Hafta SonuManşet

[Hermit] Anlatmak güzeldir: Tiyatrolar Günü – Ayşegül Sağlam

0

Ortaokuldan liseye geçen çocuk, sudan çıkmış balık gibi olur. Avuç içi kadar dersi varken ders sayısı ikiye üçe katlanır. İçerikler değişir, anlayamayacağı hale gelir. Öncesinde cevabı hep net kavramlar öğretilirken lise yılları; ikiyle ikinin çarpımının, 5 sonucunu da verebileceğini öğretir bizlere. Edebiyat dersi Türkçe gibi değildir mesela. 13 yaşına kadar somut düşünen çocuğun artık soyut düşünme vakti gelmiştir. O yüzden artık sadece olanı değil olmayanı da yorumlamak gerekir. Masaya sütünü, yumurtasını koyan Cansever’in; uykusunu, uykusuzluğunu nasıl koyduğunu anlaması gerekir mesela garibimin.  Ben de hazır bulunca sudan çıkmış balık gibi çocukları, daha çok karıştırırdım kafalarını. Mesela, ‘İnsan neden konuşur?’, ‘Anlatmak ihtiyaç mı?’, ‘Otur karnını doyur, ne gerek var sanat sepet manasız işlere? gibi sorularla daha da dumur ederdim çocuklarımı. Onlar da ne yapsınlar? Kendilerince bu soruları cevaplamaya çalışırlardı.

Öyle ya niçin anlatır insan? Ya da hadi bir gayret anlattın; neden süslersin onları? İşin esası öyle değil işte. Aslında bundan doğal ne olabilir ki? Bazısı kabul eder bazısı etmez ama estetik bir ihtiyaçtır. Yani ta eskide korkusunu duvara kazıyarak resmeden insanlar da bakır tasını, seramik çanağını süsleyenler de aynı amaçla yapmıştır yaptıklarını. Tuncu keşfedip ’Bundan ne güzel kolye olur.’ diyen geçmiş zaman ablasından; ‘Kaz ayağı botoksu, göz altı torbası, bir de ön dişleri büyütelim o zaman tamamdır.’ diyen günümüz ablasına kadar… Hepsi bu ihtiyaçtan işte. Tabii ki bu, estetik ihtiyacın ilk akla gelen neticesidir. Çünkü muhtemelen önce somut olanı süsleyerek giderdiler bu ihtiyaçlarını. Ama bir kedi patisiyle başlayıp; sağ omuzdan sol bele kadar uzanan lotus çiçeğine, anka kuşuna dönüşen dövme tutkusu gibi her alanda şu ‘estetik doyumsuzluk’ göstermiştir kendini. Duvarlarını, eşyalarını süslemeye doyamayan insanoğlu; sözlerini, seslerini hatta jest ve mimiklerini de süslemeye başlamıştır. İyi ki başlamış ki plastik sanatların üzerine; edebiyatla, müzikle, dansla ve tiyatroyla tanışma şansını da bulduk.

İnsanoğlu bu becerilerini öncelikle tanrılarına göstermiş. Böylelikle, dini törenler sayesinde; müziği ve dansı da içinde barındıran tiyatronun temelleri atılmış oldu. Antik Yunan’ın, şamanların ve sayısız kültürün ritüelleri; salt eğlence için de bu oyunların yapılabileceğini insanlara gösterince böyle böyle gelişmiş tiyatro. Sonrasında ise çok sevdiler onu. Binlerce yıllık antik kentlerde bile hemen kocaman amfi-tiyatrolar çarpmaz mı insanların gözüne? Yağmursuz, güzel havalarda halkın oyunlar izlediği devasa yapılardır oralar. Peki kışın, yağmurda, çamurda ne yapar bu insanlar? Öyle zamanlar içinde odeonlar (kapalı alanlar) var. Yani tiyatro hep var.

Geçen seneler; evin haylaz çocuğu tiyatroyu, bazen şımartıp göğe çıkarmış bazen de yerin dibine sokmuş.

Anadolu’da uzun yıllar boyunca Geleneksel diye adlandırılan tiyatro hüküm sürmüş mesela. Bu türde, ortada belli bir metin yok ama tüm samimiyetiyle Karagöz-Hacivat’ı, insan suretindeki Kavuklu- Pişekâr’ı, elinde bastonu ve peşkiriyle meddahı var. Kahvelerde, meydanlarda hatta Köy Seyirlik’le çeşme başında; yani insanın olduğu her yerde yüzlerce yıl göstermiş kendini Geleneksel tiyatro. Batı edebiyatı bu dönemlerde tiyatro yazınını oluşturmaya çoktan başlamış tabi.

Afife Jale, 1902-1941

Biz 1800’lerin sonunda Tanzimat’la vardık tiyatronun tadına. ‘Günah mı, değil mi?’ tartışmaları sürerken; ‘Müslüman kadınları yapmasın da kim yaparsa yapsın?’ fetvasıyla devam etmiş yoluna bu topraklardaki tiyatro. Ermeni’si, Rum’u, Musevi’si ve az da olsa Müslüman erkeği ile sahneler şenlenmiş şenlenmesine ama Müslüman kadın olmadan. Ta ki 1918’e kadar. Afife diye bir kız ‘Ben tiyatroda oynayacağım.’ diye tutturuncaya dek… Yıllarca o tiyatro yapmaya çalışırken birçokları da o oynamasın diye o kadar uğraşmış ki… Basılan oyunlar, işten çıkarmalar… Bu engellere dayanamayan Afife, bir süre sonra zorunlu olarak ayrı düşmüş sahneden. Cumhuriyet kurulup kadının da insan olduğu hatırlandığında ise ne yazık ki her şey için çok geçmiş artık. Afife; ağrılarını dindiren morfinle yaşamaya alışmış, sosyal hayattan kopmuş ve sahnelere çıkamayacak duruma gelmiş. O gönlünce tiyatroya devam edememiş ve 40’lı yaşlarını göremeden ölmüş ama tiyatro, sonrasında yine başlamış değer görmeye. Modernleşen Türkiye; kadınıyla, erkeğiyle, sanat icrasıyla gurur duyan bir ülkeymiş artık.

Kadın tiyatro sanatçılarının Afife Jale ile bütünleşen pozları

Sonra yıllar geçti, zaman içinde sanattan korkanlar, onu karalamaya çalışanlar oldu. Ama buna inat, sanatseverler daha da sarıldı değerlerine. İcra etmek için yanıp tutuşan gençler türedi iyice. Tiyatro karalanmaya çalışıldıkça onlar daha çok yükselttiler seslerini.

Biraz geçmişe bakın; tiyatro, sinema, müzik, edebiyat ne zaman bastırılmaya çalışılmışsa; hep karşılarında güçlerini kaybetmekten korkanlar olmuştur. Ama üretenin başı her zaman diktir. Sanatçı her koşulda söylenmesi gerekeni söyleyecektir. Birileri; ‘Sen yazma!’, ‘Sen çalma!’, ‘Sen oynama!’; ‘Sen kadınsın, in sahneden!’ dese de işte o estetik ihtiyaç, o anlatma tutkusu yok mu; o, hep dile getirecek gerçekleri en güzel haliyle. Çünkü anlatmak güzeldir. Çünkü sanat güzelleştirir, iyileştirir, dinginleştirir. Çok Yaşa Sanat… Çok Yaşa Tiyatro… Her şeye rağmen ‘Dünya Tiyatrolar Günü’nüz kutlu olsun…

 

 

Ayşegül Sağlam

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.