Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Konya’da salyangoz satmak… – Şahin Tekgündüz

0

1959 yılı, ufak tefek takıntılar dışında kendimi alabildiğine özgür ve mutlu hissettiğim bir yıl. Bir yandan Sinema-Tiyatro Dergisi’ni sürdürebilmek için çabalarken, bir yandan da dernek bünyesinde amatör tiyatro çalışmalarının içindeyim. Kavaklıdere’deki dernek lokalimiz arı kovanı gibi işliyor. Haftanın belli günlerinde Özdemir Nutku, Turgut Erim ve Turgut Özakman’ın üyelerimize verdiği tiyatro kuramı dersleri bir akademi ciddiyetiyle ve hararetli tartışmalarla sürüyor. Sahneleyeceğimiz ilk oyunları belirliyoruz ve arkadaşların bir bölümü ön çalışmalara doludizgin yürüyor. Bir evin salon salamanjesi (O yıllarda aynı zamanda yemek masasının da bulunduğu büyükçe salonlara Fransızca özentisiyle böyle deniliyor) büyüklüğündeki lokalimizde metin ve ezber çalışmaları kulaklarımızda uğulduyor. Romen yazar Eugene Ionesco’nun “Yeni Kiracı”, Amerikalı yazar Edna St. Vincent Millay’nin “Aria da Capo”, Nobel ödüllü Amerikalı yazar Eugene O’Neill’in  “Kahvaltıdan Önce” adlı oyunları ilk seçtiklerimiz. Ionesco, İstanbul’daki amatör tiyatro topluluğu Genç Oyuncular tarafından sahneye konulan Kel Şarkıcı oyunuyla tanınmış ve kısa sürede avangard, kimilerine göre ise absürd tiyatronun, en önemli adı olarak ünlenmişti.

Özkan Taner’in yönettiği Aria da Capo iki kişilik bir oyundu ve Nihat Özer (Sonradan Asyalı soyadını alıyor; bir süre Zonguldak’ın Efrani ilçesinde yargıçlıktan sonra Danıştay raportörlüğü yapıyor, önemli tiyatro oyunları yazıyor) ve Bingöl Yener (Devlet Tiyatrosu oyuncusu Turgut Sarıgöl’le evlenip onun soyadını alıyor) oynuyor. İngilizceden çevirdiği Yeni Kiracı’yı ise Ülkü Başsoy (Yıllarca, Almanya ağırlıklı olmak üzere diplomat olarak görev yaptı) sahneye koyuyor, roller Nihat Özer, Ülkü Ongan (O da Devlet Tiyatrosu oyuncularından Işık Toprak’la evlenip onun soyadını alıyor), Konyalı arkadaşımız Yavuz Canevi (Hazine müsteşarlığı, Merkez Bankası başkanlığı ve çeşitli bankalarda üst düzey yöneticilik yaptı ve yapmakta), Avarkan Atasoy (Zamanla ünlü bir avukat oldu) paylaşıyor. Kahvaltıdan Önce oyununun kadrosunu ne yazık ki anımsamıyorum. Oyunların okuma provaları dışındaki sahne çalışmalarını, genellikle SBF’nin sahnesinde yapıyoruz.

Oyun seçme ve sahneleme konusunda öylesine iddialıyız ki ilk temsilimizi tiyatronun akademisi olan Devlet Konservatuarı’nda veriyoruz. Aklımız sıra, ‘siz devlet bütçesiyle devletin tiyatrosuna hizmet veriyor ve sanatçı yetiştiriyorsunuz, biz ise kıt olanaklarımızla en ileri tiyatro anlayışını temsil ediyoruz, işte örnekleri’ demek istiyoruz. O ilk temsilde gösterilen ilgiyle moralimiz tavan yapıyor. Daha sonra Gâzi Eğitim Enstitüsü’nde de (O zaman henüz üniversite değil ve öğrencisi olan Özdemir İnce’den büyük destek görüyoruz) aynı başarıyı sağlayınca biraz şımarıp ilginç bir kararla, Ramazan ortasında Konya’ya turneye çıkıyoruz.

