Hayvan HaklarıManşet

‘Köpek sevince hayvansever olunmuyor, endüstriyel hayvancılıkta da sistematik şiddet var’

0

Endüstriyel hayvancılık üzerine de çalışmaları bulunan sosyolog Doç. Dr. Sezai Ozan Zeybek, Hürriyet Gazetesi’nden İpek İzci‘ye son günlerde kamuoyunun geniş bir kesiminde tepki ile karşılanan hayvan hakları ihlallerinin gösterdiği artış üzerine düşüncelerini aktardı.

İzci’nin, “Bizim Türkiye’de hayvanlarla nasıl bir ilişkimiz var?” sorusunu, “Bu cinayet haberinden sonra yahut barınaklardan kamuoyuna sızan görüntülere bakarak hayvanlara kötü davranan bir ülke olduğumuz ileri sürülebilir. Ancak başka türlü ilişkiler kuran insanlar hâlâ var. Ancak her durumda şehrin hemen her tarafına yayılmış ve hayvanları hayatta tutan bir dayanışma ağı var.” diyerek yanıtladı.

Gazetemiz yazarları arasında da yer alan Zeybek’in ozanoyunbozan adresinden de tamamını yayınladığı söyleşiyi paylaşıyoruz:

‘Hayvanlarla kurulan yakın ilişki ortak bir zemin yaratıyor’

Geçen hafta, Sapanca’da yavru bir köpek acı çekerek öldü. Fotoğrafları her yerdeydi. Gazeteler, internet siteleri, sosyal paylaşım siteleri… Herkes şefkat yoksunluğundan söz ediyordu. Bizim Türkiye’de hayvanlarla nasıl bir ilişkimiz var?

Ozan Zeybek:  Çok farklı ilişki şekilleri var aslında. Bu cinayet haberinden sonra yahut barınaklardan kamuoyuna sızan görüntülere bakarak hayvanlara kötü davranan bir ülke olduğumuz ileri sürülebilir. Ancak başka türlü ilişkiler kuran insanlar hâlâ var. Bunlar genel kanının aksine sadece Cihangir yahut Moda gibi zengin muhitlerde ikamet etmiyor üstelik.

İstanbul’un çeşitli yerlerinde, Üsküdar’da, Fatih’te, Ümraniye’de de hayvanları besleyen ve koruyan farklı kesimlerden insanlar bulunuyor. Türkiye gibi oldukça kutuplaşmış bir toplumda, hayvanlarla kurulan bu görece yakın ilişki ortak bir zemin yaratıyor diyebiliriz. Diller farklı. Misal Fatih’te kedileri besleyen esnaf ve imamlar yaptıkları işi İslamî saiklerle izah ediyor. Bazı başka gruplar ise hayvan refahı, hayvan hakkı gibi daha seküler yahut hukukî kavramlarla konuşmayı tercih ediyor. Ancak her durumda şehrin hemen her tarafına yayılmış ve hayvanları hayatta tutan bir dayanışma ağı var.

Görece ilginç olan şu: Hayvanlar karşısında takınılan tutum, Türkiye’deki bilindik kutuplaşma hatlarını tekrar etmiyor, başka kesimler yan yana gelebiliyor.

Hayırsızada

Bu dayanışma ağları “hayvan hakları” tabiri ortaya çıkmadan önce de varmış galiba, eskiye dayanıyor diye biliyorum…

Ozan Zeybek: Evet. Osmanlı şehirlerinde mahalle denen yer, insanlarla hayvanların bir arada yaşadığı kolektif bir alanmış. Mesela köpekler belediyecilik hizmetlerinin tam olarak gelişmediği, plastiğin olmadığı bir ortamda çöpleri öğütür; bekçilik yaparmış. Malûm, köpekler bekçiliğe yatkınlar.

Bir mahalleye dışarıdan birinin gelmesi istenmiyorsa, sorun yok. Ama ne zaman ki mahalleler arasındaki hareketlilik artmış, ticaret ve gece hayatı ortaya çıkmış; işte o zaman köpeklerin toplanması gerektiği konuşulur olmuş. Önce II. Mahmut denemiş, itirazlar karşısında geri adım atmış. Ardından İttihat ve Terakki döneminde (1910) yaklaşık 80 bin köpek toplanıp Hayırsızada’da, suyun bile olmadığı bir yerde ölüme terk edilmiş. Bu çok kritik bir olay. Hayvanlara yapılan bu uygulamayla, insanlara yapılan uygulamalar arasında paralellik var.

