ateşte erittiler. Öyle neşeliydiler ki, biraz sonra başlarına geleceği düşündüğüm için yüreğim burkuluyor, bu duygu heyecanımı daha da artırıyordu. Uzaktan loş ışıkta tam görülmüyordu ama, tenekedeki esrar ateşte erimişti. Onu büyük bir dikkatle jelatin kâğıda dökmüşler, üzerine de bir kat jelatin kapattıktan sonra yerdeki yassı bir taşın üzerine koymuşlardı. Recep Toptaş postallarını çıkarıp taşın üzerine çıkmış, kolları havada esrarın üzerinde dans ediyor, ötekiler de ona garip bir biçimde eşlik ediyorlardı. Gecekondunun duvarındaki ampulden ve yerdeki ateşten yansımalarıyla seyrettiğim manzara tam Afrika yerlilerinin tamtam danslarına benziyordu.

Recep’in işaretiyle hep birlikte içeri girdiler. Plana göre Taner bir yolunu bulup pencereden ya da kapıdan dışarıya çaktırmadan bir şey atacak, bunun üzerine biz de içeriye dalıp herkesi suçüstü yakalayacaktık. Gerçekten on beş-yirmi dakika sonra kapı aralandı ve bir el dışarıya buruşturulmuş bir kâğıt attı. Zaten tetikte beklediğimiz için, Ahmet Kabadayı, Şeref Ayparlar ve ben içeri dalıp “kıpırdamayın!” ihtarıyla tabancaları doğrultmuştuk. İçerdeki manzara ilginçti. Mavi bir dumanın kapladığı odanın ortasında bir sini, onun da ortasında kocaman iki tabakta tepeleme üzüm ve helva vardı. Bizim içeri dalmamızla birlikte Recep Toptaş, seri bir hareketle elini oturduğu minderin altına atmış, ancak bu konunun kurdu olan Kabadayı diziyle bastırarak, elindeki esrar plakasını minderin altına saklamasını engellemişti. Polisler deneyimli ve soğukkanlıydı. Bense heyecandan elimdeki tabancanın titrediğini belli etmemeye çalışıyordum. Küfürler, bağırıp çağırmalar ve yalvarıp yakarmalar arasında Taner de dahil olmak üzere altı askeri kelepçeleyip polis arabasıyla ikinci şubeye gönderdikten sonra karakola geçip ortak tutanak düzenledik.

 

Hapisten çıktığım ilk gün teğmeni şişleyeceğim

Olay garnizonda bomba gibi patlamıştı. Daha ben makama çıkıp tekmil veremeye vakit bulamadan Tuğgeneral Cihat Türkeli beni karşısına dikip, açtı ağzını yumdu gözünü. Tehdidin bini bir paraydı. Kendisinden habersiz böyle bir operasyon düzenlediğim ve izin almaksızın polisle işbirliği yaptığım için suçum çok büyüktü ve askerliğim yanacaktı. Ancak herhangi bir olumsuzluğa meydan vermediğim için olayı büyütmeyeceğini, bir daha kesinlikle böyle şeyler yapmamam gerektiğini söyledi. Olay fazla kurcalanmadan kapatıldı. Çünkü Cihat Paşa da olayın büyümesi halinde sorumlu duruma düşeceğinden endişe etmiş, hattâ beni haşlarken bunu da ağzından kaçırmış, “Şimdi ben bu olayı Celâdet Paşa’ya nasıl izah edebilirim teğmen?” demişti.

Olay yargıya yansımış, yakalanan askerler uyuşturucu kullanmak ve bulundurmaktan yargılanmıştı. Hapisteki Recep Toptaş ziyaretine giden arkadaşlarıyla bana “Hapisten çıktığım ilk gün teğmeni şişleyeceğim” şeklinde tehdit mesajları yolluyordu. İlk duruşmaya tanık olarak çağrılmıştım. Anafartalar Caddesi’ndeki tarihî adliye binasının koridordaki kanepelerden birinde Ahmet Kabadayı ve Komiser Şeref’le mahkeme salonuna alınmamızı beklerken sohbet ediyorduk. Recep Toptaş, elleri kelepçeli olarak koridorda önümüzden geçerken beni görmüş ve suratıma kin dolu gözlerle bakarak önüme okkalı bir şekilde tükürmüştü. Sonra Recep Toptaş’a ne oldu bilmiyorum ama, bu baskına Taner’in arkadaşı olduğu için katılan Eskişehir’li Sertaç adındaki bir eri, olayı öğrenip Ankara’ya kadar gelen ailesini de tanıdıktan sonra, kurtarabilmek için elimden geleni yapmıştım. Ne hazindir ki, kaş yapayım derken göz çıkarmış, terhis olduktan sonra, bu tertipte bana yardımcı olan Taner’in esrarkeş olduğunu öğrenmiş, kahrolmuştum.

