Hafta SonuKültür-SanatManşet

[Gözlem] Hızlanan hayat, dijitalleşen insan ve 45’lik plaklar – Selim Altınok

0

Zaman ne de çabuk geçiyor, sabah kalkıyoruz nasıl akşam oldu anlamıyoruz. Yaz geliyor diye seviniyoruz, bir de bakıyoruz ki, Eylül olmuş, yaprak dökümü! Soğuk, yağmur, kar, çamur derken pek de hoşlanmadığımız kış bile ne zaman geldi ne zaman gitti farkına varamıyoruz. Yalnız mevsimler değil, her şey, hepimiz çok hızlıyız artık.

Yıllar önce bir kitap okumuştum, Amerika’yı anlatıyordu. Orada insanlar işe koşarak gidermiş, herkes hızlı konuşurmuş. Yazar gözlemini paylaşıyordu ve biraz da övüyordu galiba bu durumu. Diğer batı toplumlarında da böyle mi diye düşünmüştüm. Doğuda hayat biraz daha yavaş mı akıyordu acaba? Kitabı okuduğum zamanlarda böyleydi sanırım.

Okuldan eve yürüyerek gelirdik. Sokaklar çocuklar için oldukça güvenli ve sakindi. Trafik yine vardı elbette ama şimdiki kadar hızlı akmazdı.

Televizyonumuz da tek kanaldı, üzülürdük. Zamanımız o kadar çoktu ki, Avrupa gibi özel yayınlar olsun, bir dolu film izleyelim, birçok yarışma, maç seyredelim isterdik.

Çocuktuk, altı ya da yedi yaşında, küçük bir pikap alınmıştı eve. Yanında tek bir 45’lik plak getirmişti babam. Bir ön yüzünü, bir arka yüzünü dinlerdik. Çevir çevir aynı şarkılar, ama hiç sıkılmazdık. Yavaş yavaş sayısı artan plaklarımıza nasıl da can kulağıyla bağlanırdık, doya doya ve özümseyerek. Üç dakikalık bir şarkı için, platoya bir plak yerleştirir, pikabın kolunu kaldırır, özenle plağın üzerine koyardık. Şarkı bitince tekrar kolu dikkatle geri almamız, plağı değiştirmemiz gerekirdi.

Masal plaklarımız vardı: Kırmızı Başlıklı Kız, Çizmeli Kedi, Parmak Çocuk, Alaaddin’in Lambası. Kardeşim ile birlikte pikabın başına oturur, masal dinlerdik. Oturmaktan sıkılınca kalkar el ele tutuşur, pikabın etrafında dönmeye başlardık. Plak döndükçe biz de dönerdik. Ta ki masal bitinceye kadar. Plak durunca biz de otururduk. Başımız dönerdi hala ama masalı da ezberlemiş olurduk. Plaklar 33, 45 veya 78 devirliydi. Onlar ne hızla dönerse dönsün, bizim hızımız hep aynıydı, her şeyi hazmetmeye yetecek kadar, daha fazla değil.

Biraz palazlanmış,  ortaokul çağına gelmiştik ki Almanya’ya giden teyzemiz, elinde bir kasetçalarla geldi. Bizdeki heyecanı düşünün! Teybi en güzel sehpamızın üzerine yerleştirdik. Yanında da dört tane boş kaset! En sevdiğimiz şarkıları radyodan banta çekip defalarca dinliyoruz. O kadar çok tekrar ediyoruz ki, artık kaset dayanamayıp sarıyor. Tamir ettiriyoruz, çünkü o gün için tüm arşivimiz o dört kasetten ibaret. Ara kablo alıp radyo ile kasetçaları birbirine bağladığımızda çok mutlu olmuştuk, artık radyodan şarkı çekerken sokaktan geçen satıcının ya da arabanın sesi kayda girmeyecekti.

