Hafta SonuManşet

[Arada Bir] Irgat çocuğun ölümü- Yaşar Özürküt

0

Dünya yalan derler… Yalan ki yalan! Kimine şöyle, kimine böyle. Varsıla var; yoksula yok dünyası… Kimine dar, kimine çok dünyası. Adına ‘Hoca’ diyorlardı. Asıl adı Kadir. Soyadı Aslan. Aslan gibi, güçlü kuvvetli bir genç. Adıyaman’dan kalkıp, pamuk ırgatlığına gelmiş Çukurova’ya… Karısı, iki çocuğu da yanında… İki çocuğu diyoruz ya, siz onu ‘bir’ belleyin… Birin de yarımı… Şundan ki, çocuklardan büyüğü, üç yaşında, ama ne ağzı var, ne dili. Derisini tutsan elinde kalıyor. Gözleri donuk donuk. Küçüğü derseniz, anasının karnında gelmiş pamuk tarlasına… Doğumu ak pamukların gölgesinde, Çukur ’un sarı sıcağında olmuş.  Tarlada açmış gözlerini dünyaya.

Ceyhan Irmağının kıyısındaki Mercimek Köyünün bir pamuk tarlası bu… Bir bucak tarla. Sulu pamuk adam boyu. Bir de ap-ak açmış ki pamuklar, insan kayboluyor içinde.

Tarlanın bir köşesinde çadırlar kurulu. Irgatların sığınağı bu çadırlar. Çadır deyince, öyle yörük çadırı, ya da Kızılay çadırı gibi değil… Derme çatma ağaçların üstüne atılan, çul-çaputtan yapılmış barınaklar. Bir rüzgâr esse; ya da yağmur yağsa vay haline ırgatların. Yel alıp götürür çul-çaputu… Yağmur derseniz, olduğu gibi çadırın içinde… Çadırların önünde, kara; kap-kara ekmek sacları var. Hemen yanında iki taş üstüne kurulu ocaklar. Birkaç kap-kacak, un çuvalları… Çadırların orta yerinde de, bir su fıçısı. Yaz güneşinin altında, kırk derecelik Çukurova güneşinin ısıttığı bu suyu içiyor ırgatlar… Yemeğini bu suyla yapıyor. Yemek dediysek, öyle etli, sebzeli yemek değil. Ya bulgur aşı, ya da çevreden topladıkları ebe gömeci, kenger otu kaynatması…

Büyükler pamuk toplarken, çocuklar çadır içinde, ya da çevresinde oyalanır. Çoğu gülmeyi bilmez… Öğrenmemiştir. Hele Kadir’in büyüğü, gülmeyle ağlama arası sesler çıkarıyor. Anlamak zor! Donuk… Sabit bakıyor bir tek! Halsiz. Bitik.  Küçüğü derseniz,  daha yirmi günlük. Acıkınca ağlıyor. Anası gelip memesini veriyor ağzına. Emzirmeye çalışıyor. Kuru göğüslerini uzatıyor yavrusuna. Bir yandan da pamuk hatlarında gözü… Kendi sırası gerilerde kalıyor… Yanındakiler almış başını gidiyor. Telaşlanıyor. Kesiyor memeyi. Bebeği yeniden, çadırın köşesindeki çuvalın üstüne bırakıyor. Yanaklarına bir sevgi öpücüğü kondurup, koşar adım, pamuk arklarındaki yerini alıyor. Şiflerin içindeki pamukları avuçluyor avuçluyor. Hırslı… İsyankâr… Bir şeylere direniyor gibi…’Kader’ diyor içinden…’Kader’ diye yineliyor. Bebektir basıyor ağıdı.  Doymadığı için midir, yoksa yüzünü gözünü saran karasineklerin saldırısından mıdır ağıdı?  Bilinmez! Büyüğün elinde, bir parça sac ekmeği… Elini ağzına götürene dek, kırk sinek konuyor ekmeğe, kırkı kalkıyor. Hali hal değil büyüğün. Bir deri, bir kemik kalmış oğlan. Baba Kadir, ilkin elciye açıyor derdini… 

‘Çocuğun derisi eridi. Elime gelmiyor gayri. N’etsek ki’ diye dert yanıyor. Elci ;’Tarla sahibi arabayla gelir akşamüstü… İnneci Musa’ya götürelim. Bir inne yapsın, iyileşir’diyor. Akşamı iple çekiyor Kadir. Sarı Anadol’u tarlanın başındaki yolda görünce de koşuyor elcinin çadırına. Elci konuyu tarla sahibine açıyor. ‘Bıldır bizim Memetali’nin çocuğu da böyle eriyip aktı sıcaktan. Nah şu sıtma ağaçlarının altına gömdük. Bize inneciyi dediler de, götüremedik. Götürsek belki kurtulurdu… Bunu götürsek barime! Dünyada yiyecek tuzu varsa kurtulur. Musa tevatür inne yapıyormuş. Şu komşu tarlada bizim hemşeriler var. Onlardan birini titreme tutmuş geçen gün, bir inne yapmış,’ şıp’  diye kesilmiş titreme. Senin tomofile atıp götürsek. Heç belli olmaz, Allahtan umut kesilmez.’    

Sarı, üstü siyah otomobile bindi Kadir. Çocuk da kucağında. Otomobil ağır ağır çıktı tarladan. Arkasında kara bulutlar gibi toz yığınları bırakarak, köyün yolunu tuttu.

Sabahın ilk ışıklarıyla, köy mezarlığının şose tarafındaki uzun yeşil sıtma ağaçlarının altına bir küçük mezar daha kazıldı. Köy imamı üç kere çağrıldıktan sonra, isteksiz isteksiz geldi mezarlığa. Arabacı İsak, bir de tarla sahibi vardı köylüden. İsak bir koşu gidip, Mucuk Aptullah’ın mezarlık yanındaki evinden iki-üç parça tahta getirdi. Bir kısmını mezarın içine yerleştirdi. Diğerlerini mezarın başucuna dikti. Yaşlı ırgatlardan biri, komşu mezarlardan bir büyük taşı kucaklayıp, ayakuçlarına koydu. Yanına da bir ağaç parçası dikti. Sonra ellerini açıp dua ettiler.

O gün pamuk toplamadı ırgatlar. Gelenekleri böyleydi. Kadınlar, kara, isli ocaklara fıçıdan bozma yüzeyi kararmış kazanları kurup, su kaynattılar. Çamaşır yıkadılar. Erkekler de ağır ağır köy kahvesine girdiler. Kahveci Necati çayı yeni demlemişti. Gelenlere dağıttı. Ölümden habersiz, elini radyonun düğmesine attı. Çevirdi… Yanık içli bir kadın sesi, Muzaffer Akgün’dü mikrofondaki. Öyle içten, öyle yanık söylüyordu ki…”Gurbet elde bir hal geldi başıma, Ağlama gözlerim mevlam kerimdir” diyordu.

Kadir,  göz pınarlarından dökülüp, kara uzun sakallarını ıslatan iki damla gözyaşını, elinin tersiyle silerken sigarasından kalın bir nefes çekti… Dumanını boğazından dolaştırıp, burnundan üfledi. Birkaç kez üstüste yineledi.

 

Yaşar Özürküt

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.