Günün ManşetiManşetSivil Toplum

İnsandışılaştırma tüm zalimliğin kökeni mi?

0

New Yorker”de Paul Bloom imzasıyla yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Şiddet faillerinin kurbanlarını insandışılaştırdıkları (dehumanisation) söylenir. Gerçek ise bundan daha da kötü.

Distopik televizyon dizisi “Black Mirror”ın yakın zamanlı bir bölümü, bir askerin hamam böcekleri denilen son derece çirkin insansıların (humanoid) peşine düşerek onları öldürmesiyle başlar. Standart bir bilim kurgu senaryosudur bu, insana karşı canavar; ancak bir bit yeniği vardır. Asker ve taburunun sahip oldukları beyin implantının hedeflerinin yüzlerini ve vücutlarını canavarsı olarak görmelerine ve merhamet yakarışlarını zararlı ciyaklamalar şeklinde duymalarına neden olduğu ortaya çıkar. Kahramanımız implantı bozulunca, insan soyunun cesur bir savunucusu olmadığını keşfeder – masum insanların katili, 1940’lardaki Avrupa Yahudilerine benzeyen küçümsenen bir grubun mensuplarını imha eden bir savaşın parçasıdır.

Sosyal medyada bu bölüm hakkında yorumda bulunan düşünür David Livingstone Smith, yazarın, Smith’e ait “Less Than Human: Why We Demean, Enslave, and Exterminate Others?” (St. Martins) adlı kitabını okuyup okumadığını sordu. Kitap, insan acımasızlığına dair düşünceli ve kapsamlı bir araştırma iken, söz konusu bölüm kitabın temel fikrini eksiksiz biçimde yansıtıyor: soykırım benzeri edimler, başkalarının insanlığının değeri anlaşılamadığında gerçekleşir.

Smith’in kitabının odaklarından biri, köle sahiplerinin tutumlarıdır; on yedinci yüzyıl misyoneri Morgan Godwyn köle sahiplerinin, zencilerin (Negroes) “görünüşte insanlığa ait bazı benzerlikler taşımalarına rağmen gerçekte İnsan”dan ziyade “Vahşi Hayvanlar ile aynı gruba konulması ve buna göre muamele edilmesi gereken ‘Ruhtan yoksun yaratıklar’ olduklarına inandıklarını gözlemiştir. Sonra, bir de Holokost var. Benimle aynı yaşta olan çok sayıda Yahudi gibi, ben de gaz odaları, dehşet verici medikal deneyler ve toplu mezar hikayeleriyle büyüdüm – Nazilerin kurbanlarını insan olarak görmemelerinden kaynaklandığı şeklinde açıklanan bir kötülük. Psikolog Herbert C. Kelman’ın ifadesiyle, “İnsanları öldürmeye yönelik yasak genel itibariyle o denli güçlü ki eğer sistematik cinayetler sorunsuz ve düzenli biçimde ilerleyecekse kurbanların insan statülerinden yoksun bırakılmaları gerekir.” Naziler farklı öldürme biçimlerini sterilize etmek için “transfer” ya da “seleksiyon” gibi bürokratik örtmeceler kullandılar.

Antropolog Claude Levi-Straus’un da belirttiği gibi, “insanlık kabilenin, linguistik grubun ve hatta bazen de köyün sınırında biter.” Günümüzde bu fenomen kaçınılmaz görünüyor. En sevdiğiniz hor görülen insan grubunu – Yahudiler, siyahlar, Araplar, geyler ve benzeri – “parazitler,” “hamam böcekleri,” “hayvanlar” gibi sözcüklerle birlikte googleda arattığınız takdirde hepsi çorap söküğü gibi gelecektir. Bu retoriğin bir kısmı ana akım söylem için uygunsuz olarak görülür. Fakat yeterince beklerseniz “hayvanlar” sözcüğünün teröristlere, İsraillilere, Filistinlilere, kaçak göçmenlere ya da kaçak göçmenlerin sınır dışı edilenlerine istinaden saygı duyulan insanlar tarafından dahi kullanıldığını duyarsınız. Bu hitabet şekli beyaz üstünlükçülerin (white supremacist) (ç.n. beyaz ırkın üstünlüğünü savunanlar) konuşmalarında boy gösterir – aynı zamanda da geri kalanımız beyaz üstünlükçülerden bahsettiğinde de.

