Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Birkaç elma koçanı ve sonrası – Şahin Tekgündüz

0

Kulağımın dibinden bir şey daha vınlayarak geçip karşıdaki kara tahtaya çarpıyor. Bu da bir elma koçanı. Arkadan yine kahkahalar yükseliyor. Başımı iyice öne eğip hedef küçültüyorum. Güven de öyle yapıyor. Buna karşın bir elma koçanı da Güven’in ensesinde patlıyor. Kahkahalar daha da yüksek. Korkudan arkaya bakamıyoruz. Koçan saldırısı biteceğe benzemiyor. Ve tam o anda bir koçan, bir koçan daha…

Yatılı okuduğum Niğde Lisesi’ndeki ilk günlerim. Yatılıların çoğu gelmediği için, mütalaa saatlerinde hepimiz aynı sınıftayız. Arka sıralarda oturanlar lisesinin kıdemli belalıları. Kısa sürede tanıdıklarım arasında herkesin Suriyeli dediği tipsiz mi tipsiz Atilla, esmer, kısa boylu, dar alnı ve parmak kalınlığındaki siyah kaşlarının altında çivi gibi siyah gözleriyle bakan Ankaralı Hasan, iki metreye yakın boyu, esmer teni, kıvır kıvır siyah saçlarıyla tam bir zenci kırması Burhanettin, kumral uzun boylu, renkli gözlü, çocuk yüzlü ve en önemlisi de Baba lakaplı, kıllı göğsündeki jilet izlerini göstermek için gömlek düğmelerini açık tutan, okulun en yaşlısı Yılmaz ve ötekiler…

Adanalı Güven Atuk’la ön sıralardan birinde oturuyoruz. Arkadaki bıçkınlar bizi tıfıl gördükleri için, yedikleri elmaların koçanlarını kafamıza atıp eğleniyorlar. İsyanla ağlamak arasında gidip gelen duygular içindeyiz. Kırılan onurumuz çaresizliğin verdiği öfkeyle birleşince isyanımız bastırılamaz hal alıyor. Güven’le göz göze geliyoruz. Aynı şeyi düşündüğümüz bakışlarımızdan belli. Ama ben ondan önce davranıp, kararlı adımlarla sınıftan çıkıyor, nöbetçi öğretmenin odasına yöneliyorum.

Nöbetçi öğretmen Hasan Yeğin, gözlüklerinin üzerinden bakarak ne istediğimi soruyor. Yarı ağlamaklı olanları anlatıyorum. Kimler olduğunu sorunca da bildiğim adların hepsini veriyorum. “Güneş de mi?” diye soruyor. Sonradan öğreniyorum ki, Güneş, Lise Müdürü Naci Ecer’in yeğeni, Hasan Yeğin’in de yakın akrabası.

Sınıfa döndüğümde arka sıralardan bir kahkaha kopuyor. Yüzlerine bakamadığım halde, beni çiğ çiğ yemek istediklerini hissediyorum. Biraz sonra gelen hademe, adını verdiklerimi Hasan Bey’in çağırdığını söylüyor. Sınıftan çıkarken sıktıkları yumruklarını gözlerime sokarcasına homurdanarak önümden geçiyorlar. Onlar çıkınca Borlu Özer yanımıza geliyor. “Sen ne halt ettiğinin farkında mısın oğlum, bu okulda zor yaşarsın bundan sonra” diyor. Dizlerimin bağı çözülüyor, boğazım düğümleniyor, ağlamamak için zorlanıyorum. Babam, annem, anneannem, kız kardeşlerim ve Nevşehir’deki evimiz gözlerimin önünden geçiyor. Boğazımdaki düğüm büyüyor. Özer durumumu anlıyor, sırtımı sıvazlayıp, “Bir daha böyle şeyler yapma. Şikâyet etmek çok kötü bir şeydir” diyor ve uzaklaşıyor. Bu arada arka sıralardan atılan lafların ve tehditlerin haddi hesabı yok.

