Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Opera sahnesinde oturak alemi – Şahin Tekgündüz

0

O yıllarda bir yandan okuyor, bir yandan da aile bütçesine katkı sağlamak amacıyla Devlet Tiyatrosu’nda memur olarak çalışıyordum. Dört yıllık memurluğum süresince yaşadığım ilginç olaylardan biri de Türkiye’de gerçekleştirilmeye çalışılan ilk televizyon yayınıydı.

Yanılmıyorsam, 1957’nin ikinci yarısıydı. Tiyatrolar henüz açılmamış ama, yeni mevsimin provaları başlamıştı. Bir gün, sahne müdürü Orhan Kuraner, yanında yaşlıca, orta boylu, kumral, şehlâ gözleri felfecir okuyan biriyle ambar memurluğu yaptığım, elektrik ve sahne donanımlarıyla dolu odama geldi. Beni bu ilginç zatla tanıştırmadan, ihtiyaç duyulan malzemeleri sıralamaya başladı. Ambarımda bulunanların listesini çıkarıp seçilenleri işaretledikten sonra malzemeleri kime teslim edeceğimi sordum. Bunun üzerine Orhan Bey lütfedip açıklamak zorunda kaldı.

Yanındaki zat, o dönemin her alanda ünlülerinden yazar, senarist, bürokrat, diplomat, film yönetmeni Münir Hayri Egeli’ydi. Onu daha çok ‘Yavuz Sultan Selim’, ‘Cem Sultan’, ‘Vatan ve Namık Kemal’ gibi hamâsî filmleriyle tanırdık. Orhan Kuraner’in verdiği bilgiye göre, bir İtalyan ekibiyle Ankara’ya gelmişti ve Türkiye’de kendine göre ilk televizyon yayınını gerçekleştirecek, daha sonra da televizyon istasyonu kurmak için devlet nezdinde girişimlerde bulunacaktı. Devlet yönetimi de bu teşebbüse yeşil değilse bile sarı ışık yakmıştı. Aslında  ilk televizyon yayını denemesinin birkaç yıl önce İstanbul’da İTÜ tarafından yapıldığını, ancak ses getirmediğini öğrenmiştik.

Münir Hayri Egeli’nin deneme yayını için Devlet Tiyatrosu’nun sahnesine, teknik donanımına ve desteğine ihtiyacı vardı. İnanılmaz derecede kibar davranıyor, Orhan Kuraner’in her söylediğini sanki bir emirmiş gibi dinleyip başını sallayarak onaylıyor, belli ki olumsuz bir durumla karşılaşmamak için aşırı özen gösteriyordu. Odamdan ayrılırken de, beni tanımaktan çok memnun olduğunu söylemeyi ve üst üste teşekkürü ihmal etmedi.

Tevatür müthişti. Münir Hayri Bey, Cinecitta’nın en ünlü oyuncularıyla gelmişti Ankara’ya. Yayınla ilgili ön hazırlıklar yapılmış, senaryolar hazırlanmıştı. Stüdyo, Opera ve Büyük Tiyatro’nun ortak sahnesinde kurulacak, şehrin değişik yerlerine televizyon ekranları yerleştirilecek, sahnedeki gösteriler Ankaralılar tarafından seyredilecekti. Bir ekran da Cumhurbaşkanı Celal Bayar için Çankaya Köşküne konulacaktı.

Tabii televizyon o yıllarda hepimizin zihninde ulaşılması, hattâ inanılması güç bir mucizeydi. Çünkü toplumun geneli daha radyo denilen aletin sesleri dünyanın bir ucundan öbürüne anında nasıl taşıdığını bile bilmiyordu, kaldı ki görüntüler… Aslında dindarlarımızın âhir zaman kehânetlerine göre maşrıktaki (doğudaki) ses mağrıpta (batıda) mağrıptaki ses maşrıkta duyulmaya başlanacaktı ve radyo bunun kanıtıydı; aynı şey görüntüler için de olamaz mıydı?

