Hafta SonuManşet

Evimiz neresi? – Melih Aşanlı

0

Dağcılık eğitimlerine başladığımda büyük bir heyecan ile bulabildiğim malzemeleri çantama atıp, doğanın çok fazla insan tarafından ziyaret edilmemiş yerlerine gitmek için yola çıkmıştım. Yıllarca Atlas dergisi ve o zamanlar Türkçe  yayınlanmayan national geographic dergisinde gördüğüm resimlere doğru bir adım daha atmıştım. Kamplar ve geziler hayatımda hep vardı ama doğanın kalbine yolculuk bir başka olmalıydı.

Neredeyse tüm çocukluk ve ilk ergenlik yıllarım Atlas dergisini beklemek ile geçti. Yeni çıkan sayıyı bayiden alıp önce sakin bir yere gitmek ilk şartıydı Atlas okuru olmanın benim için. Öyle ortalık yerde ayaküstü derginin jelatini açılamazdı. Rahat bir köşe bulunur sakince şeffaf koruyucu açılır ve önce derginin ekleri incelenirdi. Kocaman bir serüvendi benim için. Eklerdeki haritalar bazen İnka medeniyetine götürürdü beni, bazen Ulu Manitu’nun diyarına. İllüstrasyonları kayıt edercesine inceler, çocuk parkındaki ağaçların dibinde uzanıp hayal kurardım. Engin denizlerden, Macahel’in vahşi ormanlarına değin hiç bitmeyecek bir geziye çıkardım ağacın gölgesinde. Sıra dergiye geldiğinde, önce yayınlanmış tüm başlıkları okurdum. Bir sıralama yapmak ayrı bir heyecandı. Derginin arkasındaki tur haberlerini, malzeme satılan yerleri inceler sürekli bir hesap yapardım. Çok sonraları haberini okuduğum Gezievi’nin sahibi Erdoğan ile dost olacağımızı, Lino Sport’un müdavimi olacağımı, hatta ilk sarı renk goreteks montu ve çantamı oradan alacağımı aklımın ucuna getiremezdim.

Haritalarını incelediğim Karadeniz’i Bukla ile adımlayacağımı hayal bile etmemiştim. Öyle çok bir alternatif yoktu o yıllarda gezmenin ve ekipman bulmanın. Bir gidene sorulur, Ortaköy’de atölye de buluşulur filmler izlenir, İstanbul’da Lino’dan, Ankara’da Alpinist’ten malzeme alınırdı. Tadı da belki burada saklıydı. Küçük samimi  dost bir topluluktuk sanki. Birden bire içlerine girmiş, dağlar tepeler dolanır olmuştum. Bir çoğumuz sanki üniforma gibi sarı mont giyiyorduk bir dönem. Benzin ocağı bir efsaneydi. Haberlerini takip ettiğim, Kürşat Avcı’nın, Uğur Hocanın hikayelerini okuyarak büyüyorken, dağın başında nasihatleri ile tırmanacağım aklıma bile gelmezdi. Bence Türkiye’nin çok iyi dönemleriydi.

Benim yaşantımda önce evime giren dergiler ile, sonrasında ise dostlukları, nasihatleri destekleri ile Atlas ailesinin kapladığı alan oldukça fazladır anlayacağınız. Öykülerin sonu gelmez, elbette ki zaman içinde oldukça hüzünlü, üzücü kayıplar ve ayrılıklarda oldu yine öykülerin doğası gereği. İşte tüm bu heyecan dolu anların ilk adımı dağcılık eğitimi için gittiğim 9 günlük Beydağları eğitiminde başladı. Tüm maceraperest hedeflerimin listesini çıkarmış, olumsuz her an için survival senaryolar çalışmış, gerekli gördüğüm malzemeleri yanıma almış, gecekonduyla, çaput bağlanan dilek ağacına benzer bir halde iki bacağı olan bir top gibi karların üzerinde yürümeye başlamıştım . Ağırlıktan ve teknik yetersizlikten kafam önde kervan eşeği gibi sadece bastığım yeri görebiliyordum. Karın adımlarımın altında çıkardığı sesi dinliyor, ayakkabının su geçirmemesine hayran kalıyor, ilk kez tozluk kullanıyordum. Ve hayaller, hayaller, hayaller.

Elbette ki böyle başlayan bir serüven sayfalar dolusu anlatacak konu ile sonlandı ve belki de hala sonlanmadı aslında. Tüm bunlar başka bir yazıda mevzubahis olabilir. Benim anlatmak istediğim ise tüm hayallerimin ve hazırlıklarımın dışında hiç aklıma gelmeyen bir detay, konunun çekirdeği, ilk tohumuydu. Eğitimde verilen teknik bilgiler ve anıların dışında bir şey fark etmiştim. Bize eğitim verenlerin hal ve hareketleri oldukça ilginçti. Soğuktaki davranış biçimleri, kar üzerinde nasıl oturdukları, buz gibi sularda nasıl ellerini yıkadıkları ve diğer tüm davranışları.

