Hafta SonuKültür-SanatManşet

Güneş Yerinde: Anna Tsing’in,’Dünyanın Sonundaki Mantar’ı Matsutake’den ilham alan sergi

0
Sevil Tunaboylu ve Eda Gecikmez

Farklı mecralarda üretimde bulunan sanatçıların bir araya geldiği “Güneş Yerinde” sergisi, Anna Tsing’in “Dünyanın Sonundaki Mantar” isimli kitabından esinlenerek günümüz dünyasındaki yaşam olanaklarını inceliyor.

Bahsi geçen mantar Matsutake, atom bombası sonrasında hayatına devam ettiği bilinen tek canlı türü. Tsing de bu hayranlık uyandıran dirençten ilham alarak Üçüncü Doğa kavramını tanımlarken şöyle der: “Tek bir yön yok, çoklu gelecekler var; ucu açık asamblajlar içinde kesişen, insan ve insan olmayan varlıkların geçici ritimleri eşliğinde kolektif bir oluş.

Sevil Tunaboylu ve Eda Gecikmez

Etrafını, var olan ilişkileri yeniden tanımlayan ve geleceğe dair yeni önermelerde bulunan “Güneş Yerinde” sergisindeki sanatçı ve çalışmaları bir araya getiren Sevil Tunaboylu ve Eda Gecikmez ile üretim süreci üzerine konuştuk.

Sergide yer alan Ferah Doğan, Eda Gecikmez, Erkin Gören, Selen Hayal, Ata Kam, Ekin Kano, Nadine El Khoury, Uluç Ali Kılıç, Oddviz, Mert Öztekin, Elçin Poyraz, Sevil Tunaboylu’nun çalışmaları 30 Haziran 2018 tarihine kadar .artSümer’de görülebilir.

***

Yasemin Ülgen: Yıkıntının altından yeşerecek yeni bir hayat tahayyülü ya da bu yıkıma dayanabilecek bir özden bahsediyorsunuz gibi geliyor Matsutake mantarının ekolojisini kavramsal çerçevenizin merkezi haline getirirken. Son zamanlarda bu konulara neden bu kadar odaklandığımızı düşünmeyi öneriyorum. Siz olduğunuz yerden bahsi geçen Üçüncü Doğa kavramını nasıl anlatırsınız?

Eda Gecikmez: Evet son zamanlarda, sanırım iklim değişikliğinin somut belirtileriyle ve bunu görmezden gelerek kendini despotça var etmeye çalışan politik sistemlerle baş başa kaldıkça belki de aciliyetler kendini daha çok belirginleştiriyor. Ben de bu konular üzerinde çok yeni düşünmeye başladığımı belirtmek isterim.

Çevremle olan politik ilk farkındalığımı feminizm yaratmıştı. Kadın olma halinin baskısı, sömürüsü ve bunun karşısına dikilen eleştiri ve bir direniş. Buna daha sonra içinde yaşadığım mekânın politik farkındalığı eklendi ve feminizmin getirdiği eleştirel bakış açısını sürdürerek kent hakkında araştırmaya başladım. Buna Gezi Direnişi ile daha da taçlanarak ekolojik farkındalık eklendi. Bunlardan birini diğerine indirgemeden bir düşünce tarzı oluşturmaya çalışıyorum. Sanırım her birinin ortak noktası tüm canlılar ve nesneler için yaşanabilir bir hayat.

Bu bahsettiğim kimlik ve mekân sorunlarının kaynağı tam olarak kapitalist sitemin kendisi. Üçüncü doğa kavramı da bu sistemin yarattığı yıkıntıyı yeniden tarif edip onun üzerinde kuracağımız hayat olasılıklarını tartışıyor. Bunu Matsutake mantarının hem ekolojik hem de ekonomik özelliklerinden ilhamla yapıyor ve beklentilerin azaldığı şimdiki zamanda, türlerin her hangi bir uyum olmadan ve de birbirlerini fethetmeden yaşayabileceği tahrip olmuş ekolojileri araştırıyor.