Nasıl bir paralellik?

Ozan Zeybek: Bu olaydan sadece birkaç yıl sonra, bu defa Ermeniler toplanıyor, uzak bir yere gönderiliyor. “İstenmeyen” nüfus bu şekilde imha ediliyor. Karar veren kadrolar aynı. Çeşitli şiddet araçları, doğum kontrol yöntemleri, ıslah ve kapatma usûlleri hayvanlar üzerinde deneniyorsa, bilin ki bir noktada insanlara da uygulanabilir.

Peki o zaman bugüne dönelim. Son birkaç günkü vakaları size sayıyorum. Zonguldak’ta sahile boynuna ip geçirilmiş köpek ölüsü sahile vurdu. Adana’da yavru kedi cesedinin başı yoktu. Eyüp ve Ereğli’de tecavüz edilen kediler öldü. Sakarya’da yavru köpekler zehirlendi. Çanakkale’de başından vurulan ineklerin iç organları ve karnından yavruları çıkarıldı. Moda’da mahallenin köpeği Gece’ye tecavüz eden adam serbest bırakıldı. Daha da sayabilirim… Nedir bütün bunlar? Ne demektir? Bu artan şiddetin temelinde ne var?

Ozan Zeybek: Artan şiddet meselesine dair iki itirazım var. Ancak önce şunu söylemek lâzım: Bunlar hepimizde endişe uyandırması gereken emareler. Amerika’da seri katillerin önemli bölümü kariyerlerine hayvanlara işkence edip öldürerek başlamış.

Yani hayvana uygulanan şiddetin, insana yönelmesi mümkün. Her vakada değil, ama ihtimal, belirgin şekilde daha yüksek. O yüzden bazı ülkelerde özellikle çocuklar ve gençler bu tarz şiddet eylemlerinden sonra takibe alınıyor. Okul baskınlarının yapıldığı, bina tepesine çıkan bir keskin nişancının gelen geçenleri “avladığı” ülkelerde suçluyu suçtan önce tespit etmek üzere, bu tarz ön uyarı sistemleri kullanılmaya başlandı.

Hayvana zulûm, takibe alınan beş işaretten biri. Ancak şunu da söyleyeyim: Devletlerin insanları bu şekilde kayıt altına almasına dair çekincelerim de var. Sapanla kuş avlamak, karınca ezmek, sineği kavanoza kapatmak gibi daha yaygın zulmetme yöntemleri çocuklarda görülebiliyor. Bunların, bilgilerin sızabileceği bir arşivde durması sakıncalı. Ayrıca böyle bir kayıt, davranışın toplumsal kökenlerini çözmekten ziyade, kişileri kriminalize etmeye yarar. Yine de bu bahsettiğimiz olaylar endişe verici.

‘Tavukların hayatı korkunç mesela’

Peki “artan şiddet” dediğimde itiraz etmiştiniz…

Ozan Zeybek: Doğru. İki temel itirazım var. İlki teknik bir itiraz: Elimizde güvenilir sayılar yok. Yıllara göre artış olduğunu söylemek için böyle sayılara ihtiyaç var. Medya etkisi diyeceğim, bir-iki olay arka arkaya dizilince bir ânda böyle bir artış hissi oluşuyor ister istemez. İnsanların dikkatini çekmek için bu olayların bu şekilde kullanılması gerekiyor belki.

Ama benim hissim daha ziyade şu: Sürekli dikkatimizi çekmek üzere yarışan ve infial yaratmaya yönelik bir üslûpla sunulan olaylar, hafızamızı aslında zayıflatıyor, siyasetin alanını daraltıyor. Tepki vermemiz bekleniyor; ama takip etmek güçleşiyor. Her şeye tepki vermeye çalışmanın aşındıran bir tarafı var. Bir de düşünmeye, akıl yürütmeye ket vurabiliyor. Hemen büyük sonuçlara atlamak için, bu olaylar sıçrama tahtası olarak kullanılıyor.

Yani vaka, demek istenene katık ediliyor: “Toplum bozuldu, insanlar manyak, güvenlik şart vs.” gibi.

Peki bu olaylar karşısında ne dendiğinde siyasetin alanı genişler?

