Hafta SonuManşet

[Arada Bir] Radyocular Günü – Yaşar Özürküt

0
Eski okulu taşıyoruz (R. Baş, Yaşar Özürküt)

1940’lı yıllar. Köydeyiz. 4-5 yaşlarında olmalıyım. Yukarı mahalledeki, köye bitişik Çukurova Harası’nda çalışan memur bir ailenin evine konuk oluyoruz. Sihirli kutuyla orada tanışıyorum. Sierra marka radyonun uzun dalgasında bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı anlatılıyordu. Adı geçen futbolculardan Bülent, Cihat kalmış aklımda. Kutunun içine girercesine dinliyorum anlatılanları. Böyle bir aygıta sahip olmadığımız için de üzülüyorum.

Babam Abdi Özürküt

Aradan bir-iki yıl geçti sanırım. Babam, doğduğu ilçeye, Diyarbakır-Piran’a (bugünkü Dicle) gitmişti. Dönüşte oraya has armağanlar getirmişti. Köydeki arkadaşlarım sokakta oynarken, babamın Piran’dan radyo getirdiğini söyleyince bir koşu eve gittim. Ne radyo, ne de radyoya benzer bir kutu vardı evde. Babama sorarak öğrendim; meğer babam Piran’dan gelirken Hüso Rado adlı akrabamızı da beraberinde getirmiş. Bunu duyan çocuklar da babamın radyo getirdiğini sanmışlar.

Bizim eve radyonun girişi çok daha sonra, 1950’li yılların başında oldu. Köyün bakkalı, Vidor marka radyoları getirmişti köye. Nazı geçtiği ailelere de parasını pamuk satışında almak üzere; evine kadar getirip teslim ediyordu. Radyonun yarısı kadar büyüklükte Berec marka pille beraber bizim eve de getirildi radyo. En çok “Ajans” diye tanımlanan haber bültenleri için kullanılıyordu radyo. Ama benim ilgi alanım daha çok folklor saati olmalı ki, Muzaffer Sarısözen‘in yumuşak, tatlı sesiyle sunduğu “Yurttan Sesler”i ve “Bir Türkü Öğreniyoruz“u bugün gibi anımsıyorum.

Köye elektrik bağlanmasına kadar, yani 1963-64’lü yıllara kadar bu Berec marka pillerle kullanıldı radyolar. O yıl üniversite tatilinde köye dönüp bir dernek kurmuştum. İlk elektrik de öyle gelmişti köye. Ama evlere değil de köy sokaklarını aydınlatmak için Çukurova Harası’ndan almıştık elektriği. Yıkılan köy okulumuz yerine de o dernek aracılığı ile yeni bir okul yaptırmıştık.

Eski okulu taşıyoruz (R. Baş, Yaşar Özürküt)

Bu Vidor radyonun benim meslek seçimime çok etkisi oldu. Şundan belli ki: İlkokul mezuniyeti sonrasında, baş öğretmenimiz Ahmet Genç ödül olarak bizi ilçemiz Ceyhan’a götürdü. Postaneye götürüldük. Telefonla tanıştık. Sırayla hepimize ahizeyle konuşma fırsatı verildi. Karşımdaki PTT memuru ile o kadar rahat konuşmuştum ki, öylesine güzel sorularla telefonun niteliğini sorgulamıştım ki, Ahmet Genç’in çok kısıtlı ‘Aferin’lerinden birine mazhar olmuştum. Bu deney benim yıllar sonra, TRT mikrofonlarına kadar uzanan meslek sürecimde önemli bir etken olmuştu.

Bir diğer meslek aracımız olan daktilonun da önemli bir anısı var bende. Köy muhtarı olduğu yıllarda, geniş avludaki odalarımızdan birini, muhtar odası, halkevi gibi kullanılmak üzere ayırmıştı babam. Orada bir daktilo görmüştüm. Babamın muhtarlığı sona erene kadar o daktilo ile oynadığımı anımsıyorum.

Sonra okullu oldum. Birden ikiye, pekiyi ile geçersem, babam bana daktilo alma sözü vermişti. Sonra o söz ikiden üçe; üçten dörde… beşe geçilince yerine getirilecekti. Olmadı. İlkokul mezuniyeti sonrası bile, bir daktilom olmamıştı. İlkokuldan sonra, üç yıllık Ceyhan Ortaokulu’na gitmiştik.

