Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Geçti Bor’un pazarı… – Şahin Tekgündüz

0

Babam bu kez ilçeden ile Niğde’ye atanıyor. Niğde’de Şekûre halam var. Annemle Hayriye teyzem ev tutmak için onlara gidecek. Babam “Süslü Apti’nin kaptıkaçtısıyla gidersiniz” diyor. Kaptıkaçtının ne olduğunu bilmediğim için “Süslü Apti annemle teyzemi kapıp kaçırırsa…” deyince babam gülüyor. “Korkma oğlum, kaptıkaçtı, Apti’nin otomobilinin adı, hızlı gittiği için o adı takmışlar” diyor. Kaptıkaçtı adı çok hoşuma gidiyor. Annemin nakış kasnağını direksiyon gibi tutarak “kaptı-kaçtı, kaptı-kaçtı” diye dolaşıyorum ortalıkta. “Ben de gidicem, ben de gidicem” diye mızırdanınca babam, sen erkek sayılırsın artık diyerek annemlerle benim de gitmeme izin veriyor.

Süslü Apti bizi hükümet konağının bitişiğindeki parkın yanında yerlere eğilerek karşılıyor. Kısa boylu gülünç bir adam. Lacivert elbisesi ve lacivert kasketi var. Kaptıkaçtı denilen otomobilin önünde ‘Ford’ markası var. Bizi arka koltuğa oturtuyor. Mutluluktan içim içime sığmıyor. Kaptıkaçtının içi çok güzel. Tavanındaki yuvarlak cama parmağımla dokununca Apti öfkeyle içeri dalıyor, cebinden çıkardığı bezle o camı hızla siliyor. Sonra da “Yok küçük bey, sen rahat durmuyorsun, gel bakalım” deyip kolumdan tutarak dışarı çıkarıyor, arkadaki bavul konulan yere oturtuyor. Dünyam yıkılıyor, ağlamaya başlıyorum. Annemle teyzem de dışarı çıkıp Süslü Apti’yle kavga ediyor. Adam beni yeniden içeri oturtup “Hiçbir şeye dokunmak yok anladın mı, uslu uslu oturacaksın sonra seni gene oraya oturturum, Bor’a kadar orada gidersin” diyor. Teyzem çok kızıyor, “Halt etmişin sen, o burada oturacak!..” diye bağırıyor. Apti hiç sesini çıkaramıyor, başkaları da binince sürüyor kaptıkaçtıyı. Yol boyunca hep, kapının yanındaki lastik yuvarlağı sıkıyor, kurbağa vıraklaması gibi sesler çıkarıyor. Anneme soruyorum, korna olduğunu söylüyor.

Niğde’de hükümet konağının yanındaki parkta bizi Şekûre halam bekliyor. Annemlerle sarılıp öpüşüyorlar, benim de yanağımı okşuyor, “Maşallah delikanlı olmuş” diyor. Sonra onlara gidiyoruz. Rıfat enişte bir aydır evde yokmuş. Beni küçük Nejat’la sokağa gönderiyorlar. Eve geldiğimizde halamın gözleri ağlamaktan kıpkırmızı.

Halam, Tepeviran mahallesinde küçücük bir ev buluyor bize. Dışarıdan taş merdivenlerle çıkılıyor. Ufacık iki odası var. Annem ağlıyor. “Bu eve nasıl sığacağız, nasıl yaşayacağız bu kibrit kutusunda” diyor. O gece halamlarda yatıyoruz. Ertesi gün ben kaptıkaçtıya binmem diye direttiğim için kamyonla dönüyoruz Bor’a. Bir hafta sonra da Niğde’ye taşınıyoruz.

Tepeviran’da oturduğumuz ev şehire ve okuluma uzak. Evin alt katının arkasındaki uzantıda ihtiyar, zayıf, kısa boylu, kambur bir kadın yaşıyor tek başına. Mahalleden arkadaşlarla sokakta oynadığımız zaman evinden çıkıp bizi kovalamaya, taş atmaya çalışıyor ama yapamıyor. Annem, beni şikâyet edip “Mandal kafalı oğlunuzu alın da defolup gidin buradan” dediğini anlatıyor babama ağlayarak. Ben de bana neden mandal kafalı dediğini bir türlü anlayamıyorum.