Bu yalnızca bir kelime meselesi değil. Naziler Auschwitz’de tutsakların kollarına rakamların dövmesini yaptılar. İnsanlar tarih boyunca insanlara sahip olmanın kabul edilebilir olduğuna inandılar, akademisyenlerin ve politikacıların belli başlı grupların (siyahlar ya da Amerikan Yerlileri gibi) “doğuştan köle” olup olmadığına kafa yordukları ayan beyan tartışmalar vardı. Geçtiğimiz yüzyılda dahi, Avrupalıların aval aval bakmaları için Afrikalıların parmaklıklar ardına konulduğu insan-hayvanat bahçeleri mevcuttu.

İnsandışılaştırma hakkında yapılan ilk psikolojik araştırmalar Nazileri bizden farklı kılan şeye baktı. Şimdi ise psikologlar insandışılaştırmanın aynı anda birçok yerde bulunmasından söz ediyorlar. Melbourne Üniversitesi’nde Nick Haslam ile Edinburg Üniversitesi’nden Steve Loughnan, içlerinde acı verecek kadar alelade olanlar da dahil olmak üzere örneklerden oluşan bir liste hazırladılar: “Öfkeli halk mensupları cinsel suçlulara hayvan der. Psikopatlar kurbanlara yalnızca kötü emellerine giden bir araç muamelesi yapar. Yoksullar şehvet düşkünü ahmaklar denilerek alaya alınır. Gelen geçenler evsizlere sanki saydam engellermiş gibi bakar. Demans hastaları medyada ayaklarını sürüyen zombiler şeklinde temsil edilir.”

Başkalarını nesne ya da hayvan olarak görmenin en kötü tutumumuzu ortaya çıkardığı tezi oldukça açıklayıcı gibi görünebilirdi. Oysa bunun gerçeğin neredeyse tam tersi olduğunu düşünmenin sebebi var.

Avrupa’daki bazı futbol maçlarında taraftarlar Afrikalı oyunculara maymun sesi çıkartıp muz fırlatırlar. Afrikalıları maymun olarak betimlemek yaygın bir ırkçı kinayedir ve insandışılaşmanın başka bir örneği olarak görülebilir. Oysa bu taraftarlar açıkça futbolcuların maymun olduğunu düşünmezler; davranışlarının bütün amacı zihin bulandırmak ve aşağılamaktır. Bu tür sataşmaların etkili olduğuna inanmak, hedeflerinin bu şekilde düşünülüyor olmaktan utanç duyacağını farz etmektir – ki bu yine de, bir noktada, onları insan yerine koyduğunuzu ima eder.

1938 yılında Hitler, Avusturya’yı ilhak ettiğinde olanları ele alalım. Timothy Synder “Black Earth: The Holocaust as History and Warning”de akıldan çıkmayan bir tasvir sunar:

Ertesi sabah “fırçalama partileri” başladı. Listelerden, kişisel bilgilerden ve gelen geçenin bilgisinden yola çıkan Avusturya SA’nın mensupları Yahudileri belirledi ve onlara diz çöktürerek sokakları fırçalarla temizlemeye zorladı. Törensel bir aşağılamaydı bu. Genellikle doktor, avukat ya da diğer mesleklerden Yahudiler alaycı toplulukların karşısında birdenbire dizlerinin üzerine çökerek vasıf gerektirmeyen işler yapıyorlardı. Ernest P. “fırçalama partileri”nin görüntüsünün “Avusturya halkı için eğlence” mahiyetinde olduğunu anımsıyordu. Bir gazeteci, “Viyanalı gösterişsiz sarışınların gamalı haç kollukları ve köpek kamçılarıyla genç holiganların önünde, elleri ve dizleri üzerindeki beti benzi atmış Yahudi cerrahın motive edici görüntüsüne daha da yaklaşmak için birbirleriyle kavga ettiklerini” anlattı. Bu arada, Yahudi kızlar cinsel istismara uğramakta ve yaşlı Yahudi erkekler halka açık fiziksel egzersizler yapmaya zorlanmaktaydı.

