Dış Köşe

Onlar Dersim’de Tanrı’nın yüzünü yakıyorlar… – Fadıl Öztürk

0

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Hüzün kaç kapılıdır ve bu ülkede neden hüznün bütün kapıları hep sonuna kadar açıktır? Gülmeyi hangi uzağa attılar ki, ağlamak bağdaş kurup oturmuş gözlerimizde? Ve bu nasıl bir öfkedir ki, öldürdükçe köreleceğine bileniyor bütün bir hayatın ölümüne?..

Sanki bizi öldürmeden önce, gençlerimizin, sularımızın, kuşlarımızın, ormanlarımızın, tüm canlı hayatın, yani bütün sevdiklerimizin, ölümünü bize tek tek tattırmak istiyorlar. Seyit Rıza’ya oğlunun asılmasını izlettikleri gibi. Gözlerimiz ağlamaktan kör olsun, kalbimiz acılarıyla kavrularak içine çöksün, bedenimiz olduğu yere yığılırken, ruhumuz biz daha ölmeden terk etsin, bomboş bir gövde olarak yığılıp kalalım istiyorlar…

Çünkü bir yanımız ağaç, yapraklar dallarımızda rüzgârla oynayan birer çocuk… Bir yanımız kıyılarında şehirler kurulan ırmaktır, bereket ve hayat taşırız, değil gam, değil keder… Bir yanımız olmadık anda kanatlanıp uçan kuştur her cinsinden, nereye gidersek gidelim, yolumuz mutlaka maviye çıkar…

Bir yanımız dağdır, başı darda olanlara erişilmez yurt oluruz, ayrımsız… Kış uyku halimizdir, bahar uyanma, yaz meyveye duruşumuz, güz gidenlerle gelecekler arasında çadır kurduğumuz hüzün mevsimimizdir. Bizi doğadan, doğayı bizden ayırmaları mümkün değil. Bütün bir hayata bir nazardan bakarız çükü. Ondandır ki, ağacın canı yanınca, dumanı bizden tüter. Ondandır ki, suların önü kesilince, yaramızı saran hekim bulunmaz. Uçan, yürüyen, sürünen hayvanlar ateşe düşünce biz yanar kül olur, rüzgârla savruluruz…

Peki, bütün bunlara sebep olanlar utanmadan arlanmadan ellerini kollarını sallayarak nasıl dolaşıyorlar aramızda? Hangi zamana kaldık ki, yaşamak dediğimiz onca heyecanı, sevinci, coşkuyu, umut ve hayali bir bir çıkardılar hayatımızdan? Bu nasıl kıyımdır ki, bize, doğaya bu zulmü yapanları bir türlü suçüstü yapamıyoruz. Şahidi yok mu bu zulmün, şahitlik edecek tanıkları, ve bunları suçlarından yargılayacak yargıçları, zabit katipleri, mahkeme salonları. Yoksa bütün dünya bize sırt döndü de, biz mi bunun farkında değiliz?
***
Cinayet sadece bir insanı öldürmek midir? Her delil aynı zamanda bir şahit değil mi? Yakılmış meşe ağaçları köklerinin bilgelikleriyle, kül olmuş gövdeleriyle şahitlik ediyorlar. Kayalıkları tırmanıp aşmak gibi değil orman yangınları. Ateşin ortasında öylece, ölümünü bekleyen geyikler, yanmış gövdeleri şahitlik ediyorlar. Rüzgâr serinlik değildir onlar için, ateşe üfüren bir körük. Ateşte kavrularak yanan karıncaların sayısını dert etmek bir kenara, ölüsü bile ölüye sayılmayan yerdeyiz.

Yuvası dalda tutuşmuş kuşların acısı nasıl yakar onları, bilmeyiz. Bir bildiğimiz insan acısıdır ki, ona da kırk yıldır sırt dönmüşüz. İçi yanan kuşların göğün en üst katına çıksalar bile kurtulamadıkları, dumandan boğularak düşmeleri şahitlik ediyorlar. Pepug, diksêlêman, baçermok ve daha birçok uçan canlı acısını koyarak insanlığın eşiğine şahitlik ediyorlar.