Ozan Zeybek: İkinci itirazım da zaten bununla alâkalı. Türkiye’de ve her yerde milyarlarca hayvana her gün sistematik olarak şiddet uygulanıyor.

Mesela biri, “Köpeklerin boğazını kesmek için birkaç ay besliyorum” dese ruh hastası olduğunu ve hapse girmesi gerektiğini düşünürüz. Yahut “Kedimi hareket edemeyeceği daracık bir yere hapsettim, bütün ömrü orada geçti” dese yine ruh hastası deriz. Oysa etinden sütünden faydalanılan hayvanlara yapılan tam olarak bu!

Tavukların hayatı korkunç mesela. Tavuk deyince aklıma geldi, kedileri çok seviyorsunuz diyelim; ama kedi mamalarının içinde ne olduğunu biliyor musunuz?

‘Yumurta veremeyecek erkek civcivler öldürülüyor’

Sormaya korkuyorum…

Ozan Zeybek: Yumurta veremeyecek erkek civcivler öldürülüyor, eziliyor, un haline getiriliyor. O un, nihayetinde kedi veya köpek maması oluyor. Hayvan haklarından bahsedip, çok sevdiğimiz köpeklere bu yemeği veriyoruz. Merhametimizde seçici, sonuçları konusunda da pek öngörülü değiliz.

Başka bir örnek: Sokak köpekleri yaşasın istiyoruz; ama sadece köpeklerin-kedilerin beslenmesi ve bu şekilde İstanbul’un çeperlerinde birikmeleri oradaki başka canlılara, misal leyleklere zarar veriyor aslında. “O yüzden belediye gelsin, köpekleri hapse kapatsın” demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama ekolojik ağlar göründüğünden daha karışık, daha kapsamlı düşünmek gerekiyor.

Köpek sevince hayvansever olunmuyor. Özetle diyeceğim şu: Bu son zamanlarda gazetelere yansıyan canice hikâyeler, endüstriyel hayvancılıktaki sistematik şiddeti bize unutturmamalı. Endüstriyel hayvancılık üzerine çalışan bir sosyolog olarak size korkunç zulüm hikâyeleri anlatabilirim. 20 yıl ömrü olan hayvanları en kötü koşullarda birkaç ay yaşatıp sonra öldüren bir toplumda yaşıyoruz.

Cinselliklerine, hareketlerine, toplumsal ilişkilerine müdahale ediyoruz. Kelime illâ manyaklıksa, bunun da manyakça bir tarafı var. Bütün bunların sonunda hiddetimiz, sadece köpeğe tecavüz eden adama yönelmemeli. O kötü. Ama eğer mesele burayla sınırlı kalırsa, aramızdaki “kötüleri” ayıklayıp kendimizi iyi insanlarmış gibi hissetmekten başka bir kazanımımız olmaz. Bu da bence siyasetin alanını daraltan bir hamle.

Özetle iki itirazım var demiştim: Hemen büyük sonuçlara ulaşmayalım, iğneyi kendimize batıralım.

‘Merhametimizde seçiciyiz’

Sosyal medyada dönen bir yazınızda (İnsan Yavrularının Ahlakî Eğitimi) çocuk kitaplarını incelemiştiniz. Ne gördünüz; orada hayvanlara nasıl muamele ediliyor, nasıl bahsediliyorlar?

Ozan Zeybek: Şiddet, toplumun kılcal damarlarına kadar girmiş durumda. Çocukluktan başlayarak, masallarda, çizgi filmlerde bu şiddete maruz kalıyoruz.

Kitaplarda, aynı filmlerde olduğu gibi, belli karakterlere üzülmeyi, bir kısmını görmezden gelmeyi öğreniyoruz. “Rambo” filmlerinde yahut “Yüzüklerin Efendisi” filminde yüzlerce varlık zerre üzüntü duymayacağımız şekilde öldürülürken, genelde Beyaz, temiz yüzlü kahramanlara müzik eşlik ediyor, dram etkisi veriliyor.

Merhametimizde seçiciyiz demiştim. Kökenleri zannediyorum buralarda.

‘Veganlar tarım yaparken hayvanların öldüğünü görmezden geliyor’

Şiddetsiz bir toplum mümkün mü peki?

