Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Amatörlük güzel şeydir – Şahin Tekgündüz

0

1958 yılında Ankara’da Sinema Tiyatro adında bir dernek kuruldu. Derneğin kurucuları üniversite öğrencileri ve sinema tiyatro dünyasının önde gelenleri idi. Dernek kısa sürede gösteriler, toplantılar, seminerler düzenlemeye başladı ve aynı adlı bir de amatör sahne oluşturdu. Avangart tiyatronun önemli oyunlarını sahneledi. Bir yıl sonra da aynı adlı bir sanat dergisi çıkardı. Beni Sinema Tiyatro Derneği ve Dergisi’ne götüren yoldan söz etmek istiyorum.

O yıllarda, sonradan ortağım ve kader arkadaşım olan Özkan Taner ve ağabeyi Turan Taner’le tanıştım. İlginç bir tanışmaydı. Lise yıllarımda başlayan sinema tutkusuyla, Devlet Tiyatrosu’nda yaşadığım tiyatro ortamı içimde kıpırtılar yaratıyordu. Nevşehir’den mahalle ve ortaokul arkadaşım Ayhan’la sık sık buluşup sinemaya giderdik. En çok gittiğimiz sinema da, o yıllarda daha çok sanat filmleri gösteren ve şimdi yerinde yeller esen, Sıhhiye’deki Ankara Sineması’ydı. Ayhan’la bir yandan film seyreder, bir yandan da Türk sinemasının yetersizliğinden yakınır, bunun için bir şeyler yapılması, örneğin dernekleşmeye gidilmesi, amatör girişimlerde bulunulması, en azından bu tür girişimlerin desteklenmesi gerektiği konusunu tartışırdık.

O günlerden birinde Ayhan’ın SBF’den arkadaşı Serpil Uluer’le karşılaştık. Yakınmalarımızı ve dileklerimizi onunla da paylaştık. Serpil aslında bu taraklarda bezi olmayan, öğrencilik dışında Ankaragücü takımında basketbol oynayan biriydi. Üniversiteyi bitirdikten sonra da Ticaret Bakanlığı Dış Ticaret Genel Müdürlüğü’nde ve Hazine Müsteşarlığı’nda önemli görevlerde bulundu. Bize, Turan ve Özkan diye, yakın arkadaşı olan iki kardeşten söz etti. Büyük olan Turan çalışıyor, Özkan ise Hukuk Fakültesi’nde okuyordu. Bir gün sözleştik ve Serpil’le birlikte Turan ve Özkan kardeşlerin Hamamönü’ndeki evlerine gittik. Gidiş o gidiş…

Onlarla tanışmam, kendimi geniş bir arkadaş ortamında bulmamı sağlamıştı. Artık tiyatrodaki işimden arta kalan zamanımı yeni arkadaşlarımla geçiriyordum. Onlar arasında, Nihat ve Nevzat Asyalı ile Turan Taner özel bir yer tutuyordu. Ayhan Gökalp ise, bu küçük grubun kilit taşı durumundaydı. Bu gelişmenin yeni bir cemaat oluşturacağını ve sinemayla birlikte özellikle tiyatro ortamında adını duyuracağını başlangıçta aklıma getirebilmiş miydim bilemiyorum.

Şiir Patlaması

Genellikle Nihatlarda ya da Özkanlarda bir araya geliyor, saatlerce sanat, sinema, tiyatro ve şiir konuşuyorduk. O dönemde, nedense ben hariç, herkeste bir şiir tutkusu vardı. Yakın çevremizdeki şair Ercan Belen, Ergin Günçe, Ergun Evren, Ercüment Gencer, yine çok yakınımızda olmamasına rağmen aynı çevrede bulunan Ece Ayhan, bu tutkuyu körükleyenler arasındaydı. Bu şiir patlamasına neden olan ‘İkinci Yeni’ akımı bütün hızıyla sürüyor, Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Sezai Karakoç’un şiirleri elimizden düşmüyordu. Tabii bir de Attila İlhan’ın…

Ayrıca dönemin sanat ve edebiyat dergileri özellikle genç yeteneklerin gelişmesine önemli katkı sağlıyordu. Yaşar Nâbi Nayır’ın Varlık Dergisi, Cemil Sait Barlas’ın Pazar Postası, Salim Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler ve Dost dergileri, İstanbul’da yayımlanan Yelken ve Yenilik dergileri en önde gelenlerdi.