Yasemin Ülgen: Acaba bir yandan da varlık anlamında bir tür yoksunluk mu çekiyoruz? Bu yoksunluk bizi “öz” diye bahsettiğimiz şeye mi döndürüyor? Neyi korumanın kavgasındayız? Söylemek istediğim şey Matsutake gibi sadece bedensel bir var olma çabası değil. Bugün tüm eylem ve söylemlerimizin geçiciliği veya işlevselsizliği bizi yoksunlaştırıyor mu?

Eda Gecikmez: Varlık anlamında bir kriz yaşadığımız aşikar, insanlık varlığının anlamını yeryüzünü şekillendirmek üzerine kurdu ve onu tüketemediği an gelince terk etti. Son odun kesildiğinde, petrol bittiğinde, toprak ürün vermediğinde ya da bir atom bombası ile tahrip edildiğinde…

İnsanlığın gelişim tarihi hem insanları hem de insan olmayan varlıkları yatırım kaynaklarına dönüştürmesi ve tüketmesi üzerine kurulu. Dünya gittikçe bu harabelerle sarmalanmış hale geliyor ve bununla yüzleşenlerin sayısı giderek artıyor. Bunun öze dönmekle veya özü korumakla hiç bir alakası yok çünkü öyle bir öz yok aslında. Posthumanizm denilen mefhum tam olarak bundan bahsediyor, multi-türler ve multi-kültürler. Yıkıma dayanmak değil, insan olmayan/non-human canlı ve nesnelerle kolektif bir şekilde bu yıkımın içinden bir hayat kurma olasılığı. Benim anladığım bu yönde.

YaseminÜlgen: Anna Tsing’in hayatta kalma olarak açıkladığı: “Tek bir yön yok, çoklu gelecekler var; ucu açık asamblajlar içinde kesişen, insan ve insan olmayan varlıkların geçici ritimleri eşliğinde kolektif bir oluş.” cümlesi Deleuze ve Guattari’nin rizom kavramını akla getiriyor. Aslen biyolojik bir terim olan “rhizome”,  var  olan gövdeden yeni gövdeler üreten, ürettiği her gövdenin içinde yeni kendilikler oluştururken aynı zamanda ideal bir bir araya geliş hali. Bu oluşların, bir araya gelişlerin bir karşılığı var mı sanatta? Nedir bunun önemi?

Anna Tsing

Eda Gecikmez: Rhizome terimini hiyerarşi karşıtı bir fikir olarak anlıyorum ve iyi bir örgütlenme şeması oluşturuyor. Böylece kendini var eden her gövde, bütünden ayrıldığında hayatta kalmaya devam edip aynı şekilde tek başına hayatta kalabilecek yeni kökler üretmeye devam ediyor. Böylece bir kök diğerinin özelliklerinin taşıyıcısı olarak tek başına bir merkez haline gelebiliyor ve yeni merkezler üretiyor.

Sanat bu denemeleri yapabileceğimiz kısmen daha özgür bir alan sağlıyor ve bu denemeler, Gezi deneyimi gibi bir kırılma yaşandığında hemen hayata karışabiliyor. Bu anlamda bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Yasemin Ülgen: Sergi adı “Güneş Yerinde” içinde hala umut barındırıyor. Ama bu sürekli bir aydınlık ya da  iyimserlik değil de bir kavganın ya da bir amacın temsili gibi de aynı zamanda. Neden böyle bir başlık seçtiniz?

Eda Gecikmez: Serginin başlığını, Büyük Ev Ablukada’nın aynı isimli şarkısından aldık. Onlar bu şarkıyı Nazım’ın Yaşama Dair şiirinden alıntıyla gerçekleştiriyorlar.

Bu birliktelik bizim hoşumuza gitti ve bu paylaşıma biz de dahil olmak istedik. Farklı disiplinlerin birbirine bulaşmasını deneyimlemek insanın ufkunu açıyor. Bunu serginin içeriğine de katarak şiirden tasarıma, fotoğraftan resme birçok farklı sanat üretimini bir araya getirmeye çalıştık.