Bizim şehirdeki davranışlarımızdan hiç farkları yoktu. Soğuk veya sıcak, kar ve kaya, şartlar fark etmeksizin davranış biçimleri değişmiyordu. Evdeki bir koltukta oturmaktan faklı değildi onlar için bir kayanın üzerinde bağdaş kurmak. O an doğayı algılama biçimimizde bir yanlışlık olduğunu düşünmüştüm. Tüm günübirlik yürüyüşler, hafta sonu turları, kamplar hepsi basit bir  simülasyonun parçası olduğunu düşündüm. Asıl konu bizlerin algılama biçimiydi. Şehirlerde ısısı sabitlenmiş mekanlar, insan anatomisine uygun üretilmiş mobilyalar, yumuşak yataklar, sıcak su akan musluklar, kendimize taktığımız tasmanın zincir halkalarıydı. Yaşamını değiştirmekle kalmayıp yaşam alanını bozan tek canlı olarak insanın bu yabancılığı ile ilk kez bu eğitimde yüz yüze gelmiştim. Oysa İnsan sadece diğer canlılar gibi dünyada yaşayan bir memeli olabiliyordu kolaylıkla. Aslına barışması çok zor değildi. Konu ev olarak algıladığımız mekanla ilişkiliydi. Evimiz dünyanın kendisiydi.

20 yıl sonra bu gün ekolojiden, ekolojik mimariden bahseder olduk. Söyleşi ve konferanslarda tasarım, yaratıcılık ve ekoloji anlatıyorum. O dönemlere kıyasla artık daha fazla dinlenir hale geldik. Bu bir bayrak yarışıydı diye düşünüyorum çoğu zaman, ilk ateşi yakanlardan aldığımız ışığı biz de taşıyabildiğimiz yere kadar götürmeye çalışıyoruz. Tabi dinlenir olmamızın sebeplerinden en büyüğü iklim değişikliğinin artık hissedilir bir şekilde insan yaşantısını etkiliyor olması. Kaynak sorunu ayyuka çıktı, doğanın bedelsiz verdiği tüm kaynaklar, gıdamıza kadar krize girdi, açlık ve susuzluk, hastalık ve diğer tüm yaşam şartları insanın uyum sağlayabileceği sınırları zorlamaya başladı.

Tüm bu şartlar altında mimari ve tasarımında da ekolojik modadan fazlasıyla bahsedilmeye başlandı. Çeşitli tasarım formülleri, malzeme seçimleri, saygılı olmak, sürdürülebilirlik, daha sağlıklı bir yaşam söylemleri, konuşmaların, tekniklerin ve yöntemlerin sürekli üretildiği bir dönemdeyiz artık.

Fakat  Ekolojik mimari ve tasarımda en başta anlatılacak ve dikkat edilecek kısım ise bu yazının konusu çekirdeği, tohumu olduğunu düşünüyorum. Hane tanımı,  içini doldurduğumuz , bilinç altımızda katmanlardan oluşan büyük bir kütle aslında. İlkel atalarımızdan farklı olarak biz bu tanımı malzemelerin dünyasına dahil edip onu kardeşi olan ruhsal ve imgelerden dünyasından kopardık. Mistik dünyanın büyüleri, salt enerjiden oluşan bugün doğa üstü diye adlandırdığımız canlıları, dünya üzerinde yaşadığını artık varsaymadığımız tüm canlıları bu gün mitolojik masallar olarak adlandırmamız imgeleri fiziksel yaşantımızdan ayırdık. Oysa hane ilkel topluluklarda bireyi fiziksel etkilerden korumaya yarayan, maddesel dünyada konforlu bir yaşam sürdürülmesini sağlayan bir tanım iken, imgeler ise bireyin enerjisini dengeleyen, ruhsal varlıklardan koruyan, diğer tanımlayamadığı canlılar ile sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlayan, yani yaşamı paylaştığı varsayılan diğer tüm dünyevi ve dünya dışı canlılar ile bütüncül bir yaşam kurmasının köprülerini inşa eden diğer önemli bir parçası olduğunu görüyoruz.

Av ve avcı ilişkileri, mağara duvar resimleri, totemler, ayinler, şaman ve pagan ritüelleri gibi elimizde çok fazla kaynak ilkel dönem okumalarını oldukça kolaylaştırıyor. Ev tanımı sadece fiziksel şartları karşılamaya indirgenmiş bir barakanın yanında, ruhsal dünyada tüm dünyayı hatta evreni kapsayan bir imge olarak kabul ediliyordu.  Biz geçen yıllar içerisinde bu tanımı sıkıştırıp vasat bir hale soktuk, İmgelerin, enerji ve mitlerin dünyasını yaşantımızdan kopardık ve rafa kaldırdık. Diğer canlılar ile olan ilişki biçimimizi yeniden tanımladık ve bu tanımı faydacılık üzerinden kurguladık. Tüm yaşamın insan varlığının sürdürülmesi için var olduğunu kabul ettik ve hatta hastalıklı bir psikoloji ile varlığımızı sağlamak adına yaşamı var ettiğimize inandık.