Turan Taner ve Nihat Özer de şiir tutkunları arasındaydı. Turan kendi adıyla, Nihat ise Nihat Bahâ Bekteşbey takma adıyla şiirler yazıyor, sanat dergilerinde yayımlatıyorlardı. Bu gelişmeden ben de payımı almış, öyküler yazmaya başlamıştım. Birkaç öyküm daha sonradan ünlü öykücülerin de yer aldığı Vatan Gazetesinin “Perşembe Öyküleri” bölümünde yayımlanmıştı. Onlardan “Fotoğraf” adını taşıyan öykümü hiç unutmam ve bir gazete kesiği olarak da hep saklarım.

Turan liseden sonra kalbindeki rahatsızlık nedeniyle öğrenime devam edememiş, çalışmayı seçmişti. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün, Kızılay’daki küçük bir bürosunda çalışıyordu. Son derece zarif, ince yapılı, güzel yüzlü, kültürlü, zeki mi zeki, esprili birisiydi. Yanlış anımsamıyorsam şiirleri özellikle Varlık Dergisi ve Pazar Postası’nda yayımlanıyor, “Hümeyrâ’ya Şiirler” dizisi ise dillerde dolaşıyordu. Tanıştığımız dönemde, büyük aşkı, ünlü bir eğitimcinin kızı Güneşi’den yeni ayrılmış olmanın derin kederleri içindeydi. Fakat kısa süre sonra Ankara Hastane’sine bağlı Hemşirelik Koleji öğrencilerinden Türkân adında bir kızla tanışmıştı. Evliliğe kadar giden bu birliktelik, böbrek ameliyatı sonrası kalbine bir kez daha yenik düşen Turan’ı genç yaşta yitirmemize kadar sürdü.

Demokrat Parti iktidarının demokrasi karşıtı sert politikaları ile, iktidardan uzak kalmayı henüz hazmedememiş Cumhuriyet Halk Partisi’nin kışkırtıcı muhalefeti arasındaki çetin çatışma hepimizi içine almış, özellikle üniversitelerdeki kutuplaşma her geçen gün boyut kazanmaya başlamıştı. Bu günlerde de olduğu gibi devlet radyosunda muhalefet partilerine sürekli veryansın edilirken, iktidarın başarılarını anlatan demeç ve haberler ile iktidara karşı olanların vatan hainliği suçlamalarından geçilmiyordu. Üniversitelilerin büyük çoğunluğu DP iktidarına karşı ve CHP’nin destekçisi durumundaki Ankara ve İstanbul üniversiteleri ile özellikle Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri ise adeta muhalefetin kalesi durumundaydı.

Tiyatro

Giderek yoğunlaşan bu tepkiler sonucunda sanat dalları, modernleşmenin ve çağdaş toplumlara benzeme özentimizin temel aracı haline gelmişti. Bunlar arasında şiir önemli yer tutuyordu ama zamanla sinema ve tiyatro ön plana geçmeye başlamıştı. Benim Devlet Tiyatrosu’nda çalışmam ve özellikle Oyun Dünyası Dergisi’nde söz sahibi olmamın getirdiği deneyimim ve ısrarcı tavrım, sinemanın yanı sıra tiyatronun da gündemimize oturmasında önemli rol oynamaya başlamıştı. Tiyatro, özellikle de amatör tiyatro üniversite ortamının en gözde sanat dallarından ve ilgi alanlarından biri olmaya doğru gidiyordu.

O günlerde Güner Sümer’in ‘Sahne Z’ adıyla kurduğu amatör tiyatro kulübü ile Siyasal Bilgiler öğrencisi Erol Aksoy’un ‘Üniversiteliler Tiyatro Kulübü’ ve Münip Senyücel’in yönetimindeki Tiyatrosevenler Gençlik Cemiyeti, amatör tiyatro akımının üniversite çevresinde yaygınlaşmasına önemli katkı sağlamıştı. Bu dönemde İstanbul’daki ‘Gençoyuncular’ da önemli bir amatör tiyatro grubuydu.