Sokakları fırçalamaya zorlanan Yahudilerin – daha kötü aşağılamalara maruz kalanlar cabası – insani duygulardan yoksun oldukları düşünülmüyordu. Gerçekten de, eğer Yahudilerin gördükleri muameleye karşı duyarsız kalacakları düşünülmüş olsaydı, seyre değer hiçbir şey olmazdı; kalabalık onların acı çekişini izlemek için toplanmıştı. Bu tür bir vahşetin mantığı ile metaforun mantığı aynıdır: iki farklı şey arasında bir benzerlik olduğunu ileri sürmek ancak o farklılığın ışığında gücü elinde tutar. İnsanlara parazit muamelesi yapmanın sadizmi, tam da aslında parazit olmadıklarının bilinmesinde yatar.

Peki ya daha genel itibariyle şiddet? Bazı evrimsel psikologlar ve ekonomistler failden ya da failin genlerinden yararlanarak saldırı, tecavüz ve cinayeti rasyonel edim olarak açıklıyorlar. Şüphesiz, bir kısım şiddet – ve şiddete bulaşmaya istekli ve mahir olma şöhreti – faydalı bir amaca hizmet edebilir, özellikle de daha gaddar çevrelerde. Öte yandan, şiddet içeren çoğu davranış bir kontrol kaybının kanıtı şeklinde görülebilir. Çoğu suçun uyuşturucu ve alkol etkisi altında işlendiği ve saldırıda bulunan, tecavüz eden ve cinayet işleyen kişilerin hayatlarının diğer alanlarında da daha az dürtü kontrolü gösterdikleri Kriminoloji 101’dir. Şiddet eyleminin ahlaki kötülüğü tutkunun sıcağıyla etkisini yitirir.

Fakat antropolog Alan Fiske ile psikolog Tgae Rai’nin “Virtous Violence: Hurting and Killing to Create, Sustain, End, and Honor Social Relationships” (Cambridge) adlı kitabı bu standart açıklamaların genellikle geri kalmış olduğunu ileri sürüyor. Çoğu kez şiddet, ne bir sorunun soğukkanlı bir çözümü ne de bir kontrol başarısızlığıdır; her şeyden önemlisi şiddet, ahlaki hassasiyetlere karşı bir körlüğe yol açmaz. Aksine, ahlak genellikle motive edici bir güçtür; “insanlar bazı sosyal ilişkileri düzenlemek için ızdırap ya da ölüm dayatmanın gerekli, doğal, meşru, cazip, göz yumulur, hayranlık duyulur ve etik açıdan tatminkâr olduğunu hissettiklerinde şiddete yönelirler.” İntihar bombaları, namus cinayetleri ve savaş sırasında tutsaklara uygulanan işkence bariz örnekler arasındadır, ancak Fiske ile Rai’ye göre bunun gibi eylemler sıklıkla doğru olanı yapma, adil intikam alma ya da birisine ders verme arzusunu yansıtır. Bu türden edimler ile ceza-adalet sisteminin yasalara uygun şekilde uygulamaya koyduğu cezalar – misilleme, caydırıcılık ya da disiplin adına – arasında yoğun bir süreklilik vardır. Ahlaki şiddet, yasal yaptırımlara yansıtılmış olsun ya da olmasın, savaşta düşman askerlerin öldürülmesi ya da birisini etik ihlali yüzünden cezalandırmak kurbanın ahlaki bir temsilci, eksiksiz biçimde insan olan biri olduğunun tanınmasıyla gerekçelendirilir.