Oysa evimiz olarak nereyi algıladığımız doğrudan yaşam biçimimizi ve tavırlarımızı etkilemekte. Ev güvenli, konforlu, bilinmezi olmayan, aile bireyleri ile paylaştığımız yaşamımızı var eden bir yapının tanımıdır çoğu zaman. Ev tanımımızın duvarlar ile inşa ettiğimiz yapılar ile sınırlandırılması, bizim barışı, huzuru, ve aile bireylerini tanımladığımız ve sınırlandırdığımız anlamına gelir. Yani bize yeterli olan barış ve huzur oltamı ev tanımımızın kapsadığı alan kadardır. İletişim içinde  olmaya çalıştığımız alanda bu alandan fazlası olamaz.

Yaratıcılık ve tasarım, geniş ufuk, büyük düşünce ve özgürlük ihtiyacı duyar. İnsan da diğer canlılar gibi kendi doğasında, özgürce yetişebildiğinde meyve verebilir ve sağlıklı bir yaşam sürebilir. Doğal ortamından koparılmış her canlı fiziksel ve zihinsel olarak beslenme kanallarından yoksun bırakılmıştır. Barış, sağlık, ve aydınlık isteklerimizi düşündüğümüzde evlere hapsedilmiş canlılardan aslında çok şey beklediğimizi görürüz. Gökyüzü yerine 2.5 metrelik bir tavana bakmak, dört adım sonra evin diğer ucuna ulaşıp geri dönmek zorunda kalmak, bir pencereden gelen ışık ile aydınlanmak, tüm bir ömrü aynı koltuk üzerinde geçirmek, canlı doğasına aykırıdır. Biz bu aykırılığı önce kendimiz reddederek, türlü bahaneler ve gerekçeler ile tüm insanlığı kandırmayı başardık. Sonrasında da tüm yaşamı bu inanç doğrultusunda değiştirmeye ve dönüştürmeye kalktık. Kendine acımasız olan canlılar olarak bir başkasına merhametli olmamız düşünülemezdi.

Sadece gıda olarak adlandırdığımız canlıları, apartman daireleri gibi besi çiftliklerine kapattık, bitkileri topraktan koparttık, yapay vitamin ve mineraller ile su içinde yaşamaya zorlanan nebatları gıda saydık.  Kendimize kullandığımız antibiyotikler gibi tüm bu canlılara da kimyasal ilaçlar verdik. Hapsolmuş, zehirlenmiş, yaşam alanlarından koparılmış fiziksel ve ruhsal olarak hastalanmış bu canlılara besin dedik.   sonra bu canlıdan beslenerek var olmaya çalışan insanlar olarak kendimizden, inşa ettiğimiz duvarlar arasında , barışçıl, özgür düşünceye sahip, açık fikirli bir yaşam yaşamasını bekledik. oldukça sıra dışı beklentilerimiz olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde ise bu beklentilerinizi ekolojik kaygılar ile pekiştiriyoruz.

Aslında, ekolojik mimari kaygısı bütüncül bir yaşam kaygısıdır. Çünkü ekoloji parçalara ayırabileceğimiz bir oyun hamuru değildir. Biz bunu kısımlara ayırıp, tasarımlar ile bölmeye başladığımızda kendimizi kandırmaya da başlarız. Yapılacak tasarım dünya için yapılmak zorundadır. Zaten insan için yapılan bir işin dünyadan ayrılması son derece sapkındır.

Bu bizim dünya dışı veya dünya üstü varlıklar olduğumuzu düşünmemize benzer. Sanki kaynak olarak kullandığımız bir gezene gelen üstün bir tür gibi davranmamız bu gezegende herhangi bir sorunu çözmez. Siz bir yasam alanı tasarlamak için yola çıkıp, yaşamdan insanı ayıklayıp, diğerleri yok saydığınızda, ancak günümüz şehirlerine ulaşabilirsiniz. Bu şehirlerin hali ise ortadadır. Bizler için asıl  yaşam dünyadadır, dünyanın kendisidir.  Ve bu yaşamın sürmesi tüm aile bireylerine bağlıdır.

Ekolojik tasarım konusunda kendimize  bir soruyu yeniden sormamız gerekir, ekolojik tasarım kimin içindir. Bence Odak noktasına insanı  koyduğunuz hiç bir tasarım ekoloji ile bağdaşmaz. Malzeme, teknik, coğrafya fark etmeksizin doğru mesajı veremez, dengeli bir enerjiye sahip olamaz. Dolayısı ile de Talep edeni tatmin etmez, var olma amacını gerçekleştirmez.

Bu yazı, yazarının da onayı ile harmoniaekotopya.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

Melih Aşanlı

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.