Şehre giden yolun her yerinde sığınak dedikleri, insan pisliği dolu kıvrım kıvrım çukurlar var. Her gün oralardan geçerek Sakarya ilkokuluna gidiyorum. Öğretmenim Kevser Hanım beni çok seviyor. Baş öğretmenimiz Tahsin Günöz de beni odasına çağırıp, arkasında ‘T.C. Dosya Gömleği’ yazılı sarı ve pembe kartonlara sulu boyayla resim yaptırıyor. Beğendiklerini de okulun müze salonunun duvarlarına astırıyor. (On yıl sonra bitişikteki Niğde Lisesi’nde yatılı okurken Sakarya ilkokulunda yangın çıkıyor, yangının kalıntıları arasında, kenarında 313 Şahin Tekgündüz yazan o resimlerimle karşılaşıp, mutluluktan uçuyorum. Arkadaşlarıma gösterip övünüyorum. Pembe bir karton üzerine yapılmış, köşesi yanmış ‘kazları güden kız’ resmimi almak isterken jandarma azarlıyor beni, ağlayacak gibi oluyorum.)

Uzak olduğu için annem çarşıdaki bakkala da beni gönderiyor. Bir gün bakkal yolunda kolumda sepetle ana caddeye çıkarken bisiklet çarpıyor, yere yuvarlanıyorum. Her tarafım toprak ve kan oluyor. Bir amca beni yerden kaldırıyor. Mendiliyle kanlarımı silerken adımı, kimin oğlu olduğumu soruyor ve eve götürmek istiyor. Kabul etmeyip ağlaya ağlaya bakkala gidiyorum. Bakkal da kirli bir bezle kanlarımı siliyor. Eve geldiğimde annem ağlıyor, her yerimi temizliyor, babama ilk fırsatta şehrin içinde ev arayacağını söylüyor. Babam ertesi gün doktor Mehmet Ali Derman’a götürüyor beni. Tetanos iğnesi yapılıyor. Ağlamamak için dişlerimi sıkıyorum. Bir hafta sonra okula gittiğimde Kevser Öğretmen beni sınıfın önüne çıkarıp, “Bakın çocuklar, dikkatsiz bir arkadaşınızın başına gelenleri görüyorsunuz. Yolda yürürken 313 Şahin gibi dikkatsiz olmayın” diyor. Ağlamamaya çalışıyorum. Kevser öğretmeni hiç sevmiyorum.

Birkaç hafta sonra ‘Sır Ali’ mahallesinde yeni bir eve taşınıyoruz. Yine iki katlı, taştan bir ev. Daha büyük. Demir parmaklıklı bir balkonu bile var. Kapımızın karşısında kocaman bir çeşme. Onun adı da Sır Ali çeşmesi. Komşularımız var artık. Bize “hoş geldiniz” demeye geliyorlar. Çeşmenin arkasındaki evde hat tamircisi Ahmet Çavuş, karısı Şâziye Hanım, oğulları Halil oturuyor. Şâziye Hanım bizi yemeğe davet ediyor. Anneme “Bacım tavuklu bamya yaptım, bizim adam pek sever” diyor. Evimizin bitişiğinde Şerâfettin Bey’le Hüsniye Hanım var. Genç, iri yapılı, güzelce bir kadın. Şerâfettin Bey sık iş seyahatine gidiyor ve dönüşte portakal ve muz getirip bize de veriyor. Muzu ilk kez görüyorum ve çok seviyorum. Bir süre sonra Hüsniye Hanım doğuruyor ve bir oğlu oluyor. Adını Yunus koyuyorlar. Annem ona mor renkli yünden iki patikle bir başlık örüyor. Annemler ve komşu kadınlar Yunus’a Morbaşlı deyip gülüşüyorlar. Niçin gülüştüklerini yıllar sonra anlayabiliyorum. Bir de çeşmenin karşısındaki evde sınıf arkadaşım Ercan Yücel var, onu çok seviyorum. Oynamak istediğimde onu ıslıkla çağırıyorum. Şişman bir annesi var, bir gün balkona çıkıp “kafamı şişirdin” diye azarlıyor beni, ben de artık hiç ıslık çalmıyorum.