Biz Cinecitta’nın ünlü yıldızlarıyla karşılaşmayı beklerken, Orhan Kuraner’den yeni ve heyecan verici bir haber ulaştı. Münir Hayri Bey’in, İtalyan yıldızlarla birlikte sahnede yer alacak Türk oyunculara, daha doğrusu figüranlara da ihtiyacı vardı. Bunun için Devlet Tiyatrosu ve Konservatuvar yönetimlerine başvurmuş ancak kabul görmemişti. Bunun üzerine figürasyonun Devlet Tiyatrosu kadrolarındaki memur ve müstahdemlerle karşılanması düşünülmüştü. Hem onlara üç beş kuruş da destek sağlanabilecekti. Haberin duyulmasıyla biz memur takımı görev almaya hazır olduğumuzu bildirmiş, bir vücut çalımıyla müstahdemi de saf dışı etmiştik. Müthiş heyecanlıydık, hem İtalyan yıldızlarla birlikte oynayacak hem de Ankaralılar tarafından seyredilecektik.

Cumartesi günkü yayın Pazar günü tekrarlanacaktı. Provalar ise, yayın gününe kadar çalışma saatinden sonra yapılacaktı. Senaryoya göre oyun, Göreme’de peri bacaları arasında geçiyordu. Şalvarlı poturlu yerel kıyafetler giymiş burma bıyıklı erkekler çember şeklinde yere bağdaş kurmuş, bir yandan kızarmış kuzu butlarını kemirirken, bir yandan da toprak testilerden şarap içiyor ve bıyıklarını burarak ortalarında göbek atan İtalyan güzellerini seyrediyorlardı. Bu sırada iriyarı ve yakışıklı bir İtalyan sahneye çıkıp erkeklerin arasına dalıyor, bale hareketleriyle onları döverek saf dışı bırakıyor ve oturak âlemindeki kadınları kurtarıp kaçırıyordu. Bizler ise o şarap çekip bıyık burarak kadın oynatan erkek figüranlar olacaktık.

Önce, büyük bir heyecanla Fâik Avşar’ın kostüm ambarına dalıp kıyafetlerimizi, sonra da makyaj atölyesinden takma bıyıklarımızı tedarik edip kendi aramızda bir defile yaptık. Soyunma odalarında, prova salonlarında ve sahnelerde tiyatro oyuncularını kıskançlıkla seyretmenin içimizde biriktirdiği hasetin acısını çıkardığımızı sanıp, dehşetli keyiflenmiştik. Birbirimize bakıp, kasıklarımızı tuta tuta gülüyorduk. Kılıklar ve pala bıyıklar kimimize yakışmış, kimimizde ise son derece iğreti durmuştu. Örneğin en gençleri olan benim yüzümdeki pala bıyık sırıtıyor, Seyit Ali Kanalmaz’ın bol briyantinli saçları pala bıyığının üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Münir Hayri Bey’in bizi görmek istediği bildirilince hep birlikte sahneye çıktık. Sanırım bir yanlışlığa meydan verir de bizi de kaybeder endişesiyle son derece kibar davranıyor, her birimizin kıyafetiyle ve makyajıyla tek tek ilgileniyordu. Orhan Kuraner ise işin gırgırında idi. Bizi seyredip katıla katıla gülerek

“Yeşiçam’a, Yeşilçam’a!..” diye dalga geçiyordu.

Sonuçta Egeli’nin denetiminden tam not almayı başarmıştık. Daha, ilk provaydı ve pek keyifliydik. Bu arada İtalyanlar’la tanışma fırsatı da bulmuştuk.