Bir araya gelmek zaten başlı başına sisteme katlanmayı sağlayan bir güç oluşturuyor. Bu bakımdan serginin Mayıs-Haziran gibi anlamı yüklü aylara denk geliyor oluşunu da düşünerek içinde umut barındıran olumlu bir başlıkla etrafa yayılalım istedik.

Yine Nazım’dan alıntılarsak: ‘’Bu dünya soğuyacak günün birinde, /hatta bir buz yığını /yahut ölü bir bulut gibi de değil, /boş bir ceviz gibi yuvarlanacak /zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. /Şimdiden çekilecek acısı bunun, /duyulacak mahzunluğu şimdiden. /Böylesine sevilecek bu dünya /”Yaşadım” diyebilmen için… ‘’

Yasemin: Peki bu serginin ekibi nasıl bir araya geldi?

Sevil Tunaboylu: Evvela Eda’nın telefonuyla başladı her şey; bana bir sergi teklifinde bulundu. Sonra buluştuk ve  dinledik birbirimizi. Eda, Beyrut’dan yeni gelmişti. Orada bir sanat programında 10 ay geçirmişti.

Aslında uzun uzadıya o oradayken ve ben buradayken neler yaptığımızı, neler ürettiğimizi, hangi konulara eğildiğimizi, biriktirdiklerimizi konuşma fırsatını işte bu sergi vesilesiyle bulduk. Önce atölyelerimizde sohbet ettik, işlerimize baktık, tartıştık. Ortak paydalarımız vardı. Bunlar neydi dersen, aslında tek kelime geliyor aklıma: Dönüşüm.

İlk toplantımızda bu kelime üzerinden konuştuk. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Türkiye’de sanat alanında çalışan insanlar olarak durgun görünen ama akıntısı güçlü bir suda yüzer gibiyiz. İçe gömüldüğümüz, içeride bir şeylere cevap aradığımız, oluşturduğumuz ya da oluşturmaya itildiğimiz sınırların üzerini çizemeden onların etrafında gezinerek yaşamaya çalışıyoruz.

Çok seviyorum ülkemi ama yaşım ilerledikçe, daha az nefes aldığımı hissediyorum burada. Düşünüyorum da; bizi büyük resme bakmaya iten; kosmosa, doğaya, hayvanlara bakmaya iten şey korkularımız mı acaba? Bu kadar baskı altında olmasak ferahlamaya dair geniş ve esnek alanlara bakmaya devam eder miydik? Ya da daha çok toplumsal gerçekçi işler mi üretirdik?

Kafamızda bu kadar soru işareti varken iki kişilik bir sergi oluşturmak o kadar da eğlenceli olmayacaktı sanırım. Bu sebepten biraz da etrafımızda olan, bizi üzerine çalıştığımız konuya daha da yakınlaştıran işler üzerinden konuşmaya başladık. Bazı sanatçının yıllar önce yaptığı bir işiyle, bazısının yeni dönemde yaptığı işleri atölye ziyaretleri yaparak buluşturmaya başladık.

Her katılımcının heyecanla kafa yorduğu bir süreçti bu. Karşılaşmalar yeni karşılaşmaları doğurdu ve bana kalırsa ortak bir paydada herkes kendi derdine odaklandığı bir alan yarattı.

Yasemin Ülgen: Sergide yer alan işler bu konularla ya da birbirleriyle nasıl ilişkiler kuruyor? Biraz işlerin içeriğinden bahseder misin?