Erdek’te başlayan amatör tiyatrolar festivali, yanlış anımsamıyorsam daha sonraki yıllarda Abana’da ve Amasra’da da devam etmişti. Özellikle bu festivaller, Türkiye’de amatör tiyatro girişimlerinin gelişmesini sağlamış, hattâ kısa sürede ülke sınırlarını aşarak uluslararası festivallerde söz sahibi olmamıza ortam hazırlamıştı.

Sonunda dernek kuruluyor

Dernek kurmakta karar kılmıştık. Adı da Sinema Tiyatro Derneği idi. Ama benim bir başka hedefim daha vardı ve dernek fikri ile de tam bağdaşıyordu. Uzun zamandır bütün çabam, Oyun Dünyası gibi bir tiyatro magazinine hizmet etmektense, gerçek anlamda bir tiyatro ve sinema dergisi çıkarmaktı.

Benim bu önerim önce yadırgandı ve imkânsız görüldü. Ancak günler geçtikçe arkadaş grubumuzun genişlemesi, dergi fikrinin benimsenmesini de sağladı. Dergi sonuçta tiyatronun ve sinemanın, özellikle de ticârî kaygılardan uzak, daha özgür bir ortamda ve daha saygın bir yolla gelişmesi için önemli katkılar sağlayacak, devlet güdümündeki akçalı tiyatroların dayatmacı tavrını eleştirecekti ve hattâ değiştirecekti ve buna da büyük bir gereksinim vardı.

Dernekleşmek ise oluşturmaya başladığımız grubu daha işlevsel bir güce kavuşturacak, sinema ve tiyatroda amatörlüğün sağlayacağı bağımsızlık ve özgürlüğün ürünlerini vermemize ortam yaratacaktı. Görüşler, önce dernek kurmak, dergi girişimini ikinci plana almak noktasında birleşti. Öyle bir dernek kurmalıydık ki, bize de öteki amatör tiyatrolar gibi bir tiyatro ekibi kazandırmalıydı. Bu gelişmeler benim Devlet Tiyatrosu’ndaki görevime son verildiği döneme rastlıyordu ve o günlerde, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne devam ediyor görünmekten başka bir uğraşım yoktu. Neyse ki, kısa bir süre sonra bu fakülteye bağlı Tiyatro Enstitüsü kuruldu da kendimi o yeni enstitünün sıralarında, hattâ zaman zaman da kürsüsünde buluverdim. Enstitü’nün kurucuları arasında yer alan Amerikalı Prof. Grand Redford gerçek tiyatroyu amatörlerin geliştireceğine inanan biriydi ve beni sık kürsüye davet edip çalışmalarımızla ilgili bilgi vermemi isterdi.

1958’in Şubatı’ndaydık. Cep harçlıklarımızdan bir araya getirdiğimiz küçük bir parayla derneğin kuruluş giderlerini ancak karşılayabiliyorduk. Ama önce bize dernek merkezi olarak gösterebileceğimiz bir yer gerekiyordu. Arayışımız uzun sürmedi. Siyasal Bilgiler’de okuyan Ülkü Başsoy ile kısaca “Hektos” dediğimiz Yekta Türkcan’ın paylaştığı, Kavaklıdere’nin o yıllarda Sudeposu olarak bilinen semtindeki Akat apartmanının zemin katındaki daireyi dernek merkezi olarak gösterebileceğimiz, hattâ girişteki salonumsu yeri de lokal olarak kullanabileceğimiz müjdesini aldık.