Ortaokul sonrası babamın yönlendirmesi ile Ticaret Lisesi okumak zorunda kalmıştım. Oysa ne matematiğe ne muhasebe işlerine ilgi duymuyordum. Daha ortaokul sıralarında, kitapçılardan kiraladığım romanları, köyde gaz lambası ışığında, ilgiyle okuyordum. Yazmaya başlamış mıydım? Pek sayılmaz. Ama, Ticaret Lisesinde iken, Muaffak dayım ve üvey ağabeyim Hanefi ile köydeki bir av macerasını edebiyat öğretmenimiz Duriye Hanım’ın ödevi olarak yazmıştım. Çok beğendiği için, ödevime on numara verirken, okulun duvar gazetesinde de yayımlatmıştı.

Adana, Mercimek Köyü

Yağmurlu ve soğuk bir kış günü, köyümüzün kıyısından geçen Ceyhan Irmağı kenarındaki ormanlık Köklü Bucağı’na yaban kazı-ördeği avına gitmiştik. O zaman Ceyhan Irmağı üstüne kurulan barajlar yoktu. “Gölcihan” diye adlandırılan, genişçe bir su birikimi vardı ırmak kenarında. Göl kenarı ve ırmak boyunca da çoğu; yerel halkın “sıtma ağacı” dediği “Okaliptüs” ağaçlarının ve yaban yemişgenlerinin, böğürtlenlerin olduğu, yemyeşil bir örtü vardı. Ben on dört-on beş yaşlarında olmalıydım. Tüfek kullanmıyor, ancak vurulan kuşları toplayıp, yanımızda götürdüğümüz fileye dolduruyor, sırtlanıp taşıyordum.

Dayımın vurduğu yeşilbaş bir ördek, yaralanmış ama kanadı kırıldığı için, uçamıyordu. Son gücüyle, kendini ırmağın içine atmıştı. Suyun akımına uyarak, aşağı doğru akıp gidiyordu. Aslında, epey yaban kazı ve ördeği vurmuştu dayım. Ama, illaki suya düşen yeşilbaş ördekteydi gözü… Sürekli yanında gezdirdiği av köpeğini kışkırtıyor. Irmak içindeki ördeği göstererek; “Mas bas” diye bağırıyordu. Ama köpek oralı değildi. Ya kuşu göremiyor ya da suyun dalgasından korkarak, görmemezlikten geliyordu. Yaralı ördeğin sudaki akışına ayak uydurarak biz de ırmak kıyısında yürüyorduk. Arada bir suya batıp çıkan ördeği gördüğümüzde bağırarak, görmeyenlere yerini tarif ediyorduk. Sonuçta, ördek ırmağa eğilmiş bir ağacın dallarına takıldı. Hızla akan ırmağın dalgaları, yeniden ördeği önüne katıp sürükleyebilirdi. Hanefi ağabeyim, soyunup ırmağa atladı. Yarı canlı ördeği yakalayıp, sudan çıktı. Ama ağabeyim de tir-tir titriyordu. Bir yandan yağmur yağıyor; öte yandan soğuk bir rüzgâr esiyordu. Üstelik yakında sığınacak bir mekân da yoktu. Köye bitişik olan Çukurova Harası’nın ırmak kenarındaki, santral motorunun mekânı da epey uzaktaydı.

Ağabeyimin titreye titreye, ördeği sudan çıkarması beni çok etkilemiş olmalı ki, öyküyü olduğu gibi aktarıp;” Hanefi Ağabeyim sudan bir tek yeşilbaş ördeği çıkarmakla kalmadı. Zatürre denen illeti de kaptı buz gibi sudan. Bu da onun ölüm sebebi oldu” gibi bir finalle bitirmiştim öyküyü. Yazdığım öykünün okulun duvar gazetesinde yayımlanmış olmasına sevinen ağabeyim; “Beni zatürre yapıp öldürmüşsün ama, eline sağlık. Güzel bir yazı olmuş. Yazmaya devam et” demişti. Hanefi Ağabeyim, daha sonra Kore Savaşına gönüllü katıldı. Savaşın yavaşladığı döneme rastladığı için, sağlıkla döndü Kore’den. O da benim gibi, Ticaret Lisesi okumak zorunda kalmış; ancak okulu bitirememişti. Okumayı çok severdi. Kore’den, iki büyük valizle dönmüştü. Valizlerden birisinde, sigara, çakmak, müzikli albüm gibi armağanlar vardı. Diğer valiz ise silme kitap doluydu. Özellikle Bütün Dünya, Mayk Hammer, Sherlok Holmes gibi avantürlerin yanı sıra, Esat Mahmut Karakurt‘lar, Kerime Nadir‘ler, Halide Edip Adıvar‘lar, Reşat Nuri Güntekin‘ler gibi yazarların kitapları da vardı. Artık kitap kiralamadan okuyacak o kadar çok kitabım olmuştu ki, sevinçten uçuyordum.