Sevil Tunaboylu:Ben bir süredir Uçuşan Şeyler başlıklı serim üzerinde çalışıyorum. Yerinden edilen ağaçlar, taşınmanın, yer değiştirmenin objeleri olan çöpe atılmış mobilyalar, terk edilmiş kıyafetler, tahtalar, tuğlalar, sökülmüş yamuk çiviler… Dondurulmuş bir ana tanıklık eder gibi; bir fotoğrafa bakar gibi, bir rüyayı hatırlar gibi, havada asılı kalan duygular ve oluşlar benim çalışma alanımın nüvelerini oluşturuyor. Bu sergide de mekânsız ve biçimsiz evler türettim. Bu evlerde kapılar, pencereler açık. Merdivenlerin nereye ulaştığı belli değil. İç mekâna hapsolmuş ama yollar türetmeye devam eden direngen bir enerji var. Bir taraftan soyut ve çözümsüz. Arıyor. Aramaya devam edecek.

Eda da çalışmalarında bir süredir yer, yerleşmek, yerinden olmak gibi konularla ilgileniyor. Sergi için yaptığı resimde herhangi bir yere ait olmayan ve aynı zamanda her yere ait olabilecek gibi kurgulanmış bir manzara resmine bakıyoruz. Aslında bir biçimde bu da uçuşan bir manzara. Biz izleyelim diye bir kaidenin üzerinde sergileniyor. Ona bakıyoruz ama dokunamıyoruz. Artık geçmiş zamanda tanıklık ettiğimiz bir görüntü ya da belirsiz bir geleceğin suni bir parçası gibi. Resmi soğuk mavilerle boyaması onu bizden iyice uzaklaştırıyor olabilir.

Sergi katılımcılarından Oddviz Kolektif’in belgeler üzerinden ilerleyen bir pratiği var. Kenti ve kenti oluşturan parçaları teknolojinin olanaklarıyla hafıza verilerine dönüştürüyor. Sergide fotogrametri tekniği ile Büyükada Rum Yetimhanesi’ni aslına sadık kalarak belgeledikleri ve interaktif modelini izleyiciye sundukları Vakıflar Genel Müdürlüğü adlı işlerini paylaşıyorlar. Boşlukta asılı kalmış ve terk edilmiş bir yetimhaneyi izleyicinin ekrana temas ederek deneyimlemesini sağlıyorlar. Üç parmak hareketiyle, ters dönebilen, yakınlaşıp uzaklaşabilen ve  gölgelenip aydınlanan bir yetimhaneye bir kez daha uzaktan bakıyoruz.

Nadine El Khoury, işlerinde çoğunlukla kent ve mimari öğeler üzerinden soyutlamalar yapan Lübnanlı bir sanatçı. Sergide bir süredir araştırmasını sürdürdüğü 120 Seascapes/ 120 Deniz Manzarası başlıklı işi yer alıyor. Nadine bu işinde Beyrut’un yıllar içinde değişen sahil çizgisinin izini sürüyor ve çeşitli arşivlerden taradığı farklı tarihsel veriler içinden sahil imajlarını soyutlayarak yeniden üretti. Beyrut’un özelleştirilen, kirlenmeye bırakılan ve gittikçe kamudan uzaklaşan sahil şeritlerinin tanıklığını İstanbul’a getirdi. 120 Deniz Manzarası, İstanbul’un da belirsiz dramatik geleceğinin bir öngörüsü gibi.

Ekin Kano, sergideki resim serisini, Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar Bölümü’nde yaptığı Yüksek Lisans programını bitirme projesi olarak üretti. Darwinizm üzerine okumalardan ilhamla insan olmayan bedensel formlar, organizmalar üretiyor. İnsan merkezci olmayan bir doğa anlayışıyla bir bitki tohumunun ya da bir tümörün ilginç şeklinden yola çıkarak yeni bedenler türetiyor. Bu bedenlerin yersizliğini ve sınırsızlığını onları sade ve ucu bucağı olmayan peyzajlara yerleştirerek gösteriyor.