Birkaç gün içinde derneğimiz, ‘Sinema Tiyatro Derneği’ adıyla kurulmuştu. Otuz kırk kişilik bir üye grubumuz vardı ve hemen çoğumuz üniversite öğrencisi idik. Aklımda kalan üye arkadaşlarımı sıralıyorum: Turan Taner, Özkan Taner, Ayhan Gökalp, Nihat ve Nevzat Asyalı, Avarkan Atasoy, Ülkü Başsoy, Ülkü Ongan, Yılmaz Özkan, Yılmaz Onay, Ergin Günçe, Ercüment Gencer, Ercan Belen, Erdoğan Tokmakçıolu, Korkut Toğrol, Yavuz Canevi, Timuçin Yekta, Harabe Turgut adıyla ünlü Turgut Erim, Mete Polat, Bingöl Sarıgöl, Güler Özkaynak, Serpil Uluer, Nihat İspir, Sönmez Taner, Emre Kongar, Bahâ Gâlip Tunalıgil, Suphi Konuk… Öğrenci olmayanlar da vardı, Ergun Sav, Turgut Özakman, Metin And, Mahmut Tali Öngören, Ülker Köksal, Oğuz Bülent Nayman, Veysel Öngören, Özdemir Nutku, Sevgi Soysal, Sevgi Sanlı, Dr. Emin Çobanoğlu, Coşkun Tunçtan, Melih Vassaf, Sunullah Arısoy…

Seyyar sinemacılık günlerimiz

Dernek benim için kısa zamanda bir tutkuya dönüşmüştü. Bir yandan Sinema-Tiyatro adlı bir dergi çıkarmak için çalışmaları yürütüyor, bir yandan da Derneğe işlevsellik kazandırabilmek için arkadaşlarımla geceyi gündüze katıyordum. Derneğin tiyatro etkinlikleri konusundaki çabalarımız sürerken sinema konusunda yapabileceğimiz pek bir şey yok gibiydi. Bunun üzerine, özellikle bizim gibi genç kesime sinema sevgisi aşılayabilmek, bunu yaparken de sinemanın edebiyat gibi, resim gibi, müzik gibi gerçek bir sanat dalı olduğunu anlatabilmek çabasındaydık. Her temel öğretide olduğu gibi, işe sinemanın tarihçesinden başlamanın daha doğru olacağını düşünerek yola çıktık. Bu seçimde, olanaksızlıklarımızın da etkisi olduğunu yadsıyamam. Önce yabancı ülkelerin Ankara’daki kültür birimlerine başvurmayı akıl ettik. Bize en yakın duran ve en büyük desteği sağlayan Fransızlar ve İtalyanlar oldu.

     Bir şekilde edindiğimiz “Heurtier” marka 16 milimetrelik projeksiyon makinesi bizim için büyük bir kazanımdı. Başta Fransız Kültür Merkezi olmak üzere benzer kuruluşlardan sağladığımız belgesel filmleri lise ve üniversitelerde düzenlediğimiz etkinliklerle öğrencilere gösteriyor, filmlerle ilgili konuşmalar yapıyorduk. Özellikle, sinemanın mucidi sayılan Lumier Kardeşleri anlatan “Le Frere Lumiere” adlı belgeseli göstermediğimiz ve üzerine ahkâm kesmediğimiz okul kalmamıştı. Omuzumuzda kurşun gibi ağır projeksiyon makinesi, koltuklarımızda film hilelerinin ünlü yaratıcısı sihirbaz sinemacı Georges Melies belgeseli, Albert Lamorisse’in şirin mi şirin filmleri Kırmızı Balon (Le Ballon Rouge)Beyaz Yele (Crin Blanc) ve tabii Charlie Chaplin’in sessiz sinema şaheserleriyle dolu alüminyum film kutuları, hemşire okulları dahil, kan ter içinde o liseden ötekine koşturur dururduk.

Sinemayla ilgili etkinliklerimiz bununla kalmıyor, giderek zenginleşiyordu. Bu arada, dönemin ünlüleriyle ilişki kurmayı da başarmıştık. Amerika’dan yeni dönen Mahmut Tali Öngören ve Oğuz Bülent Nayman, Nijat Özön, Târık Dursun Kakınç, Özdemir Nutku bunların bazılarıydı. Ankara sanat burjuvazisinin o dönemdeki tek adresi olan Sanatsevenler Kulübü etkinlik merkezimiz haline gelmişti. Haftada değilse bile on beş günde bir ya film gösterisi, ya tiyatro eleştirisi ya da bir tartışma programı düzenliyor, sinema ya da tiyatro afişleri sergisi açıyor, konferanslar veriyor ve verdiriyorduk. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mûnis Fâik Ozansoy başta olmak üzere kulübün yönetimindeki ünlü kişilerin gözdesi olmuştuk.