Oldukça tartışmalı ve güncel bir çalışma olan “Down Girl: The Logic of Misogyny”de (Oxford) düşünür Kate Manne cinsel şiddet hakkında bir argüman geliştirir. “Tecavüzcülerin canavar olduğu görüşü karikatürleştirilerek aklanır,” diye yazarak “mizojinin banallığı”nı, “insanların acımasız şekilde aşağılayıcı ve insanlık dışı biçimlerde davrandıkları kişilerin de yanlış bilincin az çok ince kaplaması altında insan olduğunu pekala biliyor olabileceğine” dair rahatsız edici olasılığı tanımamızda ısrarcı olur.

Manne önemli ve iyi bilinen bir düşünce ekolüne karşı çıkıyor. Soruyu Catherine A. MacKinnon sordu: “Kadınlar ne zaman insan olacak?” Rae Langston cinsel solipsizm – kadınların akıllarının olduğuna dair duyulan şüphe – fikrini araştırdı. Sayılamayacak kadar çok kuramcı “nesneleştirme”den – kadınlara otonomi ve tabiiyet tanımama ve deneyimlerini kısıtlama eğilimi – söz ediyor. Fiske ve Rai gibi, Manne da karşıt eğilimde daha büyük bir gerçek görüyor. Mizojinide, “genellikle mesele kadının insanlığının eksik olması anlayışı değildir. Asıl sorun bizatihi kadının insanlığıdır.”

Manne erkeklerin kadınlardan bazı şeyler beklediklerini – ilgi, takdir, sempati, teselli ve elbette seks ve sevgi – ileri sürüyor. Mizojini, bu hedefleri denetleyen ve mecbur kılan zihniyettir; patriyarkanın “hukuki yaptırım şubesi”dir. Bu tavrın en bariz örneği, “kötü kadınlar”ı cezalandırmaktır. Kötü olmak, erkeklere istediklerini vermekte başarısız olmak anlamına gelir. Fakat mizojini aynı zamanda boyun eğen kadınları ödüllendirmekle kadınlara korkunç şeyler yapan erkeklere sempati duyulmasını (Manne buna “himpathy” (ç.n. Türkçe’ye “erpati” olarak çevirdim.) diyor) da kapsıyor.

Mizojiniye dair bir örnek olay olarak, Manne – erkeklerin hemen her zaman kadın eşleri üzerinde gerçekleştirdikleri – boğmayı ele alıyor ve bunu genellikle hiç iz bırakmayan bir işkence biçimi, “bir otorite ve nüfuz gösterisi” olarak tanımlıyor. Bangladeş ve başka yerlerde kız çocuklarına ve kadınlara yönelik “vitriyolaj” ya da asit saldırıları başta olmak üzere diğer dışavurumcu şiddet biçimlerinde iz bırakmak fazlasıyla amaçlanmaktadır. Bu tür saldırıların katalizörleri arasında evlilik, seks ve romans reddi yer alır. Sonra, ailelerini ve alışılageldik biçimde kendilerini öldüren hemen her zaman erkek olan sözüm ona aile yokedicileri vardır. Motivasyon genellikle utançtır; ama bazen nefret de bir faktördür; bazen de katledilmiş çocukların annesi sağ bırakılır, belki de sonrasında bir telefon ya da mektupla haberdar edilir – Bana ne yaptırdığını gördün mü. Kurban aynı zamanda seyircidir; kadının tahayyül edilen tepkisi faillerin hayal güçlerini büyük ölçüde süsler.

Manne, 2014 yılında Santa Barbara’da, California Üniversitesi’nde kızlar birliği binasına girişi engellendikten sonra katliam yapan, insanları rastgele hedef alan Elliot Roger vakasını araştırır. Roger altı kişiyi vahşice öldürdü ve kendini öldürmeden önce on dört kişiyi daha yaraladı. 22 yaşındaki Roger videoda kadınların “şefkat, seks ve sevgilerini hiçbir zaman kendisine vermediklerini tam aksine başka erkeklere verdikleri”ni açıkladı. Ardından bu kadınlara seslenerek, “bunun için hepinizi cezalandıracağım… hepinizi katletmekten büyük zevk alacağım,” dedi.