1990’lar… Evimize ilk CD hediye geldi. “Brahms – Keman ve viyolonsel için ikili konçerto” Bunu dinleyebilmemiz için birkaç yıl daha geçmesini, eve CD çalarlı müzik seti alınmasını beklememiz gerekecekti.

Aynı yıllarda özel kanalların mantar gibi bitmesiyle, önce radyolarımızın “FM” bandı doldu, ardından televizyonlarımızın kanalları. Bir yandan CD alıyor, müzik arşivimizi hızla genişletiyorduk. Diğer yandan o radyo senin bu radyo benim, Televizyonda hangi kanalda iyi film varsa onu izlerken kulağımızda radyo.

İlk masum kazalar yaşanmaya başlamıştı, bisiklet sürenler kulaklığı takınca Walkman’den gelen sesin coşkusuna kapılıp o hızla bir yerlere bindiriveriyorlardı.

Bilgisayarlar ve cep telefonları hayatımıza giriyor

1990’ların ortaları kişisel bilgisayarların evlerimize girdiği yıllar. Hemen ardından telefonlar da ceplerimize giriverdi. Bunu internet takip etti. Küresel hızlanma sürüyor, evlerimize aldığımız internetin hızı da gitgide artıyordu. 3G derken 4G ve üzerini ister olduk. Bilgisayar elbette hayatımızı kolaylaştırdı. İnternet bilgiye ulaşma yolunda büyük mesafe kat ettirdi bizlere. Ama her nimetin bir külfeti var. Artık baba oğluyla, büyük anne torunuyla, kardeş kardeşle, arkadaş arkadaş ile konuşmuyor. Herkes elinde telefon, sosyal medyada. Oradaki mesaja cevap vermek, anneannesiyle sohbet etmekten daha önemli. Doğum günleri Facebook üzerinden kutlanıyor. Sanal çiçekler, pastalar gönderiliyor. Teknoloji var ya. Tatilde akrabaları ziyarete filan gerek yok, Telefonun yanında, çıkarsın seyahate, gidersin deniz kenarına. Güneşlenirken atarsın toplu bir mesaj olur biter. “Bizimkilerin gidip ellerini öpemedik. Telefonla arasak mı bari?  Yahu şimdi bir dolu muhabbete ne gerek var, zamanım yok, denize girip çıkmalı, hızlıca bir duş, fast food, akşam diskoya yetişmeli”.  

Çocuğunuzu bilgisayarın başından kaldırıp yemeğe getirmek bir sorun. “Ne yapıyorsun evladım?” “Ödev hazırlıyorum” Boşuna Google hazretleri dememişler, edebiyat, biyoloji, ne isterseniz oradan kopyalıyorsunuz. Jet hızıyla hazır ödeviniz.

Eskiden bir evde bir televizyon olurdu. Çocukların odasında ya da mutfakta varsa lüks sayılırdı. “Her odada televizyon olur mu bu ne israf” diye büyüklerimiz söylenirdi. Şimdi her odada bir televizyon değil her cepte bir telefon. Çoluk çocuk aile boyu GSM operatörlerine çalışıyoruz.

Her mahallede ancak bir telefonun olduğu günleri unutmadık daha. Şehirlerarası telefon etmek için santrali arayıp isim yazdırılır, sıraya girilirdi. Komşu komşunun telefonuna muhtaçtı o zamanlar. Özellikle şehir dışında yakını olan kimse mutlaka mahallenin telefonlu evine konuk olurdu. Önce santral aranır, numara yazdırılırdı. Saatlerce oturulurdu. Kahveler içilir, muhabbet edilirdi. Şehirlerarası telefon sırası gelince, evin başköşesindeki telefon çalardı. Santral “Adana hazır, buyurun görüşün” dediği an ev sahibi ahizeyi komşusuna uzatır, konuşmaya mecburen kulak misafiri olmamak için yavaşça mutfağın yolunu tutardı. Görüşme bitip teşekkür faslı da tamamlanınca komşu müsaade ister, çoğu zaman nazikçe şehirlerarası görüşmenin epey bir yekûn tutan ücretini sezdirmeden bir köşeye bırakıp ayrılırdı.