Subay gazinosu, yokuşta olduğu için öğle yemeklerine bazen  jiple çıkıyordum. O gün da şoförüm Menmet Pehlivan’a, çabuk döneceğimi, beni beklemesini söyledim. Yemeğimi henüz bitirmiştim ki garson er telefondan arandığımı söyledi. Telefondaki İrfan’dı ve öfkeden sesi titriyordu. Çevremdekilerin bile duyacağı bir sesle, “Teğmen, emrediyorum derhal karakola dön!..” diye bağırıyordu. Buz gibi olmuştum. Telefonu kapatıp dışarı çıktım. Jip yoktu. İrfan Üsteğmen emrettiği için karakola döndüğünü söylediler. Acaba önemli bir sorun yaşandı da ben görev başında olmadığım için mi bu kadar sinirlenmişti İrfan diye düşünüyordum. Karakola kadar hızla yürüdüm. İrfan’la paylaştığımız odaya girdiğimde onu, elleri arkasında barut gibi volta atarken buldum. Ben içeri girince durdu, gözlerine bana dikti ve sert bir şekilde,

Kriz geçiren komutan

“Bu ne laubali duruş teğmen, esas duruşa geç!..” diye bağırdı. Gözleri çakmak çakmaktı. Neye uğradığımı şaşırmıştım, gülsem mi, ağlasam mı bilemiyordum. Bir tiyatro oyuncusu gibi, çaresiz esas duruşa geçtim ve selam verdim. O çocukluk arkadaşım İrfan gitmiş, yerine hiç tanımadığım bir gestapo subayı gelmişti. Öfkeden topuklarını barakanın tahta zeminine vurarak, tirtir titreyen sesiyle,

“Neden emrettiğim anda karşımda olmuyorsun da beni bekletiyorsun!..” diye bağırıyordu. Şaşkınlıktan titreyen bir sesle,

“İrfancığım, yürüyerek geldim, araç yoktu…” dememe kalmadı, elini arkasına atıp tabancasını çekti ve alnıma dayadı. Bir yandan da bağırıyordu.

“Ne demek İrfancığım, sen ne biçim askersin, ben senin komutanınım, emret komutanım, diyeceksin!..” Kriz geçiriyordu. Bir an, nedenini anlayamadığım ve kontrol edemediği o öfkeyle tetiğe dokunması işten bile değildi. Bu arada dışardaki seslerden erlerin barakanın önünde toplanıp içerde olanları dinlediğini hissediyordum. Bütün karizmam yerle bir olmuştu. Bir süre birbirimizin gözüne bakarak öyle durduk. Derin derin soluyor, ama kriz hali yavaş yavaş geçiyordu. Önce tabancanın namlusunu aşağı çevirdi, sonra yavaş yavaş gidip sandalyesine oturdu. Donup kalmıştım ve ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Tabancayı masanın üzerine bırakıp, oturmamı işaret etti. Ben de kendi yerime geçip oturdum. Ortalık biraz yatışmıştı ve belli ki benim bir şeyler söylememi bekliyordu.

“Hayrola, sorun nedir?” diye sordum. Dudakları titriyor, yanıt vermek istiyor ama kelimeler ağzından çıkmıyordu. Derin bir iç geçirdikten sonra konuşmaya başladı.

“Bak Şahinciğim, benim için önemli değil ama, askerlikte ast üst münasebetlerine çok dikkat etmen lazım. Buranın komutanı hâlâ benim, ben gelmeden burayı terk edip yemeğe gitmen doğru değil. Üstelik jipi de almışsın ve orada alıkoymuşsun. Hiçbir üst bunu affetmez. Sen benim en yakın arkadaşımsın… Biraz sert davrandım, kusura bakma. Ama bundan sonra daha dikkatli ol…” dedi.

Şaşkınlık içindeydim ve gülmemek için kendimi zor tutuyordum. O da anlamış olmalı ki, yerinden kalkıp yanıma geldi,

“Siktiret, benim delinin biri olduğumu bilmez misin? Gene sudan yere delilerim tuttu, kusura bakma” dedi ve boynuma sarılıp yanaklarımdan öptü. O olaydan sonra İrfan’la dostluğumuz öylesine pekişti ki, askerliğimin yanmasına neden olacak bir olayda beni büyük bir manevrayla nasıl kurtardığını, (Merak eden dostlar çıkarsa bunu da yazabilirim) Harp Okulu’nda görevli Fuat Bey’den onun için kızını istememi nasıl unutabilirim? Bu konuda öylesine başarılı olmuştum ki, İrfan kısa bir süre sonra Ankara Orduevi’nde yapılan görkemli bir düğünle evlendi. Yıllar sonra Kalender Orduevi’ndeki yemekte, sayemde mutlu bir yuva kurduğunu, çocuklarının ikisinin de akademisyen olduğunu anlattı uzun uzun. Halen Kadıköy’de emlâk danışmanlığı yapmakta.

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.