Elçin Poyraz, 1941-42 yıllarında park haline getirilmeden önce, arazisinde Rum, Müslüman ve Ermeni mezarlıkları bulunan Abbasağa’dan yola çıkarak yarı kurgusal bir manzara denemesi yaptı. Kendini bildiğinden beri aynı yerde yaşayan sanatçı, mahallenin sokaklarını, evlerini, bakış açılarını belleğine kazımış. Fakat artan kentsel dönüşüm, siyasi düzen ve akıp giden zaman bu tanışıklığın değişmesine yol açmış. Elçin, yaşantısnı sürdürdüğü ve değişimine engel olamadığı şehrin harabesine uzaktan bakarak geçmişle geleceğin mesafesini tekrar katediyor sanki.

Erkin Gören, sergi için ışıklı kutuda dijital olarak sergilenen amorf bir peyzaj yaptı. Tepe isimli bu resmiyle Bulutsuzluk Özlemi’nin Tepedeki Çimenlik şarkısına gönderme yapıyor: “Tepedeki çimenlikte yalınayak dolaşarak. Yemyeşille masmavinin ortasında uzanarak. Hayaller kurarak, rüzgâra savurarak. Vazgeçmek, birdenbire, her şeyden, vazgeçmek.” Vazgeçmekten bahseden bir şiir. Ama vazgeç demiyor. Vazgeçebilmenin çekici riskinden, insanın doğanın varlığıyla bu riskin altından kalkabilme beceresinin verdiği rahatlıktan bahsediyor.

Uluç Ali Kılıç, plastik pet şişelerden ürettiği vitray penceresinin üzerine bir petrol rafinerisinin uydudan çekilmiş kuşbakışı krokisini yansıtıyor. Işık Rafinerisi başlıklı bu işinde bir katedral vitrayından süzülen güneş ışığının simülasyonunu izliyoruz aslında.

Ata Kam’ın Şimdi ve Burada işinde sergi süresince bir fotoğrafın çeşitli kimyasal müdahalelerle dönüşümünü izliyoruz. Fotoğraf medyumunun dondurulmuş bir ana tanıklık ettiren algısını kıran ve giderek silikleşen haline bakacağız.

Selen Hayal şimdiye kadar birçok filmde sanat yönetmenliği yapmış bir arkadaşımız. Mesleğinin yanı sıra kumaşlarla yaptığı resimleri de var. Sergi için galerideki pencerelerden birini değerlendirmek istedi. Pencere içeriden dışarıya bakan göz için geçirgen bir sınır. Katman katman kumaşları düşlemek, gün ışığıyla birlikte dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya transparan dokuları pencereye giydirmek, bir yere kadar müdahale edebileceğin bir estetiğin değişimine izleyici olmak Selen’in bize düşündürdükleri.

Mert Öztekin kedisi İdoli’yle ortak bir iş yaptı. Bo’clock adında bir saat bu. İdoli’nin dışkılarıyla ve Mert’in uzun zamandır iş ürettiği malzemelerle (Sabun, seramik hamuru, balon vs.) yapılmış çalışır bir duvar saati. Mert’le yaklaşık dört yıldır aynı atölyeyi paylaşıyoruz. Şeylerin işlevini değiştirmek konusunda şaşırtıcı derece üretken biri. Kedi dışkılıyor, kedinin oynadığı balon saniyelik ağzından kurtuluyor, içtiği musluktan şıp şıp su damlıyor, kağıda damlıyor su, suluboya resimler oluşuyor. Her şey anlıkmış gibi görünürken gündelik tekrarlarla birikiyor. Mutlak üretimimiz dışkı, harcadığımız en kıymetli mefhum olan zamanla yan yana geliyor. “Yitirilen iki şeyden; iki mutlaktan bir artı değer çıkarma hûlyası” diyor Mert buna.

Ferah Doğan şiirlerini çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Sergi için Mert’le birlikte çalıştı. Ferah arkadaşlarına yakın geçmişte yazmış olduğu şiirlerini okuttu ve bu şiirlerden yeni sesler oluşturdular. Galerinin büyük pencerelerinden birine karşı koltukta oturarak Ferah’ın usul usul mekâna yayılan şiirlerini dinleyebilirsiniz.

 

Röportaj: Yasemin Ülgen

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.