Yeni nesil şehirlerarası telefon kavramına yabancı. Artık evlerimizin başköşesine yerleşen sabit telefonların eski fiyakasından eser yok, antika sayılıyorlar, nesilleri tükenmek üzere, yakında koruma altına alınırlarsa şaşmayın.

Şimdi binlerce dakikalık, on binlerce mesajlık, internetli tarifeler, paketler kullanıyoruz. Kendimize, yakınlarımıza ayırabileceğimiz kıymetli zamanımızı medyaya veriyoruz. Acaba hayatımızdan boşa giden dakikalar için de ek paket alabilecek miyiz bakalım?

Eskiden bir mektup için ayda yılda bir gelecek postacının yolunu gözlerken, şimdi E-mail ile her gün yüzlercesiyle baş etmek zorunda kalıyoruz. Hep işimiz var, okunacak e-postalar, cevaplanacak mesajlar. Herkes her zaman çok yoğun. Çocukların bile ajandası var, hafta içi okul, hafta sonu kurs. Acaba bu nedenle mi kış derken bahar, bahar derken yaz geçiyor.

Her şeyin çok olması, hayatın çeşitlenmesi hatta hızlanması elbette kötü değil. Burada önemli olan, doğru seçimi yapabilmek. Zamanı yerinde kullanabilmek.

Dijitalleşen İnsan

Sonunda hızlanan hayata ayak uydurmak için çareyi bulduk. Kendimizi programlayıp bilgisayar gibi birçok işi bir arada yapmaya başladık. Makine aynı anda hem internetten dosya indirip hem müzik çalabiliyorsa, biz de hem araç kullanıp hem arkadaşımıza mesaj atabiliriz. Hem telefondan film izler, hem sohbet ederiz. İş yerinde çalışır, aynı zamanda çaktırmadan bilgisayar oyununa takılırız. Sokakta yürürken kulaklığımızla telefon konuşabiliriz, olur biter. Evet, hızlanmanın yolunu bulduk, aynı anda birden çok iş yapmak. Ancak bu insan doğasına aykırı. Bilgisayar bile aşırı yüklendiğinde yavaşlıyor. Onun hiç olmazsa fanı var, ısınmaya başlayınca kendini soğutabiliyor. Biz ne yapalım? Bir fanımız bile yok ki bizi soğutsun, ancak uflayıp puflayarak gönlümüzü ferahlatmaya çalışabiliyoruz. Müzik dinlerken telefon konuştuğumuzda ne dinlediğimiz müzik oluyor, ne konuştuğumuz sohbet.

Erich From “Olmak ya da sahip olmak” adlı eserinde bunu güzel anlatıyor. Her şeye sahip olacağım derken hiçbir şeyin gerçek sahibi olamıyoruz, her şeyi yapayım derken hiçbir şeyi doğru dürüst yapamıyoruz. Her şeyden zevk alayım derken, gerçek can sıkıntısına düşüveriyoruz.

Bakıyorum da, en güzel eğlencelerim, müzik dinlemelerim pikaba 45’lik koyduğum, zamanın daha yavaş ve telaşsız aktığı çocukluk yıllarıma, o kadim zamanlara ait sanki. Şimdi hepimizin bilgisayarında binlerce parça var. Telefonlarımız internete bağlı, tıklayabileceğimiz müziğin haddi, sınırı yok, ama daha birini çalmaya başlamışken aynı anda ondan sıkılmaya da başlıyoruz. Ne dinlesem acaba?

İnanın, yapay zekânın dünyayı ele geçirmesi filan korkutmuyor beni artık. Makinelerin insanı esir alması değil mesele. Gerçek sorun insanın makineleşmesi. Ne olur insan olalım, insan kalalım.

 

Selim Altınok

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.