Nöbetçi öğretmenin odasına gidenler kıpkırmızı yüzlerle dönüyor. Gene önümüzden geçerken dişlerinin arasından küfür ettiklerini duyuyorum. Güven kulağıma yaklaşıp, “Boku yedik oğlum. Bunlar bizi yaşatmaz” diyor. Biraz sonra zil çalıyor ve mütalaa saati bitiyor. Herkes kalkıp bizim önümüzde toplanıyor. Yılmaz en önlerinde. İster istemez biz de, hiçbir şey olmamış gibi kalkıp sıradan çıkıyoruz, ama benim hâlâ bacaklarım titriyor. Yılmaz tam önümde. Şimdi jiletini çıkarıp yüzüme atacak diye beklerken bana bir şeyler söylüyor ama anlayamıyorum. Başımı kaldırıp safça, “Anlamadım?” diyorum. Ne olduysa o anda oluyor. İki yanımdan iki el kollarımdan kavrayarak beni Yılmaz’ın önünden uzaklaştırıp sınıfın köşesine götürüyor. Ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Ankaralı Hasan gözlerini gözlerime çivi gibi dikip, “Ulan velet, sen kime kafa tuttuğunun farkında mısın, tükürse duvara yapışırsın be” diyor. Bu arada hayal meyal birilerinin de Yılmaz’ı yatıştırmaya çalışarak sınıftan çıkardığını görüyorum. Büyük bir karmaşa içindeyim. Bir yandan korkum büyüdükçe büyüyor, bir yandan da, farkına varmadan Yılmaz’a kafa tuttuğum sanıldığı için gururdan yüreğim kabarıyor. Herkes gittikten sonra büzüldüğümüz yerden ayrılıp yatakhaneye çıkıyoruz ve sessizce yataklarımıza sığınıyoruz.

Bir Sanal Kahraman

Yılmaz’a kafa tuttuğum haberi ertesi gün okulda efsane gibi dolaşıyor. Yatılılar gündüzlülere anlatıyor, onlar kız arkadaşlarına aktarıyor, derken okulun ünlüleri arasında yerimi alıveriyorum. Korkumdan süklüm püklüm dolaşmama rağmen herkesin gözü üzerimde. Karmaşık duygular içindeyken, bahçede Yılmaz’ın bana yaklaştığını fark ediyorum. Bacaklarım titremeye başlıyor. O sâkince koluma girip, “Gel bakalım delikanlı, biraz konuşalım seninle” diyor. Herkesin gözünün üzerimizde olmasından ve Yılmaz’ın sesindeki yumuşaklık ve sıcaklıktan cesaret alıp onunla taş binanın köşesine kadar yürüyorum. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yok. Kolumu bırakıp, gözlerini gözlerime dikiyor, “Bak delikanlı, aldırma dün olanlara, seni gözüm tuttu. Hayatta hep böyle cesur olacaksın ve hiç kimseden, hattâ dün yaptığın gibi benden de korkmayacaksın. Seni takdir ettim. Ama şikâyet etmen çok ayıptı. Sana tavsiyem, hayatta kimseyi şikâyet etme, kendi meseleni kendin hallet. Anladın mı? Bundan sonra da bir sıkıntın olursa bana haber ver” diyor ve akşamın acısını çıkarırcasına, hareketle saçlarımı sertçe karıştırıp, hızla uzaklaşıyor. Herkesin önünde geçen bu olay ünümü daha da artırıyor.

Aradan aylar geçiyor, bir gün kendimi Yılmaz’la birlikte tiyatro dekoru hazırlarken buluyorum. Yetmişli yıllarda Fransızca hocamız Ahmet Maruf Buzcugil’in üstlendiği bir görev var. Her yıl bir klasiği, profesyonel tiyatro düzeyinde sahneliyor. Bu nedenle de Niğde Lisesi’nin ünü Bor’a, Adana’ya Konya’ya kadar yayılıyor. O yılki oyun Sophokles’in Elektra trajedisi. Fransızca hocamız benim resim yeteneğimle, Yılmaz’ın elektrik ve dekor becerisini bir araya getiriyor ve bizi görevlendiriyor.