Babam, Niğde’ye sinema geldiğini ve yakında açılacağını söylüyor. Ona hep sinemanın ne olduğu soruyorum. Radyoda dinlediklerimizin kocaman beyaz bir perdede canlı olarak gösterileceğini anlatıyor. Arkadaşlarımla hep sinemayı konuşuyoruz. Onlar babamın anlattıklarına inanmıyorlar. Evimizde önceki kiracılardan kalma ‘Signal’ ve ‘Life’ adında yabancı dergiler var. Şânur’la onların resimlerine bakıp bazılarını kesiyoruz. Hitler’in resimleri de var, korktuğumuz için onları kesmiyoruz. Evimizin alt katındaki boş odanın girişe açılan kocaman penceresine annemden zorla aldığımız beyaz çarşafı babamla birlikte gerip sinema perdesi yapıyoruz. Babam kestiğimiz resimleri raptiyeyle ortalarından küçük çubukların ucuna takıyor. Ben de yapmak istiyorum raptiye parmağıma batıyor, mintanım kan oluyor. Annem babama “Çocukla çocuk oluyorsun, baksana şu gömleğinin hâline” diyor. Babam elektrik olmadığında yaktığımız 5 numara gaz lambasını perdenin arkasına koyuyor. Arkadaşlarımı toplayıp, resimleri beyaz perdenin arkasında oynatıyorum. Sinemanın da benimkinin büyüğü olduğunu anlatıyorum, arkadaşlarım şaşırıyor. Annem, mahallenin çocuğunu eve topluyorum diye kızıyor.

Bir gün annemden habersiz Seyfeddin adındaki arkadaşımla sinemanın açılacağı yere gidiyoruz. Geniş bir alanın etrafı tahta perdelerle çevrilmiş, içerisine de çakıl taşları yayılmış. Kocaman beyaz perdeye hayranlıkla bakıyoruz ve insanların orada nasıl oynayacaklarını hayal etmeye çalışıyoruz. Bir hafta kadar sonra babam sinemanın açıldığını söylüyor ve bir akşam bizi götürüyor. Çakıl taşlarının üzerinde sıralanmış tahta sandalyelere oturuyoruz. Tepemizde bir çok renkli ampul sallanıyor. Biraz sonra ‘Yayla Kartalı’ diye bir film başlıyor. Reşit adında yakışıklı bir adam bindiği beyaz atı koşturarak geliyor. Herkes atın üzerimize geleceğini sanıp korkudan eğiliyor. Sonra Nermin adında güzel bir kadınla el ele tutuşarak ağaçlıklı yolda yürüyorlar. Reşit şarkı söylüyor. Sesi havada dalgalanarak geliyor. Film biterken seyreden kadınlardan bazıları ağlıyor. Babam kulağıma eğilip “Sevdin mi?” diyor, “Hıı, ben de sinemacı olacağım” diyorum, saçlarımı okşuyor. Şânur annemin kucağında uyuyor.

Evimizin karşısında büyük avlulu bir ev var. Avluda tavuklar hindiler dolaşıyor. Evde oturan beyaz, uzun sakallı bir amca ile yemenili bir teyzenin oğulları Seyfeddin’le arkadaş oluyorum. Babasının şıh olduğu için sakallarını uzattığını söylüyor. Akşam babama “şıh” ne demek diye soruyorum, anlayamadığım şeyler söylüyor, “Sen anlayamazsın o sakallı adam, Abdülkâdir Geylâni tarikatının şeyhlerinden” diyor. Annem de teyzelerim de sakallı amcanın nur yüzlü olduğunu söylüyorlar. Ertesi gün babamın anlattıklarını Seyfettin’e soruyorum. O da gülerek aynı şeyleri söylüyor. “Benim adım ne biliyor musun, Abdülkâdir Geylâni Mehmet Seyfeddin Seyrâni, soyadım da Ercan” diyor. Benden büyük, dördüncü sınıfa gidiyor. Adını ezberliyorum ve evde tekrarlıyorum, annem de teyzelerim de gülüyorlar.