Ozan Zeybek: Çok girift bir mesele; ama kısaca söylemek gerekirse hayır, canlıları öldürmeden yaşamak (henüz) mümkün değil. Buradaki itirazlarımı da sistematik bir şekilde anlatayım izin verirseniz.

Philip Wollen

Geçen hafta Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda hayvan hakları oturumuna davetliydim. Bu konuda çalışan dünyaca ünlü vegan aktivist Philip Wollen konuşmacılardan biriydi. Söylediklerinin çok büyük bölümü de doğru idi. Kafesler, işkence, sağlık, iklim değişikliği, sömürü… Böyle bir et tüketme alışkanlığı, dünyanın hemen her meselesine değen önemli bir sorun.

Ancak bir noktada, her gün aynaya bakıp mutlu olduğunu, vicdanının temiz olduğunu, kendisi yüzünden hiç hayvan ölmediğini söyledi. Bu her anlamda çok sorunlu bir ifade. Bir kere tarım yaparken hayvanların öldüğünü görmezden geliyor: Böcek ilaçları yüzünden kuşlar, fareler, tavşanlar, köstebekler ölüyor. Açılan her tarım arazisi ile (açılan arazi az da olsa) bazı canlılar yaşam alanını kaybediyor.

Kendisi bahsettiğim konuşmaya Avustralya’dan uçakla gelmiş. Plastiklerle çevrili bir dünyada yaşıyor… Yaşıyoruz. Kuşların karnından çöpler çıkıyor, yağ dokularımızda mikro-plastikler birikiyor. Böyle bir temiz vicdan yok. Bir konuda ahlakî üstünlük taslamadan evvel, yine iğneyi kendimize batırmamız gerekir. Betonla kapladığımız toprağın altında bir zamanlar bambaşka bir yaşam vardı.

Daha önemlisi, şiddetsizlik diye anılan sadece belli hayvanlara yönelen, yine son derece sınırlı bir merhamet. Böcekler dahil değil mesela. Onların kanı akmıyor; insana benzetebileceğimiz sesler çıkarmadan, aynı bedensel tepkileri göstermeden ölüyorlar. Solucanlar kıvranırken acı çekmediklerini nereden biliyoruz? Yine kendi insan merkezli kriterlerimizle… Bitkiler de mazhar olamıyor bu şefkate. Oysa onlar da canlı. Son derece toplumsal canlılar hem de… İletişim kurabiliyor, hastalanabiliyor, diğer bitkilerle dayanışabiliyor.

Özetle dediğim şu: Olabildiğince az hayvan ürünü içeren bir diyete geçmek iyi olur. Ancak ölümle çeşitli usûllerle barışmak, insana bu kadar anlam/misyon yüklememek ve siyasî bir iddiada bulunurken mütevazı olmak, yani kendi yerini bilmek önemli meziyetler.

‘Mesele, yaşam alanlarını korumak!’

Nasıl konuşabiliriz peki bu konuda? İnsan hakları veya hayvan hakları yeterli değil mi?

Ozan Zeybek: Bu hakların ilişkileri soyutlayan, varlıkları teker teker ele alan bir tarafı var. Bence yaşam alanlarından bahsetmemiz lazım.

Eğer belli bir yerdeki insanların ağaçlarını kesersen, derelerini kurutursan, hayvanlarını yok edersen insanların haklarını da koruyamazsın! İnsanın çevresiyle, diğer varlıklarla, taşla ve toprakla organik bağları var.

Mesele, yaşam alanlarını korumak! Üstelik asimetrik güçleri olan varlıkların nasıl bir arada yaşayacağından bahsediyoruz, işimiz daha zor.

Bu son dediğinizi açmanız lâzım…

Ozan Zeybek: İnsanların eşitliğini, her ne kadar pratikte henüz gerçekleşmemiş olsa da, hayal etmek mümkün. Deri rengi, cinsiyet vs. ayırıcı unsurlar değildir diyebiliriz, diyoruz zaten. Ama bir koyunla bir insanın yahut bir mantarın eşitliğinden bahsetmek zor. Başka kavramlar bulmak lâzım.

İnsandan öte ilişkilerin mahiyeti hakkında nasıl düşünebiliriz? Tahakküm kurmak dışında başka hangi modeller var? Sanıyorum bu konuda şu an çok kısır bir yerdeyiz. Dolayısıyla asimetriye rağmen adalet ve bir arada yaşam nasıl olur, henüz pek bilmiyoruz… Ben de bilmiyorum; ama ölümü reddeden hijyenik bir tavırla olmayacak. “Et yemezsem doymuyorum” şeklindeki umursamazlıkla hiç olmayacak.

