Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Şampiyona sonrası Oraj’dan mal kaçırmak – Şahin Tekgündüz

0

Portoroz’daki Paraşüt Şampiyonası’na ara verilen bir gün ekip halinde Venedik’e gidiyoruz. İstasyonda trenden inince şamatamızı duyan orta yaşlı esmer, sevimli bir görevli koşarak yanımıza gelip “Hoş geldiniz” diyor. Yirmi yıl önce Adana’dan Venedik’e gelip tren işletmesinde çalışmaya başlayan bir hemşerimiz; ayaküstü sohbetten sonra neredeyse gözyaşları içinde ayrılıyoruz. Sonra da Ölü Cahit’le ekiptekileri ekip, restoranlar, turistik eşya dükkânları ve Türkçe bile pazarlık yapabilen işporta tezgâhları dolu uzun yoldan San Marco Meydanı’na yürüyüşe çıkıyoruz.

Niyetimiz iyi bir restoranda yemek yiyip bir şeyler içmek. Seçerek girdiğimiz bir restoranda menüdeki en uzun isimli yemekle birlikte kaliteli bir beyaz şarap ısmarlıyoruz. Kırk beş dakika bekledikten sonra bol sarmısaklı ve yoğurtlu Kayseri mantısı konuluyor önümüze. Kadehlerimizdeki beyaz şaraplara ve önümüzdeki mantıya şaşkınlıkla bakıyoruz. Garsonun yüzünde de müstehzi bir ifade. Restorandan çıkıp San Marco yolunda yürümeye devam ediyoruz. Omuzuma bir el dokunuyor. Ürkerek dönüp bakıyorum. Karayağız bir delikanlı. Muavin olarak çalıştığı TırVenedik’te alıkonduğu için parasız kaldığını anlatıp yardım istiyor. Delikanlıya inanıp cebimizdeki liretlerin tümünü veriyor, sonra da çocuklardan borç istemek zorunda kalıyoruz. Geç vakit dönüyoruz Portoroz’a.

Yarışmalar sona yaklaştıkça dereceye girme ümidimiz de uçup gidiyor. Sonuçların açıklanmasını başımız önümüzde izliyoruz ve şampiyona sona eriyor. 30 Ağustos günü tası tarağı toplayıp, otobüsle Udine’ye geçiyoruz. Tası tarağı derken, Lubliana, Kooper gibi kentlerde yaptığımız alışverişlerden de söz etmeliyim. Buzdolapları, çocuk arabaları, televizyonlar, radyolar, pikaplar, teypler ve giyim kuşamla otobüsün bagajı tıka basa doluyor. Benim aldıklarım ise sekiz on etnik müzik plağı, çok hoşuma gittiği için gözüm kalan, koyu yeşil altı bardak ve bir sürâhi. Ankara’da gümrük memurunun yüzüme bakıp “Kardeşim Paşabahçe’de bunların âlâsı var, yazık değil mi para vermişsin şu camlara” dediğini anımsadıkça yüzüm kızarıyor.

Bizi götürecek C 47 önceden gelmiş; uçuş ekibi alışveriş için Venedik’e gitmiş. Alanın ‘snackbar’ında kafaları bulup, onların dönüşünü beklerken benim dışımda herkes, uçağın yanına yığdığımız yüke bakıp tahminler yürütüyor ve bir noktada birleşiliyor. Bu uçak bu yükü almaz ve kaptan pilot da bu yükle uçağı kaldırmaz… Uçağın yorgun, bitkin ve yaralı görünüşü ise ürkütücü. Hurdaya çıkmayı bekler gibi.

Biz tartışırken uçağın yanına, uçuş ekibinin eşyalarla dolu kamyoneti yanaşıyor. O gün Albaylığa terfi eden ve apoletlerindeki yıldızlar pırıl pırıl parlayan Kaptan Pilot Mehmet Şahin çenesini kaşırken eşya yığınını derin derin süzüyor ve fısıldar gibi “Tayyareyi iyi yerleştirebilirsek mesele yok, Allah’ın izniyle kalkarız” diyor.

Bir ara Albay, Ölü Cahit, Yüzbaşı Muzaffer ve ikinci pilot Koray, barın bir köşesinde uzunca bir fiskostan sonra yanımıza geliyor ve uçağın nasıl yerleştirileceğini anlatmaya başlıyorlar. Paraşüt torbaları uçağın tabanına ve iki yandaki branda oturma setlerinin altlarına, eşyalar ise kuyruktaki ve kokpitin girişindeki sağlı sollu boşluklara düzgün bir şekilde yerleştirilecek, böylece hem uçağın dengesi sağlanmış olacak hem de torbaların üzerinde oturulabilir bir ortam yaratılacak. Şimdi bile aklıma geldikçe sırtımdan soğuk terler akmasına yol açan bu durum, yarım şişe sljivovica’ya rağmen bilincimi kilitliyor. Düşünmek, akıl yürütmek, tahminde bulunmak, kuşkulanmak, korkmak, tedirgin olmak gibi tüm melekelerim yitiyor, rüyada ya da uykuda gibi dolaşıyorum. Ödleklikle suçlanmamak için de hiç ses çıkaramıyorum.