Yüz yılı bir ömre sığdıran kaplumbağalar hafızalarını dökerek ateşe, geriye kalan külleriyle bu vahşete şahitlik ediyorlar. Yer küllerle, gök dumanıyla uğuldadı günlerce. Ve insanlık hafızası biraz daha karanlığa gömüldü…

Sadece kendi acısına eğilmiş insan için ormansız, susuz, göksüz bir dünya ne işine yarar? Akan sular, uzun ırmaklar, dereler ve yolcusunu bekleyen çeşmeler, toprağa düşecek kar taneleri ve yağmur damlaları ilk var oldukları güne kadar geri gidip, o gün yağmur olamadıklarına iç çekerek şahitlik ediyorlar.
Merhametin kollarının bağlandığı, insafın kendi içine çöktüğü, isyanın dilsiz kaldığı bir hayatta acı, gözyaşlarıyla cehennemin ateşini söndüren Melek Tavus’un acısına kadar götürür bizi. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz, güneyimiz, kuzeyimiz, doğumuz, batımız, göğümüz ve toprağımız ateşten bir gömlek giyinmiş sanki. Soluyan her canlı alev alıp içinden, ciğerlerine, kavruluyor. Alevlerin ateşten bir dili var, dumanın bir dili, külün bir dili var, ısınarak parçalanan kayanın bir dili… Oldukları yerde birer delil olarak durarak şahitlik ediyorlar…

Batan günün kızıllığı, yüzünü ışıkla yıkamış sabah serinliği, gündüz ve gecelerin, neşesi hiç eksik olmayan yeşil çimenler, mevsimini bilerek kurumuş otlar, çocuğuna bakar gibi dalında yanan meyvesine bakan ağaçları yakıldıkları yerlerde kül olmuş bedenleriyle şahitlik ediyorlar…

Ağaç dallarını evi sayan tırtıllar, toprağı devinerek bereketli yapan solucanlar, kozasını dala asmış kelebekler, çığlığı ağzında yanan ağustos böcekleri, çiçeklere konup bir daha havalanmayan arılar, onların balı için kayalara, ağaç kovuklarına tırmanan ayılar ve onların meraklı yavruları, bulduğumuz yerde yapraklarından fal baktığımız papatyalar, sulak yerleri kendine yurt etmiş böğürtlenler, yani insana ihtiyaç duymadan soyunu sopunu sürdüren bütün bu dünyalı canlılar yakıldıklarına birer delil olarak şahitlik ediyorlar…

Suda balıkların, inadıyla keçilerin, kendini var eden toprağa hürmetle yüzünü dönmüş ters lalelerin, sizin kardelen, bizim belezer dediğimiz, kar altında baharı müjdeleyen çiçeklerin yurdunda esen rüzgârın, yağan yağmurun, gök gürültüsünün, çakan şimşeğin ve Ağlayan Kayalar’ın yapılan zulmü anlatacakları, sizin dilinizden farklı dilleri var.

Doğada kılcal damarlar gibi, kıvrıla kıvrıla insana yol olan patikalar, Bir şehri diğerine bağlayan asfaltlar, uçaklar, otobüsler ve göllerin teninde yüzen feribotlar günlerce bu acıyı taşıdılar. Köklerinin doğadan geldiğini bilen, çaresizliğinden elini göğe kaldırıp, değil tanrınıza, hakkına yakaran yaşlıların gözlerinde boncuk boncuk yaş oldular. İster yakın, ister uzak her nerede, hangi ülkedeysek orada bu zulmü yedik, bu zulmü içtik günlerce…

Onların Allah dediklerinden üç bin yıl geriye giderek Hêq diyoruz. Ki bize göre dağ, taş, ırmaklar, ormanlar ve ormanları yurdu sayan bütün bir canlı, cansız hayat, yani yeryüzü tanrının Tanrı’nın yüzüdür. Onlar her yıl bu zamanlarda, Dersim’de Tanrı’nın yüzünü yakıyorlar…

Fadıl Öztürk – Artı Gerçek

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.