Seyfeddin’le gezerken üzerinde “Bayındırlık Atölyesi” yazan büyük bir dükkânın önünden geçiyoruz. Merak edip içeri giriyoruz, tulumlu bir amca bize yollar ve binalar yaptıklarını anlatıyor, tekerlekleri de olan kocaman makinalar gösteriyor. Mahalleye döndüğümüzde Seyfeddin beni evlerine çağırıyor. Avludaki depo gibi bir yeri gösteriyor. Orada, çekiçler, kerpetenler, testereler, tornavidalar, örsler, teneke kutular, teller, zincirler, demir borular var. Babasının eskiden demir atölyesi olduğunu, kendisinin de ona yardım ettiğini anlatıyor. O gün karar veriyoruz ve o depoyu bayındırlık atölyesi yapıyoruz. Seyfeddin büyük bir tahta buluyor. Üzerine depoda bulduğumuz boyayla ‘BAYINDIRLIK ATÖLYESİ’ yazıp kapının üzerine asıyoruz. Yaz tatilinde olduğumuz için zamanımız hep o atölyede geçiyor. Evde bayındırlık atölyesinin ustası gibi her şeye karışıyorum. Tel dolabın kapak mandalını tamir edince annem seviniyor. (Yıllar sonra bir yaz tatilini İznik’e bağlı Darka’da geçirirken kaymakamın adının Seyfeddin Ercan olduğunu öğreniyorum. Heyecanla kaymakamlığa gidiyorum. Buluşup kucaklaşıyoruz. İşini gücünü unutup bütün gününü benimle geçiriyor. Ertesi gün Darka’da kaldığımız eve bir sepet meyve ve bir şişe şarap geliyor. O gece Seyfeddin’le buluşup, reklam sektörünün dostu Jorj’un işlettiği havuz kenarındaki restoranda keyifle ve eskileri yaşayarak rakı içiyoruz. Onu arkadaşlarımla tanıştırıyorum.

Babam Nora marka kocaman bir radyo alıyor. Radyoyu bayındırlık atölyesinde Seyfeddin’le yaptığımız demir rafın üzerine yerleştiriyoruz. Babam “Aferin, siz usta olmuşsunuz” diyor. Radyonun Üzerinde yusyuvarlak bir göz var. Radyo açılınca o göz aydınlanıyor ve yavaş yavaş yeşilleşiyor. Babam radyoyu o göze bakarak ayarlıyor. Bor’daki gibi haberleri dinliyoruz. Babam, “İsmet Paşa bizi harpten kurtardı” diyor.

Seyfeddinlerin eviyle bizim ev arasına ip gerip teneke konserve kutularıyla telefon kuruyoruz. Samiye teyzem bizimle alay ediyor; anneannem “Torunum boyuna icat çıkarıyor Kirtin Ahmet gibi” diyor. Kirtin Ahmet anneannem Gümüşhacıköy’de çocukken her şeyi tamir eden Ermeni bir ustaymış. Herkesin yardımına koşar, evlerini, eşyalarını tamir edermiş. Anneannem ağlamaya başlıyor. Jandarmaların Kirtin Ahmet’le birlikte birçok Ermeni’yi gece yarısı ellerini bağlayarak götürdüklerini anlatıyor. “Bir daha onları hiç göremedik. Sonra sokakta oynadığımız arkadaşlarımızı da götürdüler” diyor. O günden sonra adım Kirtin Ahmet oluyor. Anneannem beni Kirtin Ahmet diye seviyor.

Okul bizi Kayaardı bağlarına götürüyor. Elmalar daha olmamış. Dut ve kiraz yiyoruz. Söğüt dallarından düdük yapmayı öğreniyoruz. En iyi öten düdüğü ben yapıyorum ve düdük yarışmasının birincisi oluyorum. Akşam eve döndüğümde ellerimin ve önlüğümün mosmor dut lekesini gören annem beni soyup leğende yıkıyor… Okullar tatil olunca da babam Bor’dan Gülşehir’e atanıyor. Bütün komşular Sır Ali mahallesinden bizi yolcu ediyor. Annem, teyzelerim komşu kadınlarla kucaklaşıp ağlaşıyorlar…

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.