Saat 16.00’ya kadar uçak zar zor, ite kaka yerleştiriliyor; zeminini en az yarım metre yükselten paraşüt torbalarının üzerinde yerlerimizi alıyoruz. Taze Albay Mehmet Şahin ve iki uçuş teknisyeni dışında hemen hepimiz bulut gibi değilsek de sakinleştirici almışçasına uyuşuk durumdayız. Kaptan Pilot’un ilk tâlîmâtı, kalkıncaya kadar kimsenin yerinden kımıldamaması oluyor. Uçak büyük bir gürültüyle kalkıyor. Brendizi’ye kadar ikinci pilot birkaç kez kokpitten kafayı uzatıp “Çocuklar tepişip durmayın, dengeyi sağlayamıyoruz; daha sâkin lütfen!..” uyarılarında bulunuyor.

Gece bastırırken yakıt almak için Brendizi’ye iniyoruz. Hem uçağın yakıtı hem de bizim içki ikmalimiz tamamlanıyor; benim dışımda herkes uçaktaki yerini alıyor. Belli etmemeye çalışarak Kaptan Pilot’un gölgesi gibi arkasında dolaşıyor, hareketlerini gözlüyor, yolun geride kalan bölümüyle ilgili risk olasılıklarını keşfe çalışıyorum.

Albay Şahin’le ikinci pilot Koray uçak kapısının önünde durmuş alçak sesle konuşuyorlar. Duyduğum cümleler dizlerimin bağının çözülmesine yetiyor. Albay Şahin yardımcısına “Koraycığım, bütün mesele kalkıncaya kadar, gerisi kolay. Allah’ın izniyle kalkabilirsek mesele yok” diyor. Koray ise tırnaklarını yerken komutanını destekler sözler mırıldanıyor; sözleri mideme kramp girmesine neden oluyor. “Albayım, keşke depoyu fullemeseydik, Etimesgut yerine Çiğli’ye inerdik en kötüsü” diyor. Taze Albay da ona “Koraycığım, tayyare kıymetli eşya dolu, Çiğli gümrüğünde bildik kimse yok, fena takılırlar ve hiçbir şeyi kurtaramayız” diye yanıtlıyor.

Uçağa bindiğimde yüzüm kül gibi ama loş ışıkta kimse fark edilmiyor. Herkes yerine yerleştikten sonra uçak kımıldıyor, sarsılıyor, sonra pistte gönülsüzce yürümeye başlıyor. Üzerine oturduğum paraşüt torbasının kıvrımlarını yakalamış, bütün gücümle sıkıyordum. Ellerim terden sırılsıklam. Uçak biraz daha hızlanınca motor gürültüsü kulakları sağır edecek kadar yükseliyor, saralı hasta gibi tirtir titriyor. Sonra o gönülsüz hız biraz daha artıyor ve yeri göğü birbirine katan bir gürültüyle uçağı silkelemeye başlıyor. Uçağın ufacık pencerelerinden karanlığı delercesine bir şeyler görmeye çalışıyor, ama kırmızı ışıktan başka bir şey göremiyorum. Uçak sanki gövdesini taşıyabilmek için olağanüstü çabayla kanat çırpıyor. Bu ne kadar sürdü bilemiyorum, gürültü azalıyor.

Bunları yaşarken hep başkalarının, özellikle Havacı Albay Muzaffer’in ve Ölü Cahit’in yüzlerine, gözbebeklerine çaktırmamaya çalışarak dikkatle bakıyor, bir şeyler görmeye, birtakım ipuçları çıkarmaya çalışıyorum. Biraz sonra gerginlik yerini içkilerin de verdiği rehavete bırakıyor, paraşütçü gençler torbaların üzerinde pişti oynamaya başlıyor. Bir saat kadar sonra Binbaşı Muzaffer’le Ölü Cahit kokpite çağrılıyor. Bir şeylerin yolunda gitmediği kokusu genzimi yakıyor. Binbaşı Muzaffer kabine dönüyor. Umursamaz bir tavırla “Radyokompar’ın biri bozulmuş” diyor. Antenlerim geriliyor, radyokompar’ın, uçağı otomatik olarak rotada tutan elektronik cihaz olduğunu öğreniyorum. İkinci Pilot Koray sık sık kokpitten çıkıp, torbaların arasına zulaladığı ‘brandy’ şişesinden iki fırt çekiyor, sonra şişeyi yerine sıkıştırıyor. Bu bir paniktir diye düşünüyorum. Ödlek damgası yememek için yine susuyorum.