14-15-16 Mart 1959 tarihlerine rastlayan o turneye bağrıma taş basarak katılamıyorum. Çünkü yüze yüze kuyruğuna getirdiğimiz Sinema-Tiyatro Dergisi o günlerde matbaadan alınacak ve onun erişilmez heyecanını yaşıyorum. Günlerce gece gündüz çalışarak hazırladığımız dekorlar, giysiler, aksesuarlarla dolu kamyonu dernek lokali önünden âdetâ özel bir törenle yola çıkarıyor, akşam da arkadaşlarımızı yolcu etmek için tren garında toplanıyoruz. Tren hareket edip de arkadaşlar pencereden el sallamaya başlayınca, yıllar önce ortaokulda yaşadığım Talas Koleji seyahati aklıma geliyor ve içim burkuluyor. (Bir başka yazımda hâlâ anımsadıkça içimi burkan o anımdan söz edeceğim)

Ramazanın ortasına rastlayan Konya turnesi de galiba bilinçaltımızdaki bir meydan okuma dürtüsünün ürünü olarak başlıyor. Tam anlamıyla Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışıyoruz. Tiyatroya ve bu tür etkinliklere yabancı olan Konya’da olumlu olumsuz tepkiler birbirini izliyor. Başlangıçta oyunun tanıtımı amacıyla kimi mağazaların vitrinlerine konulan küçük afişler olumsuz tepkilere yol açıyor, gerekçe olarak da, Mevlana Hazretleri hoşlanmaz böyle şeylerden deniyor. Konya’da yayımlanan yerel gazetelerin kimi nalına kimi mıhına vuruyor, ama Ramazan’da bu tür gösterilerin hiç de hoş karşılanmadığı yorumları ağırlık taşıyor.

Ne var ki, bu arada moralimizi yükselten bir gelişmeye de tanık oluyoruz. Konya’nın önemli aydınlarından şair ve yazar Feyzi Halıcı’nın, başkanı olduğu bir kültür ve sanat derneği ve bir dergi var. Halıcı dergisinde, Yeni Kiracı’yı, daha önce Paris’te izlediğini, Konya’daki temsilin ise ondan çok daha başarılı olduğunu Konyalıların oyunlara kayıtsız kalarak büyük bir fırsat kaçırdığını yazıyor. Bu yazı, sorunlarla dolu ve pek parlak geçmeyen Konya turnesinin olumsuz etkilerinin silinmesine yardımcı oluyor.

Derneğin kurucularından ve temel direklerinden Ayhan Gökalp Konya turnesini ve izlenimlerini şöyle anlatıyor:

“Turnede oyunlardan başka şu gösteriler de vardı. Üç belgesel ve iki konulu film, ‘Türk tiyatro tarihi’ konulu bir konferans, tiyatro oyunu okuma matinesi, Devlet Tiyatroları afiş ve fotoğraf sergisi, sinema ve tiyatro yayınları sergisi… Ben önceden gidip Konya’da Alaattin Tepesi denilen yerde, büyük salonu olan bir gazinoyu bu iş için ayarladım. Gazino’nun sahnesi yoktu. Gazino sahiplerinin ağzından girip burnundan çıktım ve birkaç gün içinde bizim arkadaşların da desteğiyle bir sahne yapıldı. Ramazan olduğu için bütün lokantalar kapalıydı; yakanımızdaki bir pastaneden karnımızı doyuruyorduk. Akşamları da orduevinde yemek yiyip içtik. İlk gösteriye sadece yedi seyirci geldi. Sonra okullara gittik ve salonları öğrencilerle doldurmayı başardık. Valiyi ve belediye başkanını ziyaret etmeyi de”

