Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Küçük yerde büyük olmak – Şahin Tekgündüz

0

Eşya yüklü kamyon dört saatlik yolculuktan sonra dev bir masaya benzeyen kayalık ve önündeki cami görüntüsüne doğru yaklaşırken babam, motor gürültüsünü bastıran bir sesle şoför mahallinden sesleniyor “Geldik çocuklar, Gülşehir’e giriyoruz!..” Bu denli büyük bir düş kırıklığı yaşayacağımı düşünemezdim. Küçük kız kardeşim Renan annemin kucağında, şoför mahallinde, Şahinur ve Samiye teyzemle ben de kamyon kasasındaki ev eşyalarının önünde oluşturulmuş sette oturuyoruz dört saattir. Nisan ayı, bir yandan tepemizdeki güneş yakıyor, bir yandan da rüzgâr üşütüyor ve battaniyelere sarılıyoruz.

Niğde’den ayrılmadan önce babam Gülşehir’i bize, Kızılırmak’ın kıyısında, yemyeşil meyve sebze bahçeleri arasında şirin mi şirin bir kasaba olarak anlatıyor, biz de Niğde’deki Sır Ali sokağında bunaldığımız için Gülşehir’e gitmek için can atıyoruz. Ama yaşadığım bu şok kabul edilebilir gibi değil.

Kamyon Nevşehir’deki Damat İbrahim Paşa Camii’nin benzeri ve küçüğü olan caminin yanında duruyor ve aşağı iniyoruz. Caminin solunda küçük bir meydan sekiz on dükkândan oluşan bir çarşı görünüyor. Çarşıya doğru yürüyoruz teyzem ve kardeşimle. Biraz ilerde sağda, önünde küçük bir bahçesi ve bir Atatürk büstü olan iki katlı bir bina var. Üzerinde ‘T. C. Gülşehir Kaymakamlığı’ yazıyor. Gülşehir’in altı ay öncesine kadar adının Arapsun olduğunu öğreniyoruz. Teyzem “Niye değiştirmişler ki adını, Arapsun daha yakışıyor buraya” diyor. Biraz sonra babam da geliyor yanımıza; Hükümet konağından çıkan iri yapılı, kumral, mavi gözlü, dalgalı saçları neredeyse kadınlarınki kadar uzun biriyle konuşuyor. Adının Fikret olduğunu söyleyen adam babama “Mustafa Bey, ev biraz yüksekte ama yolu var, manzarası da çok güzel” diyor ve parmağıyla o girişte gördüğümüz büyük kayayı gösteriyor. Şaşkın şaşkın bakıyoruz. O devam ediyor “Biz bir odasında idare ediyoruz, yanımızda bizimkinin iki misli bir odası var; kirası da ucuz, altı lira diyor. Hem Rabia da evde yalnız sıkılıyor, orayı tutalım size” diyor. Birlikte Hükümet konağına giriyorlar.

Evimiz kartal yuvası

Ertesi gün, keçi yolu gibi daracık yollardan çıkarak bin bir güçlükle taşındığımız evdeyiz. Müfettiş olduğu için üç ay sonra Gülşehir’den ayrılacak olan Karadenizli Fikret bey ve karısı Rabia Hanım eve yerleşmemize yardım ediyorlar. Fikret Bey, “İnip çıkması biraz zor ama burası tam bir kartal yuvası” diyor. Gerçekten taa uzaklar görünüyor; yemyeşil meyve bahçeleri, tarlalar, sağda sonradan Koruluk dendiğini öğreneceğimiz ağaçlık, solda Kızılırmak’ın kıvrımları… Başımızı biraz yukarı kaldırdığımızda ise, girişte gördüğümüz Kepez denilen masa şeklindeki dev kayalığın kale gibi yükselen burnu… Teyzem, kardeşlerim ve ben şaşkınız, annemse mutsuz. Hep ağlamaklı bir yüzle dolanıyor ortalıkta. Odanın önünde hayat denilen bir boşluk, karşısında mutfağa benzer üstü yarım kapalı ocak ve tandır var. Onun yanında da kemerli penceresi olan bir başka oda… Bütün evler beyaz taştan ve kemerli.

Olumsuzluklarına rağmen eve alışıyoruz, Gülşehir’e de… Okullar tatilde olduğu için genellikle babamla birlikte iniyoruz aşağıya. Kaymakam Şevket Yurdakul’un oğlu Doğan’la tanışıp arkadaş oluyoruz ve birlikte dolaşıyoruz kasabada. Bazen de o beni bahçelere yakın yerdeki iki katlı kaymakamlık konağına götürüyor, babası da annesi de beni çok seviyorlar. Kocaman evlerinin önünde büyük bir bahçe, ortasında da bir havuz var. Bir gün Hükümet Konağı’nın bahçesinde oyalanırken bütün memurlar ve babam telaşla çıkıyorlar. Babam yanıma gelip “Kaymakam’ın küçük oğlu Doğa havuzda boğulmuş, oraya gidiyoruz, sen eve git…” diyor. İnanmak istemiyorum; babamı dinlemeyip ben de peşlerinden gidiyorum. Konağın önü kalabalık, içerden ağlama çığlıkları geliyor. Bütün kasaba yasa bürünüyor ve birkaç ay sonra Kaymakam ve ailesi Gülşehir’den ayrılıyor.

Fikret Bey’le karısı Rabia Hanım hemen her gece bağıra çağıra kavga edip sabahleyin de barışıyorlar. Annem “Bunlar bildiğin deli” diyor. Bazı akşamlar birlikte yemek yiyoruz. Fikret Bey bana oynamam için bozuk bir el feneri veriyor. Pili aktığı için yapış yapış olmuş. Onarmaya çalışıyorum ama olmuyor. ‘Adese’ denilen ortası kalın kenarları ince camını çıkarıyorum. Sinema tutkum depreşmiş durumda. Adese, elime nasıl geçtiğini hatırlayamadığım bir gramofon borusu, kırık bir ayna parçası ve Niğde’deki gibi annemden yalvar yakar aldığım kullanılmayan bir beyaz çarşafla yeni sinemamı kuruyorum. Güneş ışığını aynayla borunun ağzındaki adeseye denk getirince çarşaftan perde aydınlanıyor, önüne koyduğum her şey perdeye kocaman yansıyor. Bozulmuş bir çalar saat iskeleti bulmam çok güç olmuyor. Saatin sağlam dişlilerini çevirince perdede kocaman bir fabrika çalışıyormuş gibi oluyor, sesini de ben uyduruyorum ve mutluluktan uçuyorum. Mahalledeki yeni arkadaşlarım toplanıp şaşkınlıkla izliyorlar fabrika görüntümü. Fikret Bey “Sen bir mucitsin” diyor ve ne ilgisi varsa ‘Sokrat’ adını takıyor bana. Bunda sanırım bedenime göre kafamın büyüklüğü de rol oynuyor ve Gülşehir’de adım Sokrat’a çıkıyor.

Mühendis olacak benim oğlum

Bir gün Şahinur’la evin yanındaki yarısı yeşil yarısı toprak yerde oynuyoruz. Su dolu bir ibrikle, biriktirdiğim kibrit kutularını getiriyorum. Sapsarı topraktan koyu bir çamur yapıyoruz ve kibrit kutularıyla kerpiç döküp kâğıtların üstünde güneşe seriyoruz. Şahinur bana yardım ediyor ve “Abi bunlarla ne yapacağız?” diye soruyor. Ona beklemesi yanıtını veriyorum. Üç gün sonra döktüğümüz kerpiçler çoğalıp iyice kuruyunca onlarla kapısı ve pencereleri olan iki katlı bir ev yapıyorum. Babamlar çok beğeniyorlar. Annem, “Mühendis olacak benim oğlum büyüyünce” diyor. Evde kartondan kesip biçip yapıştırarak yaptığım kapı ve pencereleri sabah gidip yerlerine takmak için mutlu bir uykuya dalıyorum. O da ne, sabahleyin elimdeki karton kapı pencerelerle gidince kahrımdan ağlamaya başlıyorum. Oradan geçen bir kedi özenerek yaptığım evi yıkmış. Öfkeyle yeni tuğlalar yapıp evi onarıyorum, hazırladığım kapı ve pencereleri dikkatle takıyorum. Fikret Bey de Rabia Hanım da yaptığım eve hayranlıkla bakıyorlar. Fakat mutluluğum uzun sürmüyor, birkaç gün sonra yağan yağmur, evimi çamur yığını hâline getiriyor

O günlerde babamı bir merak sarıyor. Birtakım din kitaplarıyla Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat adlı kitabını okuyor ve elindeki teşbihle hecelerini saya saya aruz ölçüsünde şiirler yazmaya çalışıyor. Yazdıklarını da odada dolanarak okuyor ve ezberlemeye çalışıyor. Bana da şiir yazmamı öneriyor. Ve hiç namaz bile kıymayan babam o yıl oruç tutmaya da başlıyor. Geceleri de Karavezir Mustafa Paşa’nın Kurşunlu Camii’ne teravi namazı kılmaya gidiyor. Birkaç kez beni de götürüyor. Hattâ Kadir gecesi bana da sabaha kadar camide namaz kıldırıyor. Babama kızamıyorum ama çok kırılıyorum. O günlerde bir gün babam elinde eski yazıyla yazılmış bir kartonla geliyor eve. “‘Bu salaten tüncina’ duası, bunun olduğu yere akrep girmezmiş” diyor ve kartonu odanın kapısının üstüne yapıştırıyor. Ama birkaç gün sonra sanki inadınaymış gibi annem odanın girişinde kocaman bir akrebi terliğiyle öldürüyor.

Muyunçur Kağan Türk mü?

 

Okullar açılıyor. Sabahları Şahinur’la el ele tutuşarak gidiyoruz okula. O birinci sınıfta ben üçüncü. Kısa sürede ikimiz de okulun en parlak öğrencileri oluyoruz. Benim öğretmenim Hasan Bey, okulun müdürü ise Cevdet Bey. Okul Müdürü’nün oğlu Yılmazla tanışıyorum ve hemen arkadaş oluyoruz. Dersler başlayor ve okulun en çalışkan öğrencileri arasına giriyorum. Öğretmenim yaptığım resimleri gösteriyor arkadaşlarıma ve şiirlerimi okutuyor.

Kırlarda bayırlarda

Yemyeşil çayırlarda

Gezdik bahar gelince

Ovalar yeşerince (ve devamı)

Öğretmenime Niğde’deki gibi bir duvar gazetesi yapmak istediğimi söylüyorum. Ama okulda daktilo makinesi yok. Babama onun dairesindeki makinede yazıp yazamayacağımı soruyorum, olumsuz yanıt veriyor. Sonra beni, öğle tatillerinde tavla oynadığı Tarım Müdürü Haluk Bey’le tanıştırıyor. Hâlit Bey’in dairesi kasabanın girişinde tek katlı küçük bir bina. Birkaç gün sonra Muhsin ve Mehmet adında arkadaşlarımla Haluk Bey’inkinin yanındaki odada çok ses etmemeye dikkat ederek duvar gazetesinin yazılarını yazmaya başlıyoruz daktiloda. Beşinci sınıf öğrencisi Yılmaz da bize yardım ediyor. Mehmet târih dersini çok seviyor ve Türk büyüklerinin ismini biliyor. Uygur Hükümdarı Muyunçur Kağan’la ilgili yazı yazmak isteyince, onlar Türk değil diye tutturuyorum ve tartışıyoruz. Mehmet ertesi gün öğretmene tartışmamızı anlatıyor. Hasan Bey ikimize de hak veriyor ve “Çocuklar Türk tarihi daha tam anlaşılmış değil, hem Türk hem de Moğol diyenler var, siz Türk olarak yazın gazeteye” diyor. Mehmet’le tartışmamız da böylece tatlıya bağlanıyor.

Duvar gazetesini okulun girişine tarih şeridini de sınıfa asınca Müdür Cevdet Bey kaymakamı ve memurları okula davet ediyor. Babam da aralarında. Yeni kaymakam kısa bir konuşma yaparak bizi kutluyor ve okuldaki bütün öğrencilere tek ortalı defter ve kurşun kalem hediye ediyor.  Kaymakam ve konuklar gidince müdür Cevdet Bey beni ve Mehmet’i odası çağırıyor. Kaymakam Bey’in başarımdan dolayı bana bir suluboya takımı ile resim defteri, Mehmet’e de ‘50 Türk Büyüğü’ kitabı armağan ettiğini söylüyor. Bana da yaklaşan 29 Ekim töreninde okumam için Behçet Kemal Çağlar’ın Cumhuriyet Bayramı şiirini ezberlememi söylüyor. O gün sevinçten havalara uçarak ayrılıyorum okuldan.

hakgazetesi.net/kapadokyada-gulsehir/6/

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.