Bir süre sonra asıl bomba patlıyor ve kokpitten çıkan Ölü Cahit “Çocuklar paniklemeyin ama, ikinci radyokompar da devre dışı” diyor. Muzaffer’in yüzü kireç gibi… Üsteğmen Koray karşıma oturup tırnaklarını yemeye başlıyor. Uçakta panik gittikçe yayılıyor. Ölü Cahit’in emriyle paraşüt torbaları açılıyor. Astsubay Faik, parmakla sayarak herkese bir paraşüt düşüp düşmediğini hesaplıyor. İçimizde en soğukkanlı olan Ölü Cahit. İşi gırgıra vuruyor, durumla dalga geçiyor. Yanıma geliyor “Ulan Jurnalist, iki haftadır bizimlesin, bırak atlamayı bir paraşüt bile giymedin; getir Tuna şurdaki paraşütü” diyor. Paraşütü sırtıma bağlıyorlar; atlamak zorunda kalırsam elime tutuşturdukları deklanşör denen kordonu çekmemi tembihliyorlar. O andaki durumumla ilgili bir şeyler söylememe ya da yazmama gerek var mı bilmiyorum.

Tahminlere göre tam Yunanistan üzerindeyiz; askeri bir uçağın zorunlu iniş yapmasının mümkün olup olmadığı tartışılıyor. İşte ne olduysa tam bu sırada oluyor ve uçak büyük gürültülerle inip inip kalkmaya başlıyor. Herkes birbirine sarılıyor, bir yandan da dua üstüne dua ediyor. Bu arada uçağın gövdesine kulakları sağır eden bir gürültüyle taş toprak gibi bir şeyler çarpıyor, felaket tablosunu doruğa çıkarıyor. Ben kesin zorunlu iniş yaptık, taşlı çakıllı bir arâzîde gövde üzerinde sürükleniyoruz diye düşünüyorum ve yanımdakilere panik içinde “Nereye indik, nereye indik?..” diye soruyorum. Kimse cevap verebilecek durumda değil.

Birisinin “Oraj!.. Oraj!..” diye bağıran sesi çalınıyor kulağımda. Bana bir asır gibi gelen bu dehşet ânı birden kesiliyor ve her şey sâkinleşiyor. O büyük gürültüden sonra, uçağın motor sesi yok oluyor sanki. O da korkutuyor beni. Herkes birbirine sarılıp öpüşüyor ve geçmiş olsun dileğinde bulunuyor. Sonra öğreniyorum ki, radyokomparsız uçtuğumuz için oraj denilen bir bulut kümesinden geçmişiz ve mûcize eseri kurtulmuşuz. Çünkü elektrik yüklü bu bulut kümesinde şimşek, yıldırım, dolu, fırtına ve uçağı düşürebilecek her şey varmış. Örneğin düşen bir yıldırım elektrik donanımını sıfıra indirir, uçağın havada saçma yemiş bir kuş gibi döne döne yere düşmesine neden olurmuş. Atlatılan büyük felâketten sonra, inşallah bir daha oraja girmeyiz temennileri arasında yola devam ediyoruz. Saat gecenin on biri. Pencerelerden göründüğü kadarıyla artık hava açık ve bulutsuz. Hattâ aşağıya bakarak kıyı şeritlerindeki ışıklardan bulunduğumuzu yeri kestirmemiz bile mümkün.

Çocuklardan birinin sevinç çığlığı üzerine pencerelere yöneliyoruz “Geldik geldik… Orman yangını var bakın!..” diye bağırıyor. İçin için ve acı acı gülümsüyorum, Türkiye’yi belirleyen görüntünün orman yangını olduğunu düşünerek.

Gerçekten de öyle, Ege’nin güneyi olduğunu tahmin ettiğimiz bir bölgede büyükçe bir yangın var. Biraz sonra da İzmir profilini görüp derin bir nefes alıyoruz. Bir saat sonra da Etimesgut Havaalanı’na iniyoruz. Uçağın önünde toplanıp vedalaşırken Taze Albay Mehmet Şahin, gemisini kurtaran kaptan edasıyla utanıp sıkılmadan böbürlenerek “Arkadaşlar, hepimize geçmiş olsun, yüzde bir ihtimalle inebildik” diyor. Benim duyduğum, ama belki aramızda başkalarının da bilip de sözünü etmediği gerçeği haykırarak, “Üç kuruşluk eşyayı gümrükten kurtarılabilmek için hayatlarımızı riske ettin ey Türk Ordusu’nun şanlı Albayı” diyecek gücü, iradeyi ve cesareti bulamadığım için, olayı anımsadıkça kendimi hep suçladım, şimdi de olduğu gibi.

 

Şahin Tekgündüz

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.