Hatırladıkça yüzümü kızartan yanlış

O yıllarda Hintli yönetmen Raj Kapor’un Âvâre filminin yarattığı fırtına ortalığı kasıp kavuruyordu.

Onunla yeni bir sinemayı, Hindistan sinemasını keşfediyorduk. Yıllardır İkinci Dünya Savaşı’nın sıcak damgasını vurduğu Amerikan filmleriyle, savaşın cephe arkasındaki romantizmi anlatan aygın baygın Avrupa sinemasını hayranlıkla izliyor, birkaç istisna dışında kişiliğini bulamamış Türk sinemasından medet umuyorduk. 27 Mayıs darbesinin getirdiği görece özgürlük ortamında yaygınlaşmaya yüz tutan farklı görüşler ve özellikle sosyalist akım, güçlü bir Amerikan karşıtlığını beraberinde getirmiş, emperyalizme başkaldıran ülkeler, aynı anlayışın giderek güçlendiği Türkiye’de de destek görmeye başlamıştı. Bu gelişme Türk aydınlarını, emperyalizmin baskısı altındaki ülkelere karşı ilgiye ve sempatiye yöneltiyordu. Hindistan sinemasına duyulan sıcak ilgi de biraz bundan, biraz da egzotizmin çekiciliğindendi. Bu arada Âvâre filminin ve özellikle dillere takılan ve yıllarca silinmeyen müziğinin, Türk toplumunun arabesk önceki arayışlarına önemli bir örnek oluşturmuştu.

Âvâre fırtınası henüz melteme dönüşmek üzereydi ki bir başka Hintli yönetmen Satyajit Ray’in “Pather Panchali” filmi gündeme gelmişti. Bu yeni filmin belgesel yapısı, özellikle entelektüel kesimde büyük yankılar uyandırmıştı.

Dernek olarak bize de büyük bir görev düştüğü işgüzarlığıyla hemen harekete geçmiş, Hindistan Büyükelçiliği’nin kapısına dayanmıştık. Filmin 16 milimetrelik bir kopyası kısa sürede Ankara’ya getirilip bize teslim edilmişti. Önümüze konulan koşul, filmi ticari amaçla kullanmamamızdı. Bizim zaten böyle bir kaygımız olmadığı için derhal kolları sıvamış, Sanatsevenler’de  bir gösteri düzenlemiştik. O zamanlar kasap kâğıdı denilen ve kâğıt artıklarından yapılan, kaba olmasına rağmen sevimli mi sevimli ve ucuz bir kartona bastırdığımız davetiyeleri üyelerimize, sanat çevrelerine ve Ankara protokolüne dağıtmıştık. Haber duyulmuş, derneğimiz odak merkezi haline gelmişti. Arayanların haddi hesabı yoktu ve davetiye yetiştirmemiz mümkün değildi.

Filmin gösterildiği gün Sanatsevenler Kulübü’nün Kızılay’daki lokalinin önü anababa gününe dönüvermiş, davetiye edinemeyenler de filmi görmek isteyince durumu kontrol edebilmek için polis çağırmak zorunda kalmıştık. Aşırı kalabalık yüzünden bin bir güçlükle gösterdiğimiz filmi, bir tartışma ve eleştiri toplantısı izlemişti.

Bu toplantıda Sinema-Tiyatro Derneği’ne övgüler yağdırılırken, bir yandan da yüzümüzü, özellikle de benim yüzümü kızartan bir eleştiriyle karşılaşmıştık. Ben o bağışlanmaz ukalalığımla, filmin adındaki “pather” sözcüğünü, dilimize Farsça’dan giren “peder”le eşanlamlı sanıp “baba” diye çevirmiş ve filmin adını “Panchali Baba” koymuştum. Böyle davranmakta pek haksız da sayılmazdım, çünkü anımsadığım kadarıyla filmde çocukları için bin bir türlü güçlükle boğuşan bir babanın öyküsü anlatılıyordu. Davetiyede, tanıtım metninde, yazışmalarımızda da filmi bu adla tanımlamıştık. Toplantıda “pather” sözcüğünün “peder” sözcüğüyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı anlatılınca yüzümün rengini göstermemek için ne durumlara düştüğümü şimdi anımsıyorum da hâlâ kızarıyorum.

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.