Abim Hanefi Özürküt

Duvar gazetesinde yayımlanan öykümü doğrularcasına, Hanefi ağabeyim Kore’den dönüşünde hastalandı. Hem de ciğerden. Hem de zatürre olarak yattı hastanede. O av gününün ne derece etkisi oldu bilemem. Ama, annesini erken yaşta yitirdiği için, üvey yaşam onu çok zorluyordu. Okulu terk ettiği için, köy koşullarında sevmediği işlerde çalışmak zorunda kalmıştı. Demirhanede demirci çıraklığı, araba sürücülüğü, ırgatlık yaparak yaşamını sürdürmek zorunda kalmıştı. Bu da onu çok yormuştu. Yirmi beş yaşında, zatürreden yitirdik ağabeyimi. Ben onun bitirerek, diplomasını alamadığı Adana Ticaret Lisesi’nde son sınıf öğrencisiydim o zaman. Aldığım eğitimi sevmiyordum. Ama köyde bakkallık yapan bir arkadaşımın babasının etkisiyle, babam da beni ticaret lisesi okumam için zorlamıştı. Ceyhan ortaokulunda okurken birlikte ev kiraladığımız arkadaşımdan ayrılmadan, yine Adana’da bir oda kiralayarak, sürdürdük eğitimimizi.

Sonuç olarak Ticaret Lisesi sonrası, ancak Yüksek Ticaret okullarına gitme şansımız vardı. Oraya girmek için de sınavı kazanmak gerekiyordu. 1959 yılında girdiğim sınavı kazanarak, yüksek okul öğrencisi olmuştum. 1964 yılında mezuniyet sonrası, diplomama uygun işlere girip çıkmak zorunda kaldım. TBMM Saymanlığı, İmar İskân Bakanlığı gibi bürokratik işlerden istifa ederek ayrıldım. İşsizlik yaşadım.

Yüksek Ticaretten bir hanım arkadaşımın TRT’de prodüktörlük sınavını kazanarak, isim anonsu ile yaptığı programlar, beni de teşvik etmişti. 1970 yılında TRT’nin prodüktör, spiker, muhabir gibi yayın elemanları için açtığı sınava girerek, hayalimdeki mesleğe 17 Nisan 1971’de Ankara Radyosu’nda başlamış oldum. İsteyerek radyoyu seçmiştim. Televizyonu yeğleyen Nazmi Kal, Puna Pamir, Uğur Dündar, Neslihan Gence gibi on beş kadar arkadaşa karşılık, Nail Ekici, Tuba Kayahan(Ayberkin), Lale Çankaya, Mehmet Koç, Mesut Özgen, Tevfik Yılmaz, Ekin Dikmen, Fatma Günbulut, Fatma Layık gibi on beş kişi de Türkiye Radyoları’nın çeşitli kentlerdeki radyolarında görev almıştık.

Sekiz aylık kurs sürecinde, birçok öğreticimiz olmuştu. Ama, özellikle TRT Radyo Dairesi Başkanı olarak, kurslarımızda öğreticilik yapan Turgut Özakman’ın mikrofona ilişkin sözleri bugünkü gibi belleğimde.