Manne, Rodger’ın kadınları nesneleştirmediğini belirtiyor; o yalnızca kadınların aşk ve romans yetileri kendisine uzanmadığı için öfkeliydi. Manne’ın analizi Margaret Atwood’un gözleminin – erkekler kadınların onlara güleceğinden, kadınlar ise erkeklerin onları öldüreceğinden korkar – bir incelemesi olarak görülebilir. Manne’e göre, bu tür şiddet nöbetleri gündelik mizojininin uç noktadaki bir tezahürüdür ve analizini ıslıklama (catcalling), kürtaja yönelik tavırlar ve Donald Trump’ın yırtıcılıklarını kapsayacak şekilde genişletir.

Tanımladığı mekanizmalar mizojini ile sınırlı değildir. Ahlaki imtiyazlı tarafından izin verilen saldırılar, kötü niyet kisvesi: bu şeyler, köle sahiplerinin dinle iç içe geçmiş gerekçelerinden Nazi bürokratlarının organize ettikleri eyleme isim verme konusundaki alınganlıklarına kadar birçok fenomende barizdir. Görevlerini yapanlar kurbanlarının hayvan olduğuna gerçekten ikna olmuş olsalardı, ikisi de gerekli olmayacaktı.

En kötü acımasızlık edimleri insandışılaşma tarafından yürütülmüyorsa, bütün insandışılaşmaya da zalimlik eşlik etmez. Manne, ameliyat masasındayken hastalarını sırf beden olarak gören bir cerrahta yanlış olan bir taraf olmadığına işaret eder; aslına bakılırsa, doktorların hastalarını muayene ederken belli başlı doğal tepkilere – öfke, ahlaki iğrenme, cinsel arzu – sahip olmamaları önemlidir. Düşünür Martha C. Nussbaum yatakta yatarken uyku partnerinizin karnını yastık olarak kullanma örneğini verir ve cinsel ilişki sırasında daha rahatsız edici nesneleştirme vakasını araştırmaya devam ederek bunun karşılıklı rızaya dayalı ve yatak odası ile sınırlı olduğu sürece doğası gereği yanlış olmadığını ileri sürer.

Bir düşünür olarak, Manne argümanlarını daha teknik literatüre dayandırır ve bir noktada kendi konumu ile Oxford düşünürü P.F. Strawson’ın “tepkisel davranışlar” kuramı arasındaki bağlantıyı vurgular. Strawson, başka bir kişi ile kişi olarak muhatap olurken takdir ile minnettarlık ve kin ile suçlama gibi tutumları hissetmekten kendimizi alamayacağımızı iddia etmiştir. Genellikle taşlara ya da kemirgenlere karşı bu şekilde hissetmezsiniz. Öyleyse bir başkasının insanlığını kabul etmenin riskleri vardır ve bunlar Manne tarafından güzelce özetlenmiştir. Manne birisini bir kişi olarak görmenin o kişinin gerçek bir dost ya da sevgili eş olmasını mümkün kıldığını belirtir, ama insanların “açık bir rakip, düşman, gaspçı, asi, hain vb.” olmalarını da mümkün kılmaktadır bu. Devam eder:

Üstelik rasyonellik, eylemlilik, otonomi ve muhakemeye muktedir olduklarından aynı zamanda sana baskı yapabilen, manipüle edebilen, aşağılayabilen ve utandırabilen kimselerdir. Soyut ilişkisel düşünce ile uygun ahlaki duygulara muktedir olduklarından senin hakkında kötü düşünebilir ve sana küçümsemeyle bakabilirler. Karmaşık arzu ve tasarılar oluşturmaya muktedir olduklarından kötü niyet besleyebilir ve sana kumpas kurabilirler. Değer vermeye muktedir olduklarından senin nefret ettiğine değer verebilir ve değer verdiğinden nefret edebilirler. Böylelikle kıymet verdiğin her şey için bir tehdit oluşturabilirler.