Belleğimde İtalyanlardan iki isim kalmış. Yaklaşık bir doksan boyunda, iri yapılı, kumral, dalgalı saçlı, alabildiğine yakışıklı ve ünlü bir jön olan Renato Baldini ile neredeyse onun boyunda sarışın ve vamp kadın tipindeki Fiorella Ferrero…

Bir yandan biz prova yaparken bir yandan da teknisyenler, teknik donanımı yerleştiriyor ve kapalı devre deneme yayını yapıyorlardı. Konu basına da yansımış, Çetin Karamanbey’le ve İtalyan aktör ve aktristlerle peş peşe röportajlar yayımlanmaya başlamıştı. Son provamız, yayının gerçekleştirileceği cumartesi öğleden önceydi. Büyük bir keyifle testileri tepemize dikip sözüm ona şarapları götürürken, loş ve bomboş seyirci salonunun ön sıralarında çaktırmadan bizi seyreden Muhsin Ertuğrul gözümüze çarptı. Hiç üzerinde durmadığımız gibi, daha iyi ve daha etkili rol yapabilmek için de özel çaba harcadık. Âdetâ, Muhsin Ertuğrul’un yönettiği tiyatroda idârî görevliler bile birer aktördür, demek istiyorduk. Ama benim içime bir kurt da düşmüştü. Çünkü Devlet Tiyatroları’nın o güne kadar, dünya klasiklerine ve ünlü operalara ev sahipliği yapan en önemli sahnesinde bir oturak âlemi sergileniyor ve bir yabancı oturak aleminde dans eden kadını Türkler’in elinden kurtarıp kaçırıyordu. Bu kaygımı arkadaşlara belli etmemeye ve hatta kendimi de inanmamaya zorluyordum. Provalardan sonra dağıldık. Akşam gelip hazırlığımızı yapacak ve yedi buçukta başlayacak yayına katılacaktık.

Yemeğimizi erkenden yedik ve babamlarla birlikte evden çıktık. Onlar beni, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin bahçesine konulacak televizyondan seyredeceklerdi. Tiyatro’nun kapısında Fâik ve Seyit Ali ile Kanalmaz’la karşılaştım. Girişteki alçak taş duvara oturmuşlar birer karış suratla etrafı seyrediyorlardı. Galiba kaygılarımda haklı çıkmıştım. Bir şeyler olduğu belliydi. Seyit Ali alaycı bir ifadeyle yüzüme bakıp, Muhsin Bey’i taklit ederek,

“Sen devletin memuru musun, yoksa oturak âlemi yapan eşkıyâ mısın paşam, nedir bu halin bakıyım, hadi bakalım evine…” diyordu. Anladım ki, öğleden önceki provada bizi seyreden Muhsin Bey, sahneye çıkmamızı yasakladığı gibi Devlet Tiyatrosu sahnesinde oturak alemi yapılamayacağını söyleyip programın o bölümünü iptal ettirmişti. Yapacak bir şey yoktu. Mahalle kabadayısı tarafından oyuncakları elinden alınmış çocuklar gibiydik. Hayallerimiz yıkılıp gitmişti. Biraz sonra gelen Galip ve Cemal’i de alarak Tiyatro’dan ayrıldık ve başlarımız önümüzde Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne yürüdük. Hiç olmazsa yapılacak yayını televizyon denilen aletlerden seyrederek düş kırıklığımızı gidermeye çalışmalıydık. Fakat ne yazık ki o da olmadı. Saat ona, on buçuğa kadar beklememize rağmen arada bir görünüp kaybolan ve ne idüğü belirsiz görüntüler dışında hiçbir şey göremedik. Ekranların başına toplanmış kalabalık da büyük bir düş kırıklığına uğramıştı. Çünkü, sâdece iptal edilen oturak âlemi değil, teknik sorunlar nedeniyle sahnede sergilenenlerin hemen hiçbiri ekranlara yansımamıştı. Böylece Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen ilk televizyon yayını da tam bir fiyaskoyla sonuçlanmış, ertesi günkü yayın da iptal edilmişti.

 

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.