Yılmaz’la dostluğumuz gün geçtikçe pekişiyor. Birkaç ay önce okulun tıfılları arasında yer alırken, birden büyüdüğümü ve bıçkınlarla dolaştığımı görüyorum. Tam bir abi kardeş yakınlığı yaşıyoruz. Ve bu yakınlık, hiç eksilmeden üç yıl sürüyor. Bu arada Yılmaz’ın serüvenleri hiç eksilmiyor. Damarına basan hocalara kafa tutup saldırıyor, canı istediği zaman okulu kırıyor, Niğdeli bir kıza aşık olan Orhan adındaki arkadaşımız dışarda dayak yiyince yanındakilerle mahalleyi basıp olay çıkartıyor, geceleri okuldan kaçıp sabaha doğru körkütük dönüyor. Ve daha neler neler.

Yılmaz ne yaptın…

Yıl 1956. Ankara’dayım. Ahmet Kabaklı ile Emin Galip Sandalcı açılan yarışmayı kazanıp Tercüman Gazetesi’nde yazmaya başladılar. Ben de Sandalcı’yı okumak için Tercüman alıyorum. Bir sabah gazetede tanıdık bir yüzle karşılaşıp irkiliyorum. Birinci sayfada bir haber, üzerinde bir fotoğraf. Hiç yabancı gelmiyor. Hemen resim altına bakıyorum, bu Yılmaz. Haberin başlığında “Para vermediği için eniştesini pencereden attı, tutuklandı!” yazıyor. Kanım donuyor. Birkaç dakikalık şoktan sonra içim burkularak, “Ne yaptın Yılmaz, olacağın buydu, bundan sonra hapishanelerde çürür gidersin” diyorum ve bütün gün sarhoş gibi dolaşıyorum. Lise yıllarım yeniden gözümün önüne geliyor, onunla Halkevi sahnesini hazırlamak için Bor’da geçirdiğim üç günü saat saat anımsıyorum. Onun âdetâ bir Kodin olduğunu, damarına basılmadığı zaman anlayışlı, yumuşak başlı ve sıcak kanlı, haksızlığa uğradığında ise gözü hiçbir şeyi görmeyen öfke küpü olduğunu, bedelini de hep kendisinin ödediğini düşünüyorum. “Hey gidi Yılmaz hey, kendi yolunu kendin seçtin, hapiste de damarına basanlar olacak ve sen hiç güneş yüzü göremeyeceksin artık…” diyorum içimden…