Eğer şiddete yönelik bu yaklaşımlarda bir şey eksikse, bu birinci şahıs davranışları, kendimizi ahlaki temsilciler olarak nasıl düşündüğümüzdür. Birisine darılabilirim ama o kişiye davranış biçimimden utanç da duyabilirim. Fiske ve Rai bazen adeta ahlakçı şiddet yaklaşımı, kahramanımızın terörist, seri katil ya da tecavüzcüyü püskürttüğü – herkesin alkış tutmasına yol açan son derece tatmin edici bir davranış – bir filmin final sahnesiymişçesine yazıyorlar. Peki ya şüphe ve tereddüt? Yaramazlık yapan çocuklarını sert biçimde döven bazı babalar ya da “cezalandırıcı tecavüz”e kalkışan bazı askerler eylemlerinin ahlaki doğruluğundan emindir. Ama bazıları değil. Gerçek ahlaki ilerleme bazen vahşet edimlerine eşlik eden şüphe ve tereddüt biçimlerini incelemeyi kapsayabilir.

One Long Night: A Global History of Concentration Camps” adlı ustalıklı ve iç karartıcı kitapta, Andrea Pritzer konunun bazı çapraşıklıklarını dile getirir. Ne zaman bir hükümet sivil gruplarını normal yasal sürecin dışında tutsa bir toplama kampı oluşur. Nerdeyse tüm ulusların toplama kampları vardır. Yeryüzü üzerindeki en vahşi yer olabilirler ama bu esas özellikleri değildir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Japonlar için Amerikan kampları, Almanya’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki kamplar kadar berbat değildi. Yiyecek ve barınak tedarik etmek için kurulan mülteci kampları gibi – zamanla daha da kötüleşerek Pitzer’ın “daimi araf” olarak tanımladığı şeye dönüşme eğiliminde olsalar da – iyi niyetle başlayan bazı kamplar da vardır.

Toplama kampları kurulduğunda genellikle daha büyük bir kitleyi şüpheli gruptan korumak ya da medenileşme mesajının bir parçası olmak, bazı sivil gruplarının düşman kuvvetleri desteklemelerini engellemenin bir yolu olmak için yürürlükte oldukları söylenir. Bu bakış açısına göre, toplama kampları amaca giden bir araçtır, etkili şiddetin bir örneğidir. Oysa kampların sıklıkla cezalandırıcı bir yönleri vardır. Pitzer, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Bavyera’nın Sosyal Demokrat başbakanı Kurt Eisner’ın Almanların Fransız ve İngiliz kamplarından salıverilmelerini talep etmeyi nasıl ağırdan aldığını anlatır; bunun yerine İtilaf’ın insanlık anlayışına seslenmeyi istiyordu. Eisner, Yahudi idi. Hitler 1922 yılındaki bir konuşmasında Yahudilerin “toplama kamplarında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmeleri gerektiği”ni söyleyerek bu “ihanet”ten öfkeyle bahsetti.

Şüphesiz, Pitzer’ın çeşitli toplama kampı tasvirleri o kadar çok acımasızlık ve aşağılama örneği içeriyor ki bunları sadece kurbanlarının insanlığını kabul etme başarısızlığı olarak görmek olanaksız. Savaş uzmanı Johannes Lang Nazi ölüm kampları hakkında şu gözlemi yapmıştı: “Ötekinin insandışılaştırılması gibi görünen şey, bunun yerine, bir diğer insan üzerinde güç kullanmanın bir yoludur.”

İnsandışılaştırma tezinin sınırları sevindirici bir haber değildir. En kötü acımasızlık edimlerinin kafa karışıklığına dayalı olduğu görüşü hakkında her zaman iyimser bir şey vardır. Yalnızca gerçekliği daha net kavrayarak – o beyin implantlarını ya da onun ideolojik dengini devre dışı bırakarak – dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceğimizi öne sürer. Gerçeği kabullenmek ise daha zor olabilir: en iyi ve en kötü eğilimlerimiz tam da başkalarını insan olarak görmemizden kaynaklanır.

 

Yazının İngilizce orjinali

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

Yazar: Paul Bloom

 

(Yeşil Gazete, New Yorker)

You may also like

Comments

Comments are closed.