“Köylü 28 fille konuşur. O sözcükler de yemek, içmek, yatmak gibi günlük gereksinimleridir. Köylü meramını en kestirme sözcüklerle anlatır. Programlarınızı buna göre yazmalısınız. Aksi halde radyonun düğmesini çevirir dinleyici. Zaten spikerinizin okuyacağı metin, yüzde yüz dinleyiciye ulaşmaz. Köylü işini yaparken, dinliyordur radyoyu. Bu nedenle, on dakikayı geçmemek koşuluyla, efekt ya da müzik katmalısınız programınıza.” diyen Özakman, TV-Radyo teknolojisi için de:

“Radyo, kulağa yönelik bir aygıttır. Televizyona göre daha avantajlıdır. Çünkü, radyoculuk ses ile, imaj yaratmak mesleğidir. Her dinleyici, dinlediği program için kendi imajını yaratır. Örneğin “Arkası Yarın” programındaki kişileri, kendi hayal gücüyle canlandırır. Oysa, TV görsel bir aygıttır. Seyirci gördüğüyle şartlanır.” Bir de “Mikrofonunuza sahip çıkın. Onun kıymetini bilin. Saygılı olun. Aksi halde mikrofon sizi kusar” demişti. Mikrofon kusar… Yani meslek dışı bırakır sizi. Bizim kuşak, kendini mikrofona kusturmadı ama; sürgünler, vurgunlar, katliamlar, 101’ler gibi komik atamalar da hep bizim kuşağa uygulandı.

Ankara, Hasandede Köyü’nde bir radyo programı kaydı

Mesleğe başladığım, Adnan Öztrak TRT’si özerk idi. 259 sayılı yasa gereği yönetiliyordu. Bizler TRT’nin demokratik bir nitelik kazanması beklentisi içindeyken, 12 Mart cuntası var olan özerkliği de budadı. Bu kez “Demokratik-Özerk TRT” ve “Tüm Kamu Çalışanlarına Grevli, Toplu Sözleşmeli Sendikal Hak” sloganı ile, TRT Çalışanlarını TRT-DER çatısında topladık. 12 Eylül 1980’e kadar sürdürdük savaşımımızı. Ama yeni bir askeri darbe, tüm demokratik kitle örgütleri gibi, TRT-DER’i de kapattı. Yetişmiş yayıncı kadroları da yeni palazlanan özel radyolar-TV’ler kaptı. Her şeye rağmen TRT okulunda yetişmiş kadroların kıymeti bilinse, bugün yayıncılığımız çok daha ileri düzeyde olurdu.

Yine de ben kurumumla kıvanıyorum. Göze batan bir-kaç olumsuz örneği genellemezsek; herşeye rağmen, Türkçeyi iyi kullanan spikerlerimiz, sözcükleri seçerek metne döken prodüktörlerimiz var. Becerikli, muhabirlerimiz, teknisyenlerimiz var.

Radyoculuk bir aşktır… Ben bu aşkı doyumsuz bir iştahla, bana verilen fırsatları değerlendirerek kullandım. Doyabildim mi? Ne mümkün… Çünkü, 12 Eylül’ün öngünlerinde, ilkin radyodan uzaklaştırıldım. Hem de bir daha radyoya girmem de yasaklanarak, Bestekar Sokaktaki Eğitim servisine, uzman olarak atandım.

Gerçi mültecilik sürecinde, bir yıl kadar İsveç Radyosu Türkçe servisinde çalıştım. Sonra da oturduğumuz semtte bir yerel radyonun kuruluşuna katılarak; haftada bir Türkçe yayın yaptım. Ama bunlar hep emanet yayıncılık gibiydi…

Tüm TRT Çalışanlarının, radyoculuğumuza emeği geçenlerin Radyo Günü’nü kutluyorum. Oktay Arayıcı, Aslan Alp, Turhan Sabuncuoğlu, Süleyman Ayberkin, Mete Bilginer, Güngör Tüzün, Nevzat Şenol, Jülide Gülizar, Mesut Mertcan, Turan Dursun, Ümit Kaftancıoğlu, Mehmet Koç, Beldan Kabalak, Rıfat Aras, Enver Delikçi, Ateş Köyoğlu, Rıfat Balaban, Nurten Görün, Ender Salihoğlu, Sevgi Soysal, Dinçer Sezgin, Sacit Onan, Batu İşmen, Saffet Uysal, Ertuğrul İmer, Filiz Ercan, Okan Pelit gibi iz bırakarak aramızdan ayrılan, onlarca arkadaşımızı da sevgiyle, saygıyla anıyorum.

 

Yaşar Özürküt

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.