Bir Garip Âdem

Yetmişli yılların başı. İş nedeniyle geldiğim İstanbul’dan trenle Ankara’ya döneceğim. Bilet almak için Sirkeci Garı’nın yüksek tavanlı tarihî salonunda bankoya yaklaşıyorum. Osmanlı’dan kalma, iyiden iyiye yıpranmış ve ihtiyarlamış ahşap bankoya yaklaşıyorum. Sâkin bir gün ve uzun bankoda iki memur çalışıyor. Yaşlı memurun önündeki hanımın işi bitince yaklaşıp, Ankara için kuşetli bileti istediğimi söylüyorum. Ufak tefek, zayıf mı zayıf, kamburu çıkmış yaşlı adam, siyah kollukların ucundaki kemikleri sayılan elleriyle yanındaki çelik dolaptan bir bileti alıp, sağ yanında duran demir presin altına koyuyor; titreyen eliyle presin kolunu tutup güçlükle aşağı bastırıyor. Bastığı karton bileti uzatırken göz göze geliyoruz. Bir an duraklıyorum. Ben bu adamı tanıyorum, ama kim?.. Zaman duruyor, belleğimdeki tüm göz resimleri hızla geçiyor önümden. Aman Allahım, bu o!.. Ama nasıl olur, bu ihtiyar biri. Bilet hâlâ elinde, titreyen sesle, “Beyefendi, buyurun biletinizi” diyor. Ses de aynı. Bilete uzanamıyorum. Ben de titreyen bir sesle, “Afedersiniz, adınız Yılmaz mı?” diye soruyorum. O, ferini tümüyle yitirmiş koyu yeşil mevceli göz bebeklerinde bir ışık parlayıp kayboluyor; “Evet efendim Yılmaz, neden sordunuz?” diyor. Onun gerçekten Yılmaz olduğunu öğrenince bir kez daha yıkılıyorum ve keşke hayır deseydi diye düşünüyorum. Sonra, suçlu suçlu soyadını söylüyorum. Bana daha dikkatle bakarken dudaklarından belli belirsiz “evet” sözcüğü dökülüyor. Silkinip, beni tanıyıp tanımadığını soruyorum. Gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra, “Özür dilerim ama, çıkaramadım efendim…” diyor. Boğazımdaki düğümü aşmaya çalışarak, “Ben Şahin Tekgündüz…” deyip birkaç saniye bekliyorum. Anlamsız anlamsız yüzüme bakıyor. Tanıyamadığı için iyice mahcup… “Niğde Lisesi… Niğde Lisesi’nden Şahin Tekgündüz” diye tekrarlıyorum. Bir anda o ihtiyar adam, elektrik çarpmış gibi oluyor. Yüzü karışıyor, elindeki bileti bankoya düşürüyor, ne yapacağını şaşırmış, uzanıp ellerimi tutuyor ve ağlamaklı bir sesle, birkaç kez üst üste “Şahin… Şahin…” diyor. Aramızdaki ahşap banko olmasa anında sarmaş dolaş olacağız. Bir an toparlanıyor ve elimi bırakmadan bankodan içeri alıyor beni. Sarılıp öpüşüyoruz. Sonra kollarımdan tutarak, yanına çektiği bir sandalyeye oturtuyor. Çaylarımızı yudumlarken daha ben sormadan anlatmaya başlıyor. Evlenmiş, iki yaşında bir oğlu varmış. Babası eski demiryolcu olduğu için Sirkeci Garı’nda iş bulmuş. Çamlıca’da bir gecekonduda yaşıyorlarmış. Kıt kanaat geçiniyorlarmış, ama Allaha şükür, çok sevdiği karısının yakın akrabası olan İstanbul Belediye Başkanı onlara kol kanat geriyormuş.

Allah razı olsun, her hafta şoförüyle fileler dolusu yiyecek içecek gönderir. Arada bir kendisi de gelir. Yeğenini çok sever, ona hep oyuncaklar alır. Arada bir de arabasıyla bizi İstanbul’da gezdirir. Onun sayesinde geçinip gidiyoruz Şahinciğim… Yoksa hayat çok zor çok…” diyor. Sonra karısından söz ediyor ve beş vakit namazını hiç eksik etmediğini, eşinin sayesinde tam bir mümin olduğunu anlatıyor. Dikkat ediyorum, geçmiş yıllara hiç gitmiyor. Acaba benim varlığımdan ve o günleri çağrıştırıyor olmamdan rahatsız mı, diye düşünüyorum ama, hiç öyle bir algı yaratmıyor. Bir saate yakın kaldıktan sonra kalkıyorum. Biletin parasını almak istemiyor, zorla veriyorum. Beni Gar’ın kapısına kadar uğurluyor ve, “Eve de beklerim Şahinciğim, bir daha geldiğinde mutlaka…” diyor. Ona dönüp, “Hey gidi Yılmaz hey, demek ki sen yıllarca insanların korkularına kafa tutmuşsun, hayat da seninkine!..” demek geliyor içimden. Karmakarışık ve garip duygular içinde sendeleyerek ayrılıyorum Gar’dan…

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.