***

    Konya turnesinin ardından aynı oyunları üniversitelerin sahnelerinde sergiliyor,  o dönemde yaygın olan amatör tiyatro festivallerine katılıyoruz. Fransa’nın Nancy kentinde düzenlenen uluslararası festivalde aldığımız ödül göğsümüzü kabartıyor. Haberin gazetelerde küçük de olsa yer alması adımızın yaygınlaşmasına katkı sağlıyor. Çalışmalarımız bütün hızıyla sürüyor ama bunları gerçekleştirebilmek için kaynak oluşturmakta zorlanıyoruz. Üniversite salonlarda verdiğimiz temsillere ve konferanslara bağış karşılığında izleyici almaya başlıyoruz. Anımsadığım kadarıyla konferanslar için bir, tiyatro oyunları için iki liralık makbuz kesiyoruz. Birkaç istisna dışında pek fazla itiraz eden de olmuyor.

Hukuk Fakültesi’ndeki gösterimizde başlangıçta beni sarsan tatsız bir sorun yaşıyorum. Etkinliğimiz, fakültenin yaklaşık beş yüzü kişi alacak büyüklükteki salonunda. Bu etkinlikten büyük beklenti içindeyiz. Dekorlar kurulmuş, provalar yapılmış, öğretim üyelerine ve dekanlık sekreterliğine davetiyeleri dağıtılmış, heyecan içinde temsil gecesini bekliyoruz. Salona giriş düzenini koruma ve bağış makbuzu kesme işini de ben üstleniyorum. Bütün endişem, salona davetiyesiz ve bağış ödemeden girenlerle baş edebilmek. Oyun başlamış ve başarıyla sürüyor, kural gereği salonun kapısını kapatıyor ve sızmaları önlemek için önünde bekliyorum. O sırada tam korktuğum başıma geliyor. Fakültenin belalısı bir doksan boyunda, takım elbiseli ama yakası bağrı açık, eli tespihli, kemerinde bıçak hattâ tabanca taşıdığı söylenen Kürt Abdullah yanında kendisi gibi iri kıyım bir arkadaşıyla sallana sallana yaklaşıyor kapıya. Belli ki küp gibi sarhoş ve beni görmezden geliyor. Elini kapının koluna atınca önüne geçiyorum, oyunun başladığını içeri girilemeyeceğini söylüyorum. Önce, sen kim oluyorsun dercesine şaşkın şaşkın bakıyor, sonra da bir omuz darbesiyle yana itiyor beni. Kararlıyım ve onu içeri almayacağım. Ama nasıl? Biraz yanımda fakültenin hademesiyle göz göze geliyoruz ama onunda yapabileceği bir şey yok. Başıma gelecekleri kestirmeme rağmen bütün cesaretimi toplayıp önüne geçiyorum. Biraz şaşkın, biraz tehditkâr bir ifadeyle “Gardaş sen bela mısın, çekil hele!” diyor ve yeniden itiyor beni. Durum berbatlaşıyor ama aşağıdan almaya hiç niyetim yok. “Peki sen bela mısın, oyun başladı dedik…” diyerek dikleniyorum. Belli ki beni küçümsüyor ve dalaşmaya değmez duluyor. Pis pis gülümseyerek “Bak Nihat içerde beni bekliyordu, şikâyet eder dernekten attırırım seni!..” diyor. O sırada yanındaki arkadaşı kolundan çekerek “Vazgeç Apo, tiyatronun sırası mı dedik sana, Gülhan evde bizi bekler…” deyip onu vazgeçirmeye çalışıyor. Neyse ki fazla uzatmıyor ve “Delikanlı seninle sonra görüşeceğiz!..” diye bir tehdit savurup sallana sallana uzaklaşıyor. Afallayıp kalıyorum, hangi Nihat’tan, yoksa oyunda rolü olan Nihat Özer’den mi söz ediyor?..