Ekoloji siyaseti çok önemli

Hayatını hayvan odaklı yaşayan insanlar yadırganıyor. “Aç insanlar, çocuklar varken hayvanlara mı yardım ediyorsun” diyenler oluyor. Nasıl yorumluyorsunuz?

Ozan Zeybek: İşte tam da yaşam alanı derken bunu kastediyorum. “Ya o, ya bu” olmak zorunda değil. Ağacı korumak, insanların fakirleşmesine de engel olabilir; o yüzden ekoloji siyaseti çok önemli. Bizi birleştirebilecek siyasî bir zemin sunuyor.

Sapanca’da kuyuya atılan yavru köpek olayında da böyle bir toplumsal birleşme oldu mesela. Türkiye’de hayvan konuları ideolojileri aşarak siyaset üstü bir noktaya çıkabiliyor.

Ozan Zeybek:  Evet, kutuplaşmaları aşabiliyor gerçekten. Sadece hayvan değil. İklim değişikliği, ekmek, su, hava kirliliği… O parti yahut bu partinin adını anınca bilindik kamplaşmaların içine düşüyoruz.

Ama mesela ekmeğin içindeki kimyasallardan bahsettiğimizde ortak bir noktadan hareket etme imkânı doğuyor. Başka bir sürü mevzuya değmek de mümkün. Bu hatlardan konuşsak çok daha birleştirici bir siyaset çıkar ortaya.

‘Öncelikle ağlarımızı, topluluklarımızı sorgulayalım’

Biz bireysel olarak ne yapabiliriz?

Ozan Zeybek: Zor bir soru. Tüm bu bahsettiğimiz meseleleri sanıyorum birey birey çözmek mümkün değil. Çok uzun bir süredir hepimize tercihleri olan bireyler olarak hitap ediliyor. Vurgu, birey ve tercih kelimelerinde. İkisi de arızalı bana göre.

Bir kere tercihlerimiz zannettiğimiz kadar etkili değil. Önemli mevzularda tercih sunulmuyor zaten. Petrolsüz bir hayatı tercih edemiyorsunuz mesela, kuşatılmış durumdayız. Görece önemsiz konularda ise bin bir tercihin altında eziliyoruz. Sürekli onu değil de bunu seçmemiz bekleniyor. O marka mı bu marka mı? Yediklerimiz için de öyle. Ne yediğimizi iyi seçersek bütün bu sorunlar (iklim değişikliği, sömürü, hayvan mezalimi, aşırı kilo…) kaybolacak diye umuyoruz belki. Öyle olmayacak.

Yaptığım diğer vurgu ise birey kelimesine idi. Birey değil, insan toplumu da değil, yaşam alanı gibi daha kapsamlı tabirlerle düşünmeye alışmamız lâzım. Şunu da belirteyim: İnsanın yaratıcılığına, etki gücüne inanıyorum. Ancak bugün “bireysel çözümler” olarak bize sunulan ve duyarlılık pazarlayan ürünlerle bu iş değişmeyecek gibi duruyor. Olağan işleyişi kıracak, bu böyle devam edemez dedirtecek yeni hamlelere ihtiyaç var. Bu esnada maksat bireyleri değil, yaşam alanlarını korumak ve güçlendirmek olmalı.

Çok kapsamlı bir konu, aslında demek istediğim çok şey var, ama sadece şunu diyeyim: “Bireysel” olarak bir şey yapmayın. Önce hangi ağların parçasıyız ve burada kimlerle ortaklık kurabiliriz, ona bakın. Ardından şehirlerimizi nasıl yeniden tasarlarız, tarım politikalarını nasıl değiştirebiliriz, endüstriyel hayvancılıkta ağır bedeller ödeyen insan ve hayvanlara nasıl adil davranabiliriz gibi sorularla uğraşmak mümkün.

Bunlar hep kolektif sorular, yaşam alanı soruları…

Çok teşekkürler.

Ozan Zeybek: Ben teşekkür ederim.

 

(Hürriyet, Ozanoyunbozan.blogspot.com)

 

You may also like

Comments

Comments are closed.