Aradan birkaç gün geçiyor, Nihat dernekte gülümseyerek “Ne o yav, Apo’ya posta atmışsın, salona almamışsın, onu ben davet etmiştim” demiyor mu, şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Kürt Abdullah ve Nihat?.. Sonra anlıyorum ki aynı fakültede okudukları için yakın dost olmuşlar. Bir gün Nihat “Seni sürpriz biriyle tanıştıracağım” diye Sakarya Caddesi’ndeki Missouri Meyhanesi’ne davet ediyor ve Kürt Abdullah’la dost oluyoruz. (Bir gün o yıllarda Ankara’nın en ilginç ve önemli lokanta ve meyhanesi olan Missouri’yi anlatacağım) Sonra o dostluk yıllarca sürüyor, zaman içinde o da benim gibi İstanbul’a yerleşiyor. Midyatlı ünlü Arnas Aşireti’nin sayılı temsilcilerinden biri ve çok varlıklı olduğunu öğreniyorum. Birkaç defa zarif eşiyle birlikte beni ve karımı Kadıköy’deki Osmanlı mabeyinleri gibi şatafatlı evine davet ediyor, rakı sofralarında eski günleri anıyoruz. Yakından tanıyınca dünya güzeli ve kaliteli bir insan olduğunu görüyorum.

Tiyatro ve film gösterilerinin yanı sıra Sanatsevenler Kulübü lokalindeki etkinliklerimiz aralıksız sürüyor. Devlet Tiyatrolarında sahnelenen oyunlar acımasız eleştiri merceğimizin altında. Her yeni oyunun “premier”inden sonra Sanatsevenler’de bir açık oturum düzenliyor, bu oturuma oyunun yazarı ya da çevirmenini, yönetmenini, bazen de baş oyuncusu ile tiyatro eleştirmenlerini davet ediyoruz. Başkent’teki sanat çevrelerinden ve üniversitelerden o kadar çok katılımcı oluyordu ki, Sanatsevenler’in, bir iş merkezinin alt katını kapsayan, çok özenle döşenmiş geniş salonunda iğne atacak yer kalmıyor. Bu toplantılarda çok ilginç olaylarla da karşılaşıyoruz. Bazen oyunun yazarı ya da yönetmeninin, eleştirilerin altından kalkamayıp salonu terk ettiği oluyor, bazen dinleyicilerle konuşmacılar arasında sert atışmalar yaşanıyor ve olayın büyümesini engellemek durumunda kalıyoruz.

Hangi oyunla ilgili olduğunu anımsayamadığım bir tartışmada panel yöneticisi olan Ayhan Gökalp, eleştirmenleri hayvan pisliğindeki böceklere benzetmeye kalkışan Devlet Tiyatroları Baş Rejisörü Mahir Canova’yı, toplantıda bulunmayan bir eleştirmene haksız saldırılarda bulunduğu için “Sayın Canova, başkanlık otoritemi kullanarak sözünüzü kesiyorum ve salonu terk etmenizi bekliyorum” deyip susturuyor, salondakilerin yoğun alkışı ve kahkahasıyla karşılanıyor. Hiç unutmam, bir başka tartışmada da Can Yücel, tartışılan oyunu, üzerinde konuşmaya değmez bulunduğunu, oysa konuşan herkesin o oyunda sanki konuşmaya değer bir şeyler varmış gibi ciddî ciddî tartıştığını söyleyerek öfkeli ve alaycı bir tavırla “Bir saattir neyi konuştuğunuzu sanıyorsunuz, boktankerelos bir oyun işte… İki saattir boşa zaman harcadım, kendimi cezalandırmak için meyhaneye gidiyorum” diyor ve salonu terk ediyor. O “boktankerelos” sözü argo sözlüklerine girdi mi bilmem ama, o günlerde çok tutmuştu; kimi çevrelerde hâlâ kullanıldığından da eminim.

Sonuçta bütün çabalarımıza rağmen Konya’da tiyatro satamadık ama Nancy’